Arnavut kaldırımlı dar sokağın kucaklaşacakmış gibi birbirine bakan evleri, sokağın bir başındaki çeşmeden diğer başındaki çeşmeye uzanıyordu. Bu dar sokak evlerin aralarından daha da dar sokaklara açılıyordu. Güneşin parlak bir kızıllıkta, mağrur bir ışıltıyla kavuştuğu saatlerde sahilden dönmüş, ikindi kahvaltılarını yapmış çocuklar ellerinde bidonlarla mahalle çeşmesinden su doldurmaya giderlerdi. Eve içme suyu getirme işi çocuklarındı. İşten eve, kese kâğıdı içinde ya da gazeteye sarılı nevaleleriyle dönen babaları, sokağı sarmış sardalya kokusu karşılardı. Bu kentin öyle sokakları vardı ki bazı eski evlerden yayılan rutubet kokusu, iyot kokusu ve tuzlu sardalya kokusuyla birleşir insanın ömrü boyunca -nereye gitse- burnundan ve dimağından silinmeyen bir nişana dönüşürdü. Bu koku içinize işlemişse yüzyıl uzağına da gitseniz bu kıyı kentini aklınızdan çıkarmanız mümkün değildir.
Eve içme suyu taşıyan çocuklar, bidonları kapıdan bıraktıkları gibi sokağa kaçarlar, gün geceye dönmeden eve girmezlerdi. Hatta evlerin birkaç basamak çıktıktan sonra ulaşılan sokak kapılarının önündeki küçük boşlukta, yere serilmiş kilimlerin üzerinde, beş taş oynarlar ya da sohbet ederlerdi. Hava iyiden iyiye kararmaya başlayınca sohbetin konusu, sokağın en gizemli evine ve bu evde yalnız yaşayan yaşlı kadına gelirdi mutlaka. Gecenin karanlığında anlatılan gizemli, biraz da iç ürperten öyküler gecenin tadını daha da arttırırdı. Naime Hanım seksenli yaşlarında olmalıydı. Bükülmüş beli, zayıf vücudu, kemikli, çizgilerle dolu yüzü o yaşlardaki çocuklar için bin yaşındaymış izlenimi uyandırıyordu. Bir insanın nasıl bu kadar yaşamış olduğu, küçük bir çocuğun zihniyle anlamlandıramadığı bir hayale dönüşüyordu. Çocuklar arasında türlü hikâyeler vardı Naime Hanım’a dair. Havanın karardığı denizden esen tuzlu rüzgârın insanın derisine işleyip ruhuna kadar ürperttiği saatlerde bu hikâyeler daha da gizemli bir hâl alırdı. Ay ışığında ve sokak lambasının altında gölgelenen eski ahşap ev, çocukların korku hikâyelerinin teması olurdu.
Sokaktaki çoğu ahşap ev, göçebe genlerimize işlemiş çadır kurma güdüsünün karşı konulmaz cazibesiyle yıkılıp tekrar yapılmıştı ama hala çok katlı binalara dönüşmemişti. Bu zamana ve insana direnen ahşap ev ise, ben buradaydım, buradayım ve burada olmaya devam edeceğim çünkü ben bu sokağın sizden önceki, şimdiki ve gelecekteki ruhuyum der gibi mağrur dururdu. Sarı badanalı ilk katın üzerine nakış gibi işlenmiş ikinci katı, insan boyunu aşıp mahremiyeti koruyan bir muhafız gibi yükselen arka bahçenin duvarları ve bu duvarların üzerinden etrafı kolaçan eden ceviz ağacı dalları gün geceye kavuştukça ürpertici bir hal alıyordu. Hatta yattığım odanın penceresinin bu evi adeta resim çerçevesi gibi içine alması çocuk zihnimde hikâyeyi daha da ürkütücü hale getiriyordu. Yaşlı kadının, genç yaşta ölen kocasının cesedini gömmek yerine evin üst katında sakladığı düşüncesi, geceleri uykuya dalmamı daha da zorlaştırıyordu. Bu şarkıya eşlik eden merak, evin içini görme isteğini beraberinde getiriyordu.
Sabah güneşiyle birlikte ötüşmeye başlayan guguk kuşları günün aceleci müjdecisiydiler. Çocukluğumdan arda kalan anılarda bu sokak hep güneşli zaten. Henüz zamanın ve insanların acımasız yıkıcılığından darbe almamış sıkıcı ve estetikten yoksun apartmanlara dönüşmemiş evler, hiç bitmeyecek sanılan bir aydınlığı içlerine alıyor, mütevazı, basit yaşayan insanlara sokağın karşılıklı iki ucundan girilen küçük bir dünya sunuyordu. Bu küçük dünyanın içindeki, yaz tatillerini geçirdiğim bu ev, çocuk dünyamın kalesi olarak sonsuzlukta yerini almıştı daha o zamandan. Sabah güneşi tüm parlaklığıyla odama vurur, heyecanla kalktığım yatağımdan koşa koşa alt kata iner, yeni demlenmiş çayın kokusunun yayıldığı mutfağın camından dışarı bakardım. Sırrını kimseye söylemeyen evin penceresinde görürdüm yaşlı kadını. Camın önünde birini bekler gibi otururdu hep ama kimsenin geldiğini görmedim.
Hızlıca kahvaltı yapıp öğlen saatlerinin yakıcı sıcağına kadar sokakta oynamak adettendi. Denize gitmeden ya da öğle uykusuna yatmadan buluşulur, oyundan sıkılıp yapacak haylazlık bulamadığımızda yine eve yönelirdi bakışlar. Acaba üst katta bir iskelet var mıydı? Evin içinde define mi saklıyordu? Kapısını çalıp kaçsak mı? Çeşmeden su ister mi, soralım. Misafir geldik diyelim. Sorular ve düşünceler ardı ardına sıralanırdı ama kimse bir türlü eyleme geçemezdi.
Sırf merak uğruna, yaratıcı düşünceden pek nasibini almamış, bugün kim olduklarını çoğunlukla hatırlamadığım bu çocukların aklına uyardım. Büyük bir heyecanla çaldığımız kapıda, başında namaz örtüsü, kambur sırtı, cılız vücuduyla beliren yaşlı kadın titrek, ince sesiyle bizi kovalardı. O da biz de biliyorduk ki kapının çalınışında da açılışında da iyi niyet yoktu. Sokakta yaşayan hiç kimsenin yaşlı kadının evine gittiğine ya da onun bir komşu ziyareti yaptığına şahit olmamıştım. Belki de evden çıkıp gezemeyecek kadar yaşlı ve bitkindi. Yalnızca yoldan geçen bir tanıdığın hâl hatır sormasıyla açılan pencereden ya da kapıdaki birkaç dakikalık hasbihâlden ibaretti insanlarla iletişimi. Ben sabahları mutfak penceresinden bakar ve camın önünde otururken görürdüm onu. Sanki geç kalmış ama her an gelebilecek birini bekler gibi bakardı camdan. O zaman bu oturuş bana pek bir şey ifade etmiyordu ama bugün camın ardından sokağa bakan bu yaşlı kadını düşündükçe içim burkuluyor.
Sıcak, uzun yaz günlerinin çoğunlukla öğleden sonraları denizde geçerdi. Babaannemle, Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarda üzerimize devrilecekmiş gibi duran eski evlerin arasından geçer, koluma taktığım renkli hasır sepetimle dik yokuşu inip denize ulaşırdık. Babaannem birkaç arkadaşıyla laflar, ben de deniz de oyalanırdım. Yüzmek, bugün olduğu gibi çocukluğumda da tutku değildi benim için. İçinde olmaktansa kıyısında, karşısında olup saatlerce maviliğini, köpüren dalgalarını seyretmeyi yeğlerim. Denizden dönüşümüz daha uzun bir yoldan olurdu çünkü ikindi kahvaltısı için fırına uğrar, fırından yeni çıkmış mis gibi susam kokan çıtır çıtır simitlerden alırdık. Sıcakta yürümekten ve denizden yorulmuş olan ben, eve bir an önce ulaşmak için sabırsızlanırdım. O çıtır çıtır simitlerin ayrılmaz eşlikçisi, beyaz peynir ve domatesi paşa çayıyla yuvarlayıp tüm bu yorgunluğa rağmen sokakta oynama düşüncesinin de bunda payı büyük tabii.
Uzun yaz günlerinin sonunda güneş batmaya hazırlanırken sokakta bir grup çocuk koşuşturup dururdu. Saklambaçtan, yakan toptan yorgun düşünce her zamanki gibi iyot kokan rüzgârın, iğne gibi insanın derisine işlediği saatlerde de yaşlı kadının hikayesi, bilmeyenler tarafından yeniden yazılırdı. O kimseyi evine sokmayan bir cadıydı çocukların gözünde. Hem de süpürgesini asla göremediğimiz, titrek sesiyle bizi kapısından kovan bir cadı. Tek derdimiz cadının tılsımını bozmaktı ama her denemede kapıdan kovuluyorduk.
Bir gün babaannem elime bir tabak tutuşturdu ve “Bunu Naime Hanım’a götür.” dedi. Donup kalmıştım. Bütün bir yazı esrarengiz evin gizemini çözmeye çalışan kötü bir dedektif grubuyla geçirmiştim. Şimdiyse onlar olmadan defalarca kovalandığımız kapıya yalnız mı gidecektim? Hem heyecanlandım hem de korktum. Elimde tabak, evden şaşkınlıkla çıktım. Nasıl oldu bilmiyorum, sokağa çıktığımda peşime iki çocuğu daha takmıştım. En çok yüz adımlık yol sanki bana bir saatlik mesafe gibi gelmişti.
Bir zaman tüneline açılacakmış gibi duran eski ahşap kapının halkasına parmağımı geçirip kapıya vurdum. Yanakları içine çökmüş, gözlerine yılların yorgunluğu oturmuş, ince, titrek sesli, yaşlı kadın hiç olmadığım kadar yakınımda, karşımda duruyordu. Kim olduğumu söyledim ve bir anda nasıl olduğunu anlamadan yanımdakilerle kendimi evin içinde buldum. Büyük bir heyecan, tedirginlik ve merakla öylece duruyorduk. Evin girişindeki büyük sofa oldukça loştu. Sol tarafta yukarı çıkan merdivenleri gördüm. Ahşap tavan ve duvarların eskimekten koyulaşan rengi içerisini kasvetli bir havaya bürümüştü. Sokak kapısının karşısındaki odanın geniş kapısından gelen parlak gün ışığı ancak bu kadar aydınlatabilmişti bu hüzünlü evi. Eski mekânlara özgü tahta ve toz kokusu, sahil kentlerinin olmazsa olmazı rutubet kokusu beni büyülemişti. Zaman durmuştu, ben durmuştum. Hep birlikte bir ânın içinde sonsuza kadar hapsedilmiştik.
Kapıdan gelen sesle sarsıldım. Yaşlı bir kadın Naime Hanım’a sesleniyordu. Bükülmüş beli, sürükleyerek yürümeye zorladığı bacaklarıyla tekrar kapıya yöneldi. Biz evin ortasında öylece duruyorduk hâlâ. Sonra kapıda yaşlıların sohbeti devam ederken nasıl oldu bilmiyorum, ancak çocuklara özgü bir cesaretle sol taraftaki merdivenlere yöneldim. Bir anda kuş gibi uçarak merdivenlerden çıktım. Burası alt kata göre daha da loştu. Etrafta ne tüylerimizi ürperten iskelet ne de hayallerimizi süsleyen define sandığı vardı. Zemini gibi duvarları, tavanı da ahşap olan oda neredeyse boştu. Kenardaki eski tahta sandığın üzerine rengârenk hayallerle işlenmiş ama belli ki beklemekten rengi solmuş bir örtü serilmişti. Ortada boş bir karyola duruyordu, yataksız yorgansız. Orada bir zamanlar bir hayatın yaşandığına dair kanıt gibi duran çerçevede iki genç insan hâlâ gözleri parlayarak bakıyordu birbirine. Her günü bayram gününe çevirebilecek şık elbiseler giymişlerdi. O gün de özel bir gün olmalıydı ki bir fotoğraf stüdyosunda poz verilmişti. Genç adam büyük bir nezaketle kavramıştı genç kadının elini. Öylesine umut doluydular ki rengârenk hayallerle işlenmiş bir örtü gibi solmuş fotoğraf, örtememişti onların gözlerindeki pırıltıyı.
Üst katta insan iskeleti bulamamıştım, hazine sandığı da. Odada yarım kalan bir aşkın hüzünlü hayaleti dolaşıyordu. Bir de üzeri solgun bir örtüyle örtülmüş, hayallerin, umutların saklandığı tahta bir sandık.
Elif Erkan
Comments