top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Elif Türa- Kara Koyunun Fotoğraf Albümü

Selvi eve girdiğinde annesi telefonda birine dertleniyordu. “Bu kız yine yerin dibine soktu beni Saniye. Ne olur kusurumuza bakma. Denir mi hiç yetmiş küsur yaşındaki kadına ‘Neden her şeyi oğlunuzdan istiyorsunuz ki? Oturduğunuz apartmanın hemen altında bir eczane varken, niye oğlunuz gece vakti kilometrelerce uzaktan size ilaç getirsin?’ diye. Nasıl da allak bullak oldu kadıncağızın yüzü. Yok, çocukluğunda da böyleydi bu. Lök lök konuşurdu orta yere. Öğretemedik biz buna. Artık kime çektiyse. Ne olur, annen kusurumuza bakmasın.”

Elindeki market poşetini mutfağa götürüp aldıklarını yerleştirmeye başladığında konuşma hâlâ devam ediyordu. “Kırk yaşını geçti. Olmayınca olmuyor işte. Mayasında yok incelik. Tamam, görüşürüz tabii. İyi akşamlar.”

Sanki kendisini az önce yerin dibine batırmamış gibi “Nasılsın?” diye sordu annesine. Öpmek için eğilince annesi hiç oralı olmadı. “Haftaya cuma akşamı için iki tiyatro bileti aldım. Satıcının Ölümü. Gidelim mi?”

“Sen sıkılırsın benden evladım. Hem yavaş da yürüyorum ya ben, yine yetişemem sana. Sen bir arkadaşınla git en iyisi.”

“Peki o zaman, ben de gitmeyeyim.”

“Nasıl istersen,” dedi elinden hiç düşürmediği çay bardağından bir yudum alarak.

Omuzları çökmüştü Selvi’nin. “Asıl satıcı bizim evde yahu, tiyatrosuna ne gideceğiz,” diye söylendi çatı katındaki odasına yönelirken. “Ah Selvi, hep aynısın be evladım,” diye seslendi arkasından annesi. Kendini en rahat hissettiği yere, odasına girer girmez kapıyı kilitledi. İşte o zaman derin bir nefes aldı. Herkesten uzak ve özgürdü sonunda. Yemek bile yemeden hemen uyudu. 

Sabahın ilk ışıklarıyla ağır gövdesini sıcak yatağından çıkardı. Hafif kambur, uzun boylu silueti banyoya yöneldi. Alışılagelmiş hareketlerle cılız ve uzun bacaklarını, başka bir vücuttan koparılıp gövdesine yapıştırılmış gibi duran iri kalçalarını siyah pantolonunun içine tıkıştırdı. İçinde saklandığı uzun ve bol gömleklerinden birini giydi. Gömleğin içinde kaybolan kısacık kollarını ortaya çıkarmak için manşetlerini üç defa kıvırdı. İki metreye yakın boyunu gizleme çabasıyla oluşan kamburu gömleğinin üzerinden belli oluyordu. Saçlarını fırçalayıp at kuyruğu yaptı. Aynadaki görüntüsünü birkaç saniye izledi. Daha fazla bakmaya gerek var mıydı? Bir şeyler atıştırdı. Ayağına palet gibi duran spor ayakkabılarını geçirdi. Pek rahattı bunlar. Varsın şık olmasın. Apartmanın küçük bahçesindeki sokak kedilerini beslemek için aldığı kuru mama poşetini cebine atıp yola koyuldu. 

İş yerine ulaşıp masasına oturdu. O işinde gücündeyken etrafındakiler günlük dedikodu gazetesini fısır fısır basıyorlardı. Kim kiminle, nerede, ne zaman… Saatler saatleri kovaladı. Bir ara masasındaki telefon çaldı. Fabrikadan arıyorlardı. Uzun görüşme sonladığında ofiste kimselerin kalmadığını fark etti. “Ne de çabuk yemek vakti geldi,” diye mırıldandı. Oysa öğle paydosuna daha on beş dakika vardı. Sessizce arazi olmuşlar yine. Ne gerek var buna. Çağırılmadığım yere gitmem zaten. Küçük mutfakta kendisine bir tost hazırladı. Tek başına dışarıda oturup yese, üzerine alaycı bakışların yapıştığı koca gövdesini nereye koyacak? En son ne zaman onu da yemeğe davet etmişlerdi? Hatırlayamadı. Hepsi moda dergilerinden fırlamış gibi incecik vücutlarını saran dar kıyafetler, topuklu ayakkabılar giyen, makyajsız gezmeyen kızların iğneleyici bakışları üzerindeyken rahat edebilir miydi zaten? Onların dilinden konuşmayı becerebiliyor mu? En son indirimler, ünlülerin aşkları, diziler, ofiste kim kiminle takılıyor? Püf. Bir keresinde, “Binlerce liralık çantasıyla poz veren artistten bize ne yahu. Bunların hayatını bilsek ne olur, bilmesek ne olur?” deyivermişti ortalık yerde. Bu cümleler ağzından çıkar çıkmaz, porselen bir tabak gibi yere düşüp tuzla buz olmuştu. O an grubun elebaşları göz göze gelmiş, Selvi’nin ipini sessizce çekmişlerdi. Bir daha hiçbir yere çağırılmadı Selvi. Artık ağzıyla kuş tutsa yaranamazdı. Bunu biliyordu. Ama umurunda mıydı? Ait olmadığı bir grubun parçası olmaktansa yazgısını kabullenmişti. 

Tostunu alıp masasına döndü. İşine gücüne daldı. Diğerlerinin yemekten döndüğünü fark etmedi bile. Stoklar, üretim planlamaları, sevkiyatlar. Her şey yolunda gittiği sürece görünmez işlerdi. Ama küçük bir hatada kapının önüne koyarlardı. Pek çok şey gibi, bunu da sessizce kabullenmişti. Alnında görünmez ama herkesin okuyabildiği harflerle “Seveni yok!” yazanlardandı o. Derin bir nefes aldı, içindeki sabır taşına sarıldı. Tek bildiği şeyi yaptı. Çalıştı, çalıştı, çalıştı. Bütün gün dedikodu gazetesini dinlemekten başka bir iş yapmayan, kapalı kapılar arkasında pek de meşgul görünen patronuna haftalık raporunu gönderdi.

Hafta sonu gelmişti. İş yerindekiler mesai bitiminden yirmi dakika önce makyajlarını tazeleyip parfümlerini sıktılar ve fısıldaşıp kıkırdayarak kayboldular. Selvi kafasını ekrandan kaldırıp baktığında, bir çay getiren çocuğun bir de kendisinin ofiste kaldığını fark etti. Toparlandı, çantasını alıp çıktı. 

İri yarı, sarsak bedeni sokaklarda sağa sola yalpalayarak ilerlerken sert bir omuz darbesiyle sarsıldı. Çarpan adam hiçbir şey olmamış gibi yanından geçip gitti. Sokaklara sığmayan onun gövdesi miydi, yoksa yanından geçenler miydi? Cılız ve güdük kolları iki yanından sarkarken, bacakları, gövdesi sokağın her yerini kaplıyordu sanki. Yoksa şeffaf mıydı koca gövdesi?  İçinden arabalar, insanlar, hatta birkaç sokak köpeği gelip geçti. Öylesine yoktu Selvi.

Evine ulaştığında kapıyı her zamanki gibi kendi açtı. Selvi annesinin kapıyı açmaya üşendiğini bilir ve zili çalmazdı. 

Oturma odasından gelen soluk mavimsi televizyon ışığı küçük koridorun duvarlarında yanıp sönüyordu. Ağırlaşmış havanın içinde asılı yemek kokusu burnuna çarpınca yüzünü buruşturdu. Yine mi karnabahar. Yarışma programını sunan kadının histerik heyecanı koridora sızıyordu. “Bu soru tam beş yüz bin lira değerinde! Evet tam beş yüz!” Yükselen gerilim müziği ve disko topu gibi dönüp duran renkli ışıklar. Annesi kirli tabağını masanın üzerindeki küçük tepsiye bırakmış, yarışmayı izlerken çayını yudumluyordu. Gözünü ekrandan kaldırmadan, “Hayrola, erkencisin. Tiyatroya gitmeyecek miydin sen?” 

“Tek başıma gitmek istemedim.” 

“Arkadaşın yok mu senin? İş yerinden birilerine sorsaydın ya?” 

“İş yerinden kimse gelmez.”

“İnsanın hiç mi arkadaşı olmaz.” 

“Benim bir şikâyetim yok,” dedi Selvi. Az önce konuşan o değilmiş gibi yarışmanın içinde kaybolan annesi onu duymadı bile.

Canı akşam yemeği yemek istemiyordu. Atıştırmalık bir şeyler hazırlayıp odasına yöneldi. Pijamasını giydi. Ayıcık desenli kalın çoraplarını ayağına geçirdi. Saçlarını tepesine toplayıp arasından geçirdiği bir kurşunkalemle topuz yaptı. Derme çatma kitaplığının alt rafındaki üst üste yığılmış fotoğraf albümleri takıldı gözüne. En üsttekini aldı, üzerindeki kalın toz tabakasını üfledi. Sepyaya dönüşmüş bir zamanların renkli fotoğraflarına teker teker bakmaya başladı. Artık fotoğraf albümü mü kaldı? Tarihi bir belgeye dokunur gibi, albüm sayfalarını özenle çevirirken lise ikinci sınıfta çekilmiş bir fotoğraf geldi önüne. Sivilceli yüzünün yarısı çıkmıştı fotoğrafta, buna rağmen birkaç kişilik yer kaplıyordu. Kimler var diye bakındı. Ortadaki çocuk Celil’di. Selvi ne kadar iticiyse, Celil de o kadar çekiciydi. Fotoğrafın kenarına çizdiği belli belirsiz kalbe dokundu. İngilizceden sınıfta kalmak üzereyken Selvi onunla çalışmıştı. Celil bu sayede dersten geçmişti. Ertesi sene okulda karşılaştıklarında selam bile vermemişti. Ne yapıyordu acaba? Telefonunda yüklü olan ama birkaç kedi videosu paylaşımı dışında neredeyse hiç kullanmadığı sosyal medya uygulamasını açtı. Celil’i bulması uzun sürmedi. Bilgisayar mühendisi olmuş, yabancı bir kızla evlenmiş, düğün fotoğrafları var. Şamdanlarla, çiçeklerle bezenmiş beyaz örtülü masalar, seçkin görünümlü davetliler, orkestra. Pek de gösterişli. Boğaz’da şampanya patlatmışlar, gökyüzünde de havai fişekler. Sonra Big Ben fotoğrafı, Londra’ya yerleşmişler. Celil ve karısı iki katlı, bakımlı bir bahçesi olan güzel bir evde yaşıyorlar. İngilizce çalıştırdığı Celil, çokuluslu bir teknoloji firmasının İngiltere genel müdürü olmuş. Vay canına… Kendisi ise sıradan bir üniversiteyi ite kaka bitirip, ancak kıytırık bir firmada lojistik şefi olabilmişti. Kovulana kadar da burada çalışırdı herhalde. 

Rastgele çevirdiği sayfalarda orta bire geçtiği yaza ait fotoğraflarına gelmişti sıra. Bu fotoğraflar, babası henüz hayattayken yazın gittikleri sahil kasabasında çekilmişti. O yaz nasıl da birden büyümüştü. Bir anda uzayan bacaklar, genişleyen kalçalar, yüzünü ay kraterlerine çeviren geçmek bilmez sivilceler. Bir kolları aynı kalmıştı neredeyse. Büyümeyi unutmuş gibiydiler. Bir sabah uyandığında kıyafetlerinin hiçbirinin üzerine uymadığını fark etmişti. Annesi hayretler içinde, “Ben ömrümde böyle bir şey görmedim,” demişti. Onu çarşıya götürüp tepeden tırnağa yeni giysilerle donatmışlardı. Ne çocuk ne de kadın ayakkabısı bulabildiklerinden, erkek ayakkabısı almışlardı. Hatta ayakları dışarıda kalmasın diye ona yeni bir yatak bile almaları gerekmişti. Götürdükleri doktorun tavsiye ettiği cehennem gibi kokan kükürtlü sabunlar sivilceleri geçirmek şöyle dursun, daha da azdırmıştı onları. Selvi’nin bu yeni görüntüsüne alışması zaman almıştı. Sınıfta en arka sırada otururdu. Sadece iri kıyım görüntüsünün değil, ayrıca pek çok kişi tarafından sevimsiz bulunduğunun da farkındaydı. Sessizce çalışırdı. Yardım isteyenin ödevini yapardı. Belki, onunla oynamak, konuşmak isteyen birileri çıkardı. Bir umut işte. Ama olmadı. Olmayınca olmuyordu işte. Annesi de öyle derdi sık sık. “Olmayınca olmuyor işte, ah!” Zil çalınca çocuklar bir araya gelir, neşeyle sınıftan çıkarlardı. Beklenmediğini bildiği için onlara yetişmeye çalışmazdı. Fısıltı ağıyla çevriliydi çevresi. Alaycı bakışlar, fısıltı ağlarını delip geçer, aniden büyüyen bedenine saplanıp kalırlardı. “Ucube,” diye fısıldamıştı bir çocuk yanındakine. Selvi’ye bakıp kıkırdamışlardı. Ergenlik döneminin başındayken davet edildiği birkaç doğum günü partisinin fotoğrafı da vardı albümünde. Ya yüzünün yarısı çıkmış ya da fotoğraf çekilirken bambaşka yerlere bakmıştı. Tüm yaşamı boyunca olmakla olmamak arasında bir yerlerdeydi. Çoğu zaman da olmamaya daha yakın.

Beş sene önce çekilen bir fotoğrafı görünce bir kardeşi olduğunu hatırladı. Yıllar önce çok uzak bir yerde yaşama kararı alan kardeşinin, oğlu ve kocasıyla birlikte onları son ziyaretine ait bir anıydı bu. Selvi onları sevdiği bir lokantaya götürmüş, birlikte geçmiş doğum günlerini kutlamışlardı. Kardeşinin ısrarları sayesinde annesi de onlara katılmıştı. Hatta fotoğraflarda gülümsüyorlardı, Selvi de ekrana bakmış ve gülümsüyordu. Mucizevi bir andı bu. Ancak eşyanın tabiatına aykırı olduğundan olsa gerek, uzun sürmemişti. O gece nasıl olduysa konuşkanlığı tutan Selvi, kardeşine, “Oğlunu bir psikoloğa götürmeyi düşündün mü hiç? Çok hareketli, baksana, oturamadı bir türlü. Hiperaktif olmasın sakın. Gerçi ilacı varmış o hastalığın,” diye lök lök masaya yuvarladığı cümlelerle, masum endişesini dile getirdi. Gözlerinden alevler fışkıran kardeşi, “Ne hastalığı, zekâ ışıltısı bunlar! Gerçi sen ne anlarsın. Herkes aynı tornadan çıkmalı değil mi? Senin gibi köşesinde durmuyor diye hemen damgala onu! İşte bu kafan yüzünden böyle berbat bir hayat yaşamayı hak ediyorsun!” deyivermişti. Selvi, tam da kaderinin zincirlerini kırmaya başladığını zannettiği bu gecede, nasıl olup da bir anda bu hale geldiklerini anlayamamıştı. Nedenini sormak istemiş, çırpınan bir balık gibi, ağzı birkaç kez açılıp kapanmıştı. “Sakın bir daha beni arama! Havaalanına da gelme. Seni ölünceye kadar görmek istemiyorum,” demişti kardeşi. O günden sonra birbirlerinin sesini bile duymadılar.

O gece odasından hiç çıkmadı. Sabahın ilk ışıkları odasını aydınlattığında yatağının yanı başındaki sehpada hiç dokunulmamış atıştırmalıklar, yatağının üzerinde ve yerlerde açık bırakılmış fotoğraf albümleri vardı. Fotoğraflarda yarım yamalak çıkmış yüzü, yavaş yavaş bulanıklaştı. Hiçbir zaman ait olmadığı hayatlara iğreti bir dokunuşla tutunmaya çalışan Selvi önce çocukluk, okul yılları ve aile fotoğraflarından silinmeye başladı, sonra tamamen kayboldu. Sadece ihtiyaç anında aranılan telefon numarası, kayıtlı olduğu bütün telefonlardan “pıt” diye siliniverdi. Onu tanıyan herkesin hafızasında Selvi’ye dair anılar yavaş yavaş yok oldu.

Hafta sonu ev sakindi. Annesi Selvi’nin yokluğunu pazar akşamı fark etti. Evet, tuhaf biriydi. Ama daha önce hiç ortadan kaybolmamıştı. Hangi cehennemdeydi bu yol yordam bilmez kara koyun? Ah, her ailede yok muydu böyle bir imalat hatası? Kaşlarını hafifçe çattı, bir endişe bulutu yüzünü usulca yalayıp geçti. “Nasıl olsa çıkar bir yerden.” Çayından bir yudum alıp dizisini açtı.

Pazartesi sabahı, on beş yıldır çalıştığı yerde Selvi’nin masası ilk defa boştu. Gerçi o her zaman o kadar sessizdi ki, yokluğunu ancak öğlene doğru fark ettiler. Sonra personel kayıtlarından telefon numarasını bulup aradılar. “Aradığınız numara kullanılmamaktadır,” mesajıyla karşılaşınca önce biraz şaşırdılar. Şaşkınlıkları uzun sürmedi. Çünkü yemek saati gelmişti ve hepsi acıkmıştı. 

Artık kimseyi, en önemlisi de kendisini hayal kırıklığına uğratamayacağı bir yerdeydi. Fotoğraf albümünün aralarında kalmış o şirin bebek fotoğrafı onu ebediyen misafir edecekti. Selvi’nin sevildiği zamanlara ait belki de tek fotoğrafı, altı aylıkken çekilmiş bu fotoğraftı. Minik Selvi annesinin kucağındaydı. Ama gözleri bir bebeğin gözleri değildi. Hayatı boyunca kendisini doğru anlatamamış hüzünlü bir yetişkine aitti bu gözler. Minik Selvi’nin bedeni ve kırık kalpli kara koyun Selvi’nin ruhu matruşka bebekleri gibi iç içeydi artık. Burada sevildiğini biliyordu ve mutluydu.


Elif Türa


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commenti


bottom of page