Bir gün kendimi salonun baş köşesine kök salmış bir çınar ağacı gibi Agâh’la dertleşirken buldum. Ben dudaklarımı kıpırdatıyordum, o ötüyordu. Hücre arkadaşı sayılırdık bir yerde. Güzel anlıyorduk birbirimizi. Bir çınardım çınar olmasına ama içim kof, gövdemin bir kısmı ise yosunla kaplanmıştı. Bu derde, bu yatağa düşmeden önce, kelimelerim sedasını yitirmeden önce Agâh’ın dilini bilmiyormuşum meğer.
Her şey tazeyken gelenim, gidenim, soranım çok oluyordu. Kız, oğlan, gelin, damat, torunlar elini üzerimden hiç çekmeyecek zannediyordum. Hem bu hal insanın öyle zoruna gidiyordu ki. Birileri altımdan alırken, yani en utanç verici kısımda gözlerimi sıkıca yumuyordum. O an oracıkta ölsem daha iyiydi. Karnımdaki kofluk büyüse, büyüse, büyüse de beni içine çekip yok etseydi. Agâh sitemle sesleniyordu böyle zamanlarda. Tövbe de Azize’m, namazlı abdestli kadınsın sen. Namaz, abdest kalmamıştı. Sadece içimden geçirebildiğim dualar, ezberimde olan sûreler vardı. Bundan sonra evlatlarıma ve Hayri Bey’e külfet olurdum ancak, biliyordum. Öyle konuşma, sen gözümüzün bebeğisin, diyordu bana. Agâh’ın uzattığı teselli çiçekleri olmasa ciğerlerim neyle nefeslenirdi bilemiyordum.
Bir zaman sonra değişti evin havası. Hayri Bey’le otuz beş yıl boyunca paylaştığım yatak odası, rengi solmuş mutfak dolapları, eprimiş halılar, çatlak banyo fayansları, hepsi yenileniyordu. Başımı çeviremediğimden, Agâh kapı aralığından izliyor ve bana olup biteni neşeli bir ötüşle anlatıyordu. Çocuk gibi seviniyordu Agâh, eve bahar havası geldi Azize’m diyordu. Bazen de buruk birkaç cikleme duyuluyordu sadece. Hayri Bey’in salon kapısının önünden geçerken kaçamak birkaç bakışı yaralıyordu Agâh’ın minik kalbini. İyice elini eteğini çekmiş olması, sözünü, selamını susturması, zaten soğuk olan kalbini şimdilerde bir buzdağına çevirmesi, Agâh’ın gözlerini pencereden dışarıya dikip uzun uzun düşüncelere dalmasına sebep oluyordu. Böyle zamanlarda gökyüzünü uğursuz bulutlar kaplıyor, salon boğucu bir hal alırken yağmur niyetine hastalıklı, kızıl katreler yağıyordu yeryüzüne.
Dönüşünü aynı hızla sürdüren esrik dünyayı, akvaryumdan izleyen bir Japon balığıydım. Bir gün kızım geldi başucuma. Çelimsiz kalmıştı iyice, kendine hiç bakmıyordu. İçli içli gözyaşları dökmüyor muydu bir de. Bana o beklenmedik haberi verirken benden çok onun canı yanıyordu. Hissiz bedenimin altında mahsur kalmış çekyat un ufak olup yerlere saçıldı. İçimdekine benzer bitimsiz bir boşluğun, bir hiçliğin en ortasında çırılçıplak kaldım. Sanki idam sehpası ayağımın altından itildi. Hali pürmelalim Agâh’a hep ayan olurdu. Haberi duyunca kafesinde çıldırdı deli divane.
Ertesi gün beni ve Agâh’ı küçük odaya taşıdılar. Penceresi daha ufak, ön bahçeye değil arkaya bakıyor. Elma ve ıhlamur ağaçlarının gölgesi düşüyor bu odaya. Tek bir iyi yanı vardı burada olmanın. Yel estiği zaman ıhlamur kokusu doluyordu içeri. Bir anlığına yaşadığını anımsatıyordu o koku insana. Onun dışında, bir yüksünmeyi, halı altına süpürülmeyi temsil ediyordu bu göç bizim için. Besbelli Agâh’ın canı sıkılacaktı bu camın önünde. Gün ışığı az değerdi buraya. Duvarları yorgun bir safran sarı rengindeydi. Hangi akla hizmet bu renge boyattığımı sorguluyordum o an. Yeni bir yatak alınmıştı bana. Üzerine utancımın sindiği çekyata veda ediyordum artık. Tam karşımdaki duvara bir televizyon monte etmişlerdi, konforum için her şey düşünülmüştü. Temel ihtiyaçlarımın giderilmesi için de mahalleden tanıdık bir kadını tutmuşlardı. Yedi kat el ile nasıl olur bilmiyordum, göğüs kafesimde büyüyen elem yumağı nefesimi kesiverse bir anda ne iyi olurdu. Dünyadan geçip giden bir garip yolcu olarak anılmak yeterdi, unutulsam da olurdu.
Hayri Bey ortalıkta görünmedi o gün. Çoluk çocuk beni yerleştirdi, büyük torun yanımda biraz daha fazla kalıp bana resimli bir hikâye kitabı okudu. Yanağımdan yastığıma süzülen o narin ıslaklığı Agâh görmesin diye dua ediyordum içimden. Hayret ediyordum, insanın kendini yok etmekten dahi aciz olması mümkündü demek, akla en son geleceklerin kalbe hücum etmesi, yorgunlukların her an her saniye özlenmesi mümkündü.
Çok geçmeden eve Bahar geldi. Agâh kapı aralığından izleyip anlatıverdi olanı biteni. Bir hoca getirip halletmişler malum işleri. Kızımla gelinim benim odamda dert yanıyordu birbirine. Kendileri ile yaşıt bu yosma ile ne yapacaklarını düşünüyorlardı. Konuşamıyor, yürüyemiyor, hayati faaliyetlerin çoğunu yerine getiremiyorum diye kulaklarım da duymuyor sanıyorlardı. Tepki veremiyorum diye üzülmediğimi, bağırıp çağıramıyorum diye sinirlenmediğimi, en önemlisi de felcin kalbime de indiğini zannediyorlardı.
Bahar denen çocukcağız kendi rızasıyla mı babası yaşındaki adamın evine gelin geldi, bilmiyorduk Agâh ve ben. Hayri Bey, yeni hanımıyla beraber ikinci gün odama bir uğradı. Kızlar sana söylemiş Azize, durum böyleyken böyle, dedi. Bahar durgun bir suya benziyordu. Hani yüzü her daim bezgin görünen, gözleri uykudan yeni kalkmış gibi duran tiplerdendi. Bahar’a elimi öptürdü Hayri Bey, sana saygıda kusur etmeyecek filan dedi. Tepki verememek, konuşamamak o an isabetli oldu aslında. Ne diyecektim ki? Agâh ciyak ciyak öttü o sırada, onları odamızdan kovuyordu. Bahar’la Hayri Bey gözlerini yerden kaldırıp kafesteki Agâh’a baktılar. Sanki istenmediklerini hisseder gibi çok durmadan çıktılar odamızdan.
Hayri Bey’in insanın içini üşüten o buz gibi hallerine ben çabuk alışmıştım da çocuklara üzülürdüm eskiden. Ben ki evlenmeden önce çenebaz bir kızcağızdım. Sonraları kocam sohbeti sevmiyor diye az konuşmaya alışmıştım. Ne olsa huylu huyundan vazgeçmiyor, Hayri Bey’in olmadığı ortamlarda çenem düşüyordu bazen. Onun kapıdan girmesiyle beraber çoluk çocuk hepimiz suspus olup gerektiği kadar konuşuyorduk sadece. Oldum olası sakinlik istediğinden midir nedir kızımızın adını da Asude koymuştu. Ancak Asude’miz adının aksine öyle bir yaygaracıydı ki, bitmek bilmeyen ağlayışına bir çare bulamazdık. Hayri Bey çocuğu alıp sakinleştirmek şöyle dursun, öfkelenir la havle çekip başka odaya kapanırdı. Çocuklar ufakken bunu yadırgamıyordum elbette, Hayri Bey’i kızdırdık diye ben de küçücük bebeğe ve kendime hayıflanıyordum.
Hayri Bey, Bahar’a da öyle buz gibi davranıyor muydu acaba? Bir sakarlık etse ters ters bakıp söylenerek odadan çıkıp gidiyor muydu? Bahar gereğinden fazla birkaç cümle kursa susturuyor muydu onu? Yoksa yıllardır dinlediği başını şimdi birisinin ağrıtacak olmasına hiç aldırmıyor muydu?
Odamın kapısı genellikle örtük durduğundan bilemiyordum tabii bu soruların cevabını. Üzerime alınmıyordum, Hayri Bey zaten hep Agâh’ın olduğu odanın kapısını kapalı tutardı. Bense ona inat en çok Agâh’la dertleşir, konuşur, ona yeni kelimeler öğretirdim. Benim çıkmayan sesimdi Agâh. Ötmesinden bıktığı için onu tutup birisine verecekti de bir gün, en büyük kavgalardan birini etmiştim Hayri Bey’le. Ondan sebep şimdilerde de bize dokunmuyordu.
Agâh da ben de zamanla içimize attıklarımızı sindirmek durumunda kaldık. Bahar’ın kokusu eve yayıldıkça yayıldı. Benim oda hariç her yerdeydi eli kolu. Bazen gülüşme sesleri ilişti kulağımıza. Otuz beş yıllık yatak odamızın kapısının altından yasemin, lavanta ve vanilya kokuları sızıp duruyordu. Evin duvarları artık hiç soğuk değil, alabildiğine ılık ve doygundu. Hayri Bey adeta küçülmüş, körpecik kara yağız bir delikanlı oluvermişti. Adım sesleri dahi eskisi gibi değildi, oradan biliyordum. Agâh bana tüm bunları kafamda kurduğumu söylüyordu. Bir şeyler iç içe geçmişti beynimin kıvrımlarında. Ayrımına varmakta güçlük çekiyordum.
Bizim gelinle Asude’nin konuşmalarına kulak misafiri oldum bir keresinde. Bahar, Hayri Bey'i, çocukları ve evi yadırgamamış hiç. Günden güne konuşkan, sevecen ve şen şakrak halleriyle herkesi alıştırmış kendine. Zihnimde Hayri Bey’in mağrur ve hafif tebessüm eden surat ifadesi canlanıyordu. Bahar’a benden ve çocuklarından esirgediği şefkati göstererek bakıyor, işlediği kusurları göz ardı ediyordu. Yemek tuzlu olursa suratını asmıyor, pantolon çift çizgili ütülendiyse gülüp geçiyordu. Bahar’ın o acemi ve çocuksu halleri Hayri Bey’e sempatik görünüyor, evdeki varlığı günden güne anlam kazanıyordu.
İçim bulanık, çamurlu bir suyla dolarken, hanede bahar havasının estiği birkaç ay geçip gitti. Bir sabah kızılca kıyamet koptu. Onca yıllık evliliğimizde Hayri Bey’i, öfkesini bu denli haykırırken gördüğüm günler bir elin parmaklarını geçmezdi. Demek ki büyük bir şey olmuştu. Uzaktan da olsa duyduklarımla biraz tahmin yürütmeye başlamıştım. Yerinden oynamayan mimiklerim, aynı donuklukla bekleştiler. Birisi gelip de neler olup bittiğini anlatacaktı elbet. Agâh kafesinde çırpınıp duruyordu. Ben sakindim. Ötelerden cıvıldayan çocuk sesleri geliyor, aralık duran camdan içeri ıhlamurun şefkatli kokusu giriyordu.
Asude geldi en nihayetinde yanı başıma. Bahar, dedi. Sonra biraz duraksadı. Bilemedi ki böyle bir şey nasıl anlatılır. Derin bir nefes aldı. Bahar, babamın kasadaki paralarını çalmış ve bahçıvanla beraber kaçıp gitmiş, deyiverdi. Dudaklarım titreşti. Asude bir şeyler söyleyeceğimi sandı. Eğer vaziyetim böyle olmasaydı bile ağzımı açıp tek kelime etmezdim.
Agâh ile göz göze geldik. Sarışın, ela gözlü, yürekler delecek kadar yakışıklı bir delikanlı gibi bana çapkın bir bakış attı. Yanaklarımı allar bastı istemsiz. Alnımı ve göğüs kafesimi çiy tanelerine benzer domur domur ter kapladı. Karnımdaki kofluk neredeyse kapanmıştı. Düşümde bir salıncaktaydım. Agâh’ın sarı saçlarının arasından dolaşan yel, benim eteklerimi uçuruyordu. Güneşin sıcağı öpüyordu tenimizi. Sonsuzluğa erişecek gibi sallanıyordum.
Az öteden ikisi çıkageldiler. Meyve ağaçlarına, ıhlamura ve çiçeklere gürbüz elleriyle dokunan, fidelere can suyu veren genç bahçıvan, bu kez o ellerle Bahar’ı tutuyordu. Baştan başa haklı bir gururun müsebbibiydi. Kızın berrak ve soluk yüzünde birçok renk vardı bu sefer. Yanakları kadar pembe bir elbise giymişti. Oğlan, bahçemizden derdiği çiçekleri bir buket yapmış uzatıyordu Bahar’a. Cennetin ilk insanları gibi mutluydu ikisi de. İşte şimdi mevsim gerçekten değişmişti.
Emame Akman Harmancı
Comentários