Masada kaçıncı şişe şarabın açıldığını sayamıyordu artık. Kahkahalar, çatal bıçak sesleri ve uzaklardan gelen bir alto saksafon müziğinde kaybolmuştu Hale. Tam yirmi saattir ayaktaydı. Sadece üç defa tuvalete gidebilecek zaman bulabilmişti. Kahve aralarında bile konuşması gereken önemli konular olduğundan, birilerinin peşinden koşmakla ve onları yakalayıp konuşmakla geçmişti zaman. Aç ve yorgun olmasına rağmen, dikkatini ve neşesini kaybettiğinde, olur da ağzından yanlış bir şey çıkarsa onu patronuna şikâyet edebilecek kişi tam karşısında oturuyordu.
Dorte, masada başkalarıyla konuşuyor olsa da göz ucuyla, hissettirmemeye çalışarak kendisini süzüyordu ara sıra. Şişman kollarını masaya dayamış, yüksek sesle, eğitimini verdiği yeni sistem hakkında önemli şeyler anlatıyordu. Masada iki kişilik bir yer kaplayan gövdesi, konuşmasını desteklediği abartılı jestlerle neredeyse karşısında oturan kişiye dokunacak kadar yaklaşıyor, konuşurken iri küpeleri ve kolundaki inceli kalınlı bakır bilezikler de şangırdıyordu. Yeryüzünde bu kadar geniş bir alan kaplayan birinin önemsiz konulardan bahsetmemesi mümkün değil zaten, diye geçirdi içinden Hale. Göz göze geldiler, birbirlerine gülümsediler. Dorte’nin plastik gülüşünün altında Hale’yi küçümseyen bir ifade saklıydı. Türkiye’deki patronuna gönderilecek bir elektronik postaya bakardı şirketteki ömrü, öylesine hiçti aslında Hale, kocaman bir hiç. Ama hiç kalabilmek için bile çaba harcamak zorundaydı.
Önündeki karafın üzerinde Gotik harflerle “Vinum” yazıyordu, öbür yüzünde ise tombul ve beyaz ayakları ile üzümleri ezen Orta çağ güzellerinin hoş bir çizimi yer alıyordu. Duvarlara da yine Orta çağda şarap yapımına dair gravürler asılmıştı. Yüksek tavandan sarkan mum görünümlü ampullerle bezenmiş avizelerin ışığı oldukça zayıftı. Koyu fümeye boyalı duvarlar bu ışığı emiyor ve daha kasvetli bir ortam yaratıyordu. Uzun tahta masanın ortasında yer alan üç adet şamdanın aydınlattığı masada o gün eğitime katılan on sekiz kişi küçük gruplar halinde oturmuş, yeni verilen eğitim hakkında konuşuyorlardı. Henüz kurdukları sistem, pek çok bölümün ortak çalışmasını gerektiriyordu. Bu da şimdiden öngöremedikleri sorunlar demekti…
Hale yanındaki Kuzeyli meslektaşı Magnus ile konuşuyor, aslında daha çok da onu dinliyordu. Mayalanmış üzüm ruhu, karafın içinden ona göz kırptı, boşalmış kadehine iki parmak şarap doldurdu. Üzümün en çok da mayalanmış halini severdi. Ona göre şarap, her zaman anlatacak heyecanlı anıları olan, biraz topluca, dağınık ve kıvırcık saçlı, hiç yaşlanmayan, hep gözlerini aça aça konuşan bir kadındı aslında. Üstelik bu kadın, kendi halinden de anlıyordu. Şık karafın içinden ona göz kırpar gibiydi. Ya da öyle hissetmeye ihtiyacı vardı Hale’nin.
Magnus pek dertliydi bu sistemden. Endişeleri ve dolayısıyla konuşması da bitmek bilmiyordu. Gözü telefon ekranındaki kızının fotoğrafına kaydı. Ne yapıyordu acaba şimdi? Babası da yoktu yanında, bakıcısıyla kalıyordu. Evimi arayacak fırsat bulamadım, berbat bir anneyim ben. Kötü ruhluyum işte… Ruhumu çıkarıp şu karafa daldırsam, alkolde çözünür mü içimin pisliği?
Magnus, “Sen de endişeli görünüyorsun. Aynı şeyleri düşünüyor olmalıyız,” diyerek Hale’yi daldığı düşüncelerden kopardı.
Hale bir süre Magnus’un yüzüne boş boş baktıktan sonra, “Evet, ben de aynı şeyleri düşünüyorum. Yani…”
“Veri girişlerindeki sorunlar başımıza bela olacak gibi gözüküyor.”
“Doğru diyorsun. Oluşacak hataları düzeltme işi bize kalacak,” dedi Hale. Masanın karşı tarafında oturan, adını bilmediği biri Magnus’a bir soru sordu. Bitmek bilmeyen konuşmalarına bu bilinmeyen kurtarıcı sayesinde küçük bir ara vermişlerdi.
Evine telefon açabilmek için büyük bir fırsattı bu. “İzninizle,” dedi Hale. Tuvalet ve mutfağın arasındaki kuytu koridorda evini aradı. Zaman farkı iki saatti, minik kızı henüz uyumamış olmalıydı. Telefonu bakıcı açtı.
“Uykuya dalmak üzereydi abla ama öncesinde biraz ağladı. Bak, yanıma gelmiş bile, şimdi veriyorum telefonu.”
“Anneee, ne zaman geleceksin?”
“Yarın yanındayım kızım.”
“Şimdi gel. Masal oku bana.”
“Gelince istediğin masalı okuyacağım, söz veriyorum. Sevdiğin Duplo’lardan da getireceğim. Seni çok seviyorum.”
“Hep işimi bitirince diyorsun ama, işin bitmiyor,” dedi titreyen ince ses. “Şimdi masal okusan, sen çok güzel okuyorsun, Fatoş abla senin gibi okuyamıyor.”
“Öyle deme ama Fatoş abla kırılır, küser sonra. Sen söyle ona, nasıl okumasını istiyorsan, öyle okusun sana. Yarın akşam yanında olacağım, canım benim, hadi uyu şimdi. Uyuman lazım, yarın yuvaya gideceksin. Tatlı rüyalar sana.”
Kısa bir sessizlik oldu “İyi geceler,” dedi ağlayarak.
Telefon yüzüne kapandı. Gözlerinden yaş süzüldü. Tuvalete girdi, aynaya baktı, makyajı bozulmamıştı. Tiyatroyla uğraşan bir arkadaşının verdiği sahne makyajı malzemelerini kullanırdı böyle uzun günlerde. Tüm yorgunlukları, hüzünleri saklayabilen bir malzemeydi bu. Bunun sayesinde her saat insan gibi görünmeyi başarabiliyor, kimse “yorgun görünüyorsun” demiyordu Hale’ye. Artık masaya dönmek zorundaydı.
Masadakiler oldukça neşeli görünüyorlardı. Bakışlar Hintli yöneticiye çevrilmişti, onun İsviçre Alplerindeki kayak anılarını dinliyorlardı. İlgileniyor görünmeliydi. Dorte’ye baktı göz ucuyla, pek büyük bir ilgiyle yöneticiyi dinliyordu. Birkaç gün önce bütün Hintlilerin kötü koktuğunu söylemişti Dorte. Bu Hintli yöneticinin odasının da hep baharatlı ter koktuğundan şikâyet etmişti. Şu an ise ellerini çenesinin altına koymuş, ilgiyle Hintlinin kayak anılarını dinliyordu.
Masadakilere şöyle bir baktı Hale. Çoğu benzer yaşamlar sürüyordu. Herkes kırk yaşının üzerindeydi. Çocuksuz, işe adanan yaşamlar. Onun dışında kalan zamanlarını da toplulukta anlatmaya değer faaliyetlerde bulunarak geçirirlerdi. Yalnızca kendileri için yaşarlardı. Bir an o da diğerleri gibi kendinden bahsetmek istedi. Uzaklardaki masal bekleyen küçük kızı hakkında konuşacak oldu. Ama hemen vazgeçti. Bunun yerine Çince konuşmayı denesem, masadakiler beni daha iyi anlar. Bu eğitimli, medeni ve her zaman hoşgörünün önemini vurgulayan insanlar için, kendi yaşam tarzlarının dışında bir hayat zaten yanlıştı. Bahsetmeyi denemek bile zaman kaybı olurdu. Gülümsemesini koruyarak bitmeyen sohbetleri dinledi.
Saat gece yarısını geçmişti. Magnus karafta kalan son şarabı kadehine boşalttı. “Gece yarısı şarabı,” dedi gülerek. “Bunun üzerine kahve ve tatlı lazım,” dedi Dorte’ye bakarak.
Hale, “Saat on ikiden sonra bütün içkiler şaraptır,*” dedi, hiç düşünmeden söylemişti.
Magnus’un soru soran gözlerini, “Ünlü bir Türk şairinin cümlesi,” diye cevapladı Hale. Magnus’un hoşuna gittiği belliydi. “Güzelmiş,” dedi, gevrek gevrek güldü.
Sol omuzunun üzerinden bir ses duyar gibi oldu Hale. “Oo, keyfin yerinde bakıyorum, Hale Hanım, çocuğunun geleceği için çalışıyorsun öyle değil mi? Keyfinden burada değilsin yani. Bu arada, yemek güzeldi değil mi, hadi itiraf et, eğlendin aslında. Üzgünmüş, çocuğunu özlermiş. Hadi oradan,” dedi ses. Duymazlıktan geldi Hale. Eliyle ceketinin sol omzunu temizler gibi yaptı.
Tatlı ve kahve servisi başlamıştı.
“Gelecek sene yıllık toplantıyı farklı bir ülkede yapmayı düşünüyoruz. Aslında İstanbul olabilir belki,” dedi Dorte, Hale’ye bakarak.
“İsterseniz organizasyonda yardımcı olurum.”
Dorte’nin gözleri parladı. “Harika, bunu bilmek güzel. Karar verilince sana önceden haber veririm mutlaka.”
Hintli yönetici de tatlısını çatalıyla dürterken konuşmaya dâhil olma ihtiyacı duymuştu. “Türkiye çok otantik bir ülke,” dedi.
Hale, “Hindistan ile karşılaştırırsanız, o kadar da otantik sayılmaz aslında,” demek istedi, ama sadece gülümsemekle yetindi. O anda cılız bir ses duydu, sağ omzunun üzerinden geliyordu. Göz ucuyla bakınca kendisini gördü. Üzerinde dizleri bollaşmış bir eşofman vardı, Yatağının köşesine oturmuş küçük kızına masal okuyordu… kulübeye girdiğinde bir de ne görsün? Hepsi birbirinin aynı, yedi küçük tahta yatak, yan yana dizilmiş…”
Gözünü omzundan çekti. İstanbul’da kalınabilecek yerlerden, kısa süre içinde gezilmesi mümkün olan tarihi mekânlardan bahsetmeye başladı Hale. Kendi sesi mekanik bir kayıt gibi geliyordu kulağına. Sağ omzunun üzerinde minik kızının nefesini hissediyordu, uyuyordu. Eşofmanlı görüntüsü masala devam ediyordu. “Her bir minik yatağın üzerinde ayrı ayrı renklerde küçük yorganlar varmış. O kadar yorgunmuş ki, şuraya kıvrılıp biraz kestireyim, sonra kalkarım, demiş.”
Tatlı ve kahve faslı bitmişti. Birkaç dakika içinde onları otele götürecek minibüs de gelmiş olurdu. Gece bitmek üzereydi. Sigara içen birkaç kişi izin isteyip sokağa çıktı. Hale de biraz temiz havaya ihtiyacı olduğunu söyleyip minibüsün geleceği yere doğru yürümeye başladı. Buz gibi keskin ve temiz havayı ciğerlerine çekti. “Bitti işte, yarın yarım gün eğitim ve sonra havaalanı. Son on dört saat yirmi altı dakika.” Etrafına baktı, şirketten kimsecikler yoktu. “Yaşasın!” dedi, parke taşlarıyla kaplı yolda sevinçle zıpladı. Kızının küçük ellerini düşündü, kalbi ısındı.
Şehir çoktan uykuya dalmıştı, sokaklar bomboştu. Minibüsün geleceği sokağın köşesine gelmişti. Tam karşıdaki yedi gün yirmi dört saat açık pizza dükkânının televizyonunda gece haberleri veriliyordu. “İzlanda'da dün patlayan yanardağ Avrupa genelinde hava trafiğini felç etti. Ortaya çıkan kül bulutu sebebiyle binlerce uçuş iptal olurken…”
Hale dizlerinin çözüldüğünü hissetti. Gruptan birilerinin yaklaştığını gördü, sakin kalmalıydı.
“Haberleri duydunuz mu?” dedi Magnus. “Tüm uçuşlar iptal olmuş.”
*Cemal Süreya
Elif Türa
Comments