Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan kaçmak için buraya sığınıyorum. İnsana ev sıcaklığı veren samimi bir atmosfere sahip. Duvarlardaki renk seçiminden kaynaklanıyor olabilir. Koyu ceviz ufak masalarda oturan birkaç insan olduğunu görüyorum. Kendime uygun bir köşe buluyorum. Saçlarımda, sakalımda ve omuzlarımda yağmurun bıraktığı kristal damlacıklar var. Hava bana biraz bunaltıcı geliyor. Ceketimi çıkarıp sandalyeye asıyorum.
Sonra gözlerim beklenmedik bir şekilde ona takılıyor. Bir süre duraksıyorum. Bu kadını bir yerden tanımadığıma eminim. Ama karşımda oturuşu… Bilinmezliği bir hırka giyip önüne bıkkın bir ifadeyle bakıyor oluşu… Herhangi bir nedensellikten uzak. Zamanın çok ötesinde duruyor. Bir zaman makinesi ile buraya ışınlanmış gibi.
Arkadan cılız bir müzik duyuluyor. Bir müddet sonra tanımaya başlıyorum. “Eternity And A Day” filminin müziği… Ölümcül bir hastalığa yakalanan Yunan şairin son gününü ve şairin hayatı anlamlandırmaya çalışmasını anlatan film. Şöyle diyordu yönetmen, “Yaşamı tanımak için o kadar çok vakit harcadı ki, kendisi yaşayamadı.”
Kadından yayılan hüzünlü notaların yanında bu müzik epey silikleşiyor. Tahmin etmeye çalışıyorum. Onun da yaşayamadığı bir ömür vardı belki. Nasıl olduğunu anlamadan geçip gitti. Ve bu gidişin arkasından bakıp bir bardak su içmekle yetiniyor kadın. Çocukluğumdan bir anı uzanıyor zihnimin yamaçlarına. Savuşturmaya çalışmanın faydası yok. Tüm çıplaklığı ile bir akşam üzerinin hatırasına maruz kalıyorum. Okuldan gelmişim. Annem yemeği yapmamış henüz. Öylece oturuyor. Elinde cılız dumanıyla bir sigara, “Baban gitti oğlum,” diyor. Bu gidişin ötekilerden farklı olduğunu anlıyorum. Annem babamın arkasından masada duran bir bardak suyu içiyor. Bense üzerine alelusul çizimler yapılmış bir karalama kâğıdı gibi buruşturulup fırlatıldığımı hissediyorum.
Kadına bakarken ellerim fark etmeden ceketimin cebindeki deftere uzanıyor. Masaya koyuyorum defteri. Daha sonra “Neredeydi, neredeydi,” derken… Öbür cepte duran kalemi yakalayıveriyorum.
Zihnime üşüşen insan kalabalıklarının üzerine kapıyı örtemiyorum. Hayatıma değmiş kadın elleri geliyor gözümün önüne. Narin, kıvrak, kemikli, ince, körpe, merhametsiz, tutkulu, inatçı kadın elleri. Bazıları kalbimi çalıyor, bazıları kapımı. Bir tanesi var ki… Tarifi imkânsız bir boşluk açıyor içimde. O günden sonra o karadeliğe çekiyorum tüm korkuları. Umutsuzca defterden yırtılıp koparılmış bir eskiz kağıdıyım şimdi.
Kadının kederinin, yüzüne gölgeler düşürdüğü o an… Bana anımsattığı şeylerin adını veremediğim sarsak bir duygu parçası. Bir hafiye gibi o kusursuzluğun peşindeyim. Böyle anlarda kendime ben bile şaşırıyorum.
Eskiz defterimi açıyorum aylar sonra. Kadının cildinin hassas ve opak beyazlığını, uykusuz gözlerinin en içine gizlenmiş karanlıkları ve bitimsiz siyahı, zihnime kazıdığım gibi defterime de kazımaya başlıyorum. Ellerim benden bağımsız hareket edercesine yaşadığımız bu anın detaylarını kâğıda ilmek ilmek örmeye devam ediyor.
Ne içeceğimi soran garsonun yüzüne bakmadan “Sadece kahve,” diyorum. Onu başımdan atmak istediğimi ve o an çok meşgul olduğumu anlıyor. Sonra geri çağırıyorum garsonu. “Hayır sadece su.”
Buraya gelmeden önce neredeydi ve kim bilir başından neler geçti? Dağınık toplanmış saçları neden bu kadar kasvet yüklü? Elleri… Bir şeyleri bırakmış ve bu bırakmışlık yüzünden yaşama veda etmiş gibi bezgin. Yüzüne dengeli bir güzellik katan elmacık kemikleri, içe çökmüş yanakları sayesinde daha belirgin. Merak ediyorum. Acaba gülünce nasıl görünüyor? Koyu kırmızı renkte bir ruj sürdüğü dudakları, yüzüne yayılan bir tebessümle beraber daha karşı konulamaz ve daha kadınsı görünüyor mu mesela? Onu şımarık gösteren ufak burnu güldüğü zaman kırışıyor mu? Tüm meraklarımın pençesinde çizimi tamamlıyorum.
İtiraf etmeliyim. Bu, bitmesini hiç istemediğim bir eskiz oldu. Kim bilir belki de ömür boyu bitirmek istemeyeceğim bir tabloya dönüşecek ve ben her sabah uyandığımda, daha kahvaltımı etmeden, dağınık saçlarımı taramadan, elimde yalnızca bir kahve ile o resmin başına geçeceğim ve her sabah minik bir fırça darbesi daha atarak, o resmi sonsuza kadar boyamaya devam edeceğim.
Biraz aceleci tavırlarla defteri kapatıp kalkıyorum ve masaya bozukluk bırakıp çıkıyorum. Bana aylar sonra eskiz defterini açtıran bu kadına nasıl teşekkür etmeliyim, bilmiyorum. Dinmeyen ancak yavaşlayan yağmurun altındayım yine. İlerideki kalabalık sokak dikkatimi çekiyor. Koşar adımlarla yürüyorum.
Geri döndüğümde elimde bir demet papatya var. Camekandan içeri bakınca garsonla göz göze geliyoruz. El işareti yapıyorum ona ve dışarı çıkıp yanıma geliyor. Çiçeği ona verip kenara çekiliyorum. Camın hemen kenarındayım, fark edilmek istemiyorum.
Garson gidiyor ve yağmurda ıslanmış taze papatyaları kadının masasına bırakıyor. Kadın dalgın gözlerini kaldırıyor nihayet ve garsona bakıyor. Meraklı bakışlarına karşın ondan bir cevap alamadığı halde sakin görünüyor. Yalnızca narin elleri, eskizde durduğu yerlerinden kalkıp çiçeklere dokunuyor.
Sonsuzluğu izler gibi izliyorum onu camın gerisinden. Gülümsemesini görüyorum sonunda. Haklı çıkıyorum. Dudakları ve yorgun bakışları artık neşeli bir şiire benzemeye başlıyor. Burukluğu bir parça da olsa benim sayemde dağılıyor işte. Benimse artık ona ve onun yaşattığı bu atmosfere ihtiyacım kalmıyor. Elim cebime gidiyor. Eskiz defterine dokunuyorum istemsizce, bu nesneden bana bir güven duygusu akıyor adeta. Bir varış, bir teslim oluş hissediyorum. Küçük dünyamın, avcumun içine sığmasından gizli ve derinlikli bir haz duyuyorum.
Kim bilir belki çizeceğim tablo, bizi bir gün bir yerde karşılaştırır. Ve ona bu hikâyeyi anlatırım. Şimdilik ceketimin yakalarını kaldırıp, yağmura aldırış etmeden, sokak lambalarının aydınlattığı caddelere doğru süzülüyorum.
Eskizdeki kadın artık benimle.
Emame Akman Harmancı
Comments