Ben bir noktaysam odanın ortasında durdum. Şu anda odanın köşegenlerinin kesim noktasında bulunuyorum. Bütün köşelere sesleniyorum: İçinizden birinde kalmış bir tutunamayan var mı?
Tutunamayanlar - Oğuz Atay
Kapattı tozlu sayfaları. Derin bir huşu ve huzur içinde dünyaya gözlerini kapatan bir ölünün sessizliği vardı içinde. Yassız, telâşsız ve aldırışsız. Ancak içinde bulunduğu bu durum ne yazık ki kitap bitene kadardı. Kendi dünyası bambaşkaydı. Kitabı yatağının yanındaki sehpanın üzerine bıraktı. Kafasındaki kabarık turuncu peruğu çıkarmadığını fark etti. Oturduğu eprimiş, gri berjerden kalktı. Özensizce asılarak onu da yanı başında duran yuvarlak, eski ahşap sehpanın üstüne koydu. Kırmızı, yuvarlak burnun ve tuğla kalınlığındaki romanın yanına. İki elini arkasında birleştirdi. Birkaç metrekare odada hızlı hızlı yürümeye başladı. Koyu renkli perdeler, konuşulması yasak mevzular gibi bir türlü açılmazdı. Burnu küf kokusuna çoktan alışmıştı. Yorulduğunu hissetti. Yığılıverdi berjere. Bacakları ayrıldı.
Geçen geceki hafif şiddetli depremin üstünden kaç gün geçmesine rağmen kusmuk rengi duvarda asılı duran siyah-beyaz fotoğrafın ahşap çerçevesinin hafifçe yana kaymasıyla âşikâr olan izin ayırdına varamamıştı. Simetriye takıntısı olsaydı kesin dikkatini çekerdi. Koyu renk saçlarının dalgalı uçları omuzlarına dökülmüş bir kadın, ona sarılmış, saçları yandan ayrılmış mütebessim bir adam ve ikisinin ortasında kıvır kıvır bukleleri iki yandan toplanmış üç dört yaşlarında güleç bir kız çocuğu, bu kasvetin ortasında bulutların arasından zaman zaman yüzünü gösteren güneşi andırıyordu âdeta. Odanın sessizliğini bir tıpırtı bölüyordu. Kabuğunun üstüne devrilmiş bir hamam böceğiydi bu. Debeleniyordu. Mutfaktaki musluk ise muntazaman su akıtıyor, tezgâhtaki bulaşıkların ekşi, yağlı sırnaşık kokuları yatak odasına dek süzülüyordu. Tavanın ölgün sarı avizesinden yayılan sarı ışıkta duvara yansıyan nesnelerin gölgesi titreşiyor, titreştikçe odaya soğuk, soluk, sisli, kasvetli bir hava bırakıyordu. Kapıları gıcırdayan, parkeleri bastıkça hıçkıran, tavanından örümcek ağları sarkan bu daireyle kurduğu ilişki iki yabancının işaret diliyle anlaşması kadar asgari düzeyde idi. Ne vakittir böyleydi. Bunun tek istisnası kitapları ve Bayan N idi. Kentsel dönüşümün başladığı, ancak hangi sebeple yarıda kaldığı bilinmeyen mahallede hemen herkes, başını sokacağı bir haneye taşınmış, yalnızca o kalmıştı koskoca apartmanda. Kül yutmuş şehrin kursağında renkler de evler de anlamını yitirmişti onun için. Hepsi salt bir dekordan ibaretti. Ne vakittir varoluşsal sancılarla cebelleştiği kafasındaki soruların izini sürdü kendi duyabileceği kadar alçak bir sesle.
"Kısa süreliğine de olsa hissetmiş miydim o anlam denen şeyi yaşamın düalitesinde? Belki de mesele hiçlikteydi. Hiç olmanın bilincinde olmaktı bütün mesele. Ya hiç olamadığım personalar... Hangisiydim? Anne, abla, evlat, kardeş, beyaz yakalı... Hiçbiri. Hiçbiri olamadım. Peki o zaman kimim ben? Neyim? Öyle ya. Hiç kimse. Koca bir hiç işte."
Hiçliği kucakladı. Ceplerini yokladı. Aradığı kavramların bir teki bile orada değildi. Ah Pandora! Kilitli sandık. Açılsaydı mesela. Nasıl olurdu? Oturduğu berjerden kalktı. Zaten oturmak, kalkmak, yemek, içmek, tuvalete gitmek gibi zaruri köşeleri müsavi olmayan çokgenler kaplamıştı hayatını. Ev kira değilse de faturalar vardı ki sırf bu zaruret dâhi sokaklarda ve lokanta köşelerinde tanımadığı yüzlere pandomim gösterisi sunma sebebiydi. Çocukluğu da İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi zamanları da tıpkı yaşadığı şehir gibi gri ve flu idi. Geceler ve gündüzler birbirine karışmış ebru deseninden farksızdı onun için. Yaşamını idame ettirmek için ihtiyaç duyduğu paraya hiçbir vakit saygı duymamıştı. Annesinin muhtelif semtlerdeki evleri ve tüm birikimi, kumarbaz babası yüzünden çayın içindeki şeker misali erimişti. Geriye oturduğu daire kalmıştı. Babasını son gördüğünde sekiz yaşındaydı. Annesi öldüğündeyse on sekiz.
"Sizi bekliyordum Bayan N. Geçiniz. Yalnız bu geceye mahsus mühim bir istirhamım olacak sizden. Lütfen sadece dinleyiniz! Herkes anlatıyor, herkes çok konuşuyor. Hatta kornalar bile. Biliyor musunuz? Kısa çalınca "git" diyorlar. Daaat. Böyle çalınca da silsile halinde küfrediyorlar. İçlerindeki öfkeye mülkiyetlerini de dahil ediyorlar. Ne yıkıcı! Bir ara sizinle mülkiyet sohbetimize Platon'u da davet etmek isterim. Rahatsız olmazsınız değil mi? Ah ne kadar incesiniz!
“İncelik her zaman kibarlıktan olmuyor. Bazen de zayıflıktan. Manevi zayıflık değil bahsettiğim. Bu sabah gördüm. Kalabalığın arasında zayıf çöp gibi bir çocuk. Oynuyordu. Evcilik değil. Raks. Yanında yüzü gözü güneşten kararmış, saçları kıvırcık bir başka çocuk, -takriben on bir, on iki yaşlarında- darbuka çalıyordu. Oldukça eskiydi derisi. Sesler, yüzler, parfüm kokuları, ter kokuları birbirine karıştı. Alkışlar, ritimler ete kemiğe dönüştü. Kahkahalar, ıslıklar yuttu. İki küçük çocuk siluetleşti, sessizleşti, belirsizleşti. Şehrin yuttuğu binlerce nesne gibi. Cisimsizleşti, isimsizleşti. Leşti. Küfürleşti iki yabancı. Yumruklar uçuştu. Çocukların gözleri korkuyla büyüdü. Sonrası hercümerc.
“Binbir Gece Masalları'nı bilirsiniz değil mi Bayan N? Şah Şehriyar'ın Şehrazat'a güvenmesi kolay olmamıştı. Annemse tam tersiydi. Her gece inanarak dinledi babamın anlattığı masalları. Hatırlar mısınız Demiryolu Hikâyecileri'ni? Onları görebilmek için muhtelif istasyonlara giderdim. Trenler gelip geçerdi. Babamın içinde olabileceğini düşlerdim. ‘Ayran’ satan çocuğun parasını alamadığı burukluğu duyardım o raylarda. Lokomotifin yanında duran lacivert elbiseli adama bir öykü de ben yazardım. Babamı gördüğünü düşünürdüm. Kâh yolculardan biri olurdu kâh yüreği yaralı bir turna. Kaf Dağı'nın ötesinde yaşayan kötü devin büyüsüne kapıldığını, bu yüzden sıradağları aşıp gelemediğini düşünmek rahatlatırdı belki de. Mektup bırakırdım civardaki posta kutularına. Gizli bir mezhebe ait olduğunu, evden çıkmamaları gerektiğini yazardım ölü dillerden birinde. Sadece o çıkıp gelsin diye. Kuş dili de ölü dillerden bir tanesiydi. Babam öğretmişti. İlk cümlesi de: "Segenigi çogok segevigi yogo rugum." olmuştu.
“Binbir gecenin sonunda kendime anlattığım masallar bitti Bayan N. Tıpkı sizin kendinize anlattığınız masalların bitmesi gibi. Şehriyar dönmedi. Küçük kızınız, bir de eşinizden yadigâr kumar borçları kaldı yanınızda. Sandığı açalım dilerseniz. Pandora'yı özgür bırakalım. Ne dersiniz? Vous êtes trés gentilles, Madame!(1) Bu tozlanmış kemikler için lütfen kusuruma bakmayınız. Mezardan almak hiç kolay olmadı. Annesiz yaşamak zordur, bilirsiniz. Zira siz de anneannemden ayrı idiniz. Pandomima sona ermeli. Üzüldünüz, biliyorum. Siteminizi Sami Paşazade Sezai'ye ediniz. Kalemi başka türlüsünü yazmazdı sanırım. Beni affediniz. Zira benim kalemimi de siz kırdınız. Anne demek isterdim size bunca yalnız bırakılmışlığıma rağmen. Fakat bu mümkün değil Bayan N. Kabul ediniz ki siz öldünüz. Yaşarken de bir ölüydünüz. Kızınız, Pandomima Pascal'ın gülüşünü ödünç aldığınızı sandı, siz ipte sallanırken. Bakınız dudaklarım hep gülümsüyor. İki derin çizikle uzattım gülüşümü. İçim kan ağlıyor. Fakat müsterih olunuz, kimse bilmiyor. O küçük kızı birazdan kafesinden uçuracağım, tellerin dışına, Dışarıya.
Şehirler kalabalık yutan kötü devlerdir, malumunuz. Kızınız da sindirilecek kül rengi şehrin kursağında. Huzur içinde uyuyunuz."
Yatağa yatırdığı iskeletin dağılmak üzere olan eline küçük bir buse kondurdu. Kabarmış parkelerin üstünde süründü yorgun adımları. Apartmanın ihtiyar dış kapısı son kez dişlerini gıcırdattı, dışı kadın içi kız çocuğu olan pandomima, gecenin karanlığında meçhule karışırken.
(1): Çok kibarsınız madam!
Elmas Tunç
Comments