Gece…
Ey uzun çarşaf.
Ey kıvamsız hüzün.
Geldin yine, balçıktan gövdenle.
Unutmak Sofia, unutabilmek… Benim yüreğim, hiç geçit vermedi unutmalara. Onun için aklımda sayısız gülüş var. Bazen sesler ve renkler, bana onları getiriyor. Keder atlasında unutamamak nereye düşer Sofia? Görürsün; hiç izin kalmamış sokaklarda, ama sen usanmadan o gülüşlerin peşinden gidersin…
Hep kışa durmak gibidir, unutamamak. Sıcaklığın ve renklerin yitimidir. Anıların solgun urbasını hep taşımaktır, unutamamak… Ve unutamamak, senden gidenlerin yasını tutmaktır hep.
Keder, doğudan batıya mı yükselir; yoksa batıdan doğuya mı? Keder nerede dik uzanır yüreğe Sofia?
Sıcak eller çekiliyor günlerimizden ve sesler de… İşte ben, o kayboluşları hiç sevmiyorum. Anlığa teslim oluşunu sevinçlerin ve yıkıntıların yasının bir ömre yayılışını…
Sevgili Sofia, artık içimizden hiç sevinç katarları geçmiyor. Çocukken ne de çok geçerdi. Katar deyince de aklıma hep şu kara trenler geliyor. Dumanını savura savura kendini uzak yollara vuran, dizi dizi vagonlar… O vagonlar ki, nice hasretin ve garibin hikayesini taşımıştır yorgun gövdesinde. O trenlerin çok tok düdük sesleri vardı. Ve o tok sesli düdükler, yoksulların sessiz hikayesini bozkıra, ovalara duyururdu sanki….
Sofia, biz seninle Yeşilçam filmlerinin melodram kokan kadınlarına benzerdik en çok. Hikayelerin hep mutlu sonla biteceğini ve maviliğin sonsuzca hayatımıza akacağını sanırdık. Sevdiğimizle bir köşe başında karşılaşacağımızı, denize karşı buğusu üstünde çaylar içeceğimizi düşlerdik. Ve olur da yaş akıtırsak şu hayat için, kıymıklar batarsa boğazımıza yine de bir gün o maviliğin geleceğini sanırdık. Ve sandık… Hayatın, Yeşilçam melodramlarını yerle bir eden diyalektiğini henüz öğrenmemiştik. Ve öğrendiğimizde fersah fersah bizden uzaklaşan o melodramların nemli romantikliği inceden işlemişti ciğerlerimizde bir yerlere… Ondandır, belki bu romantikliğimiz.
Sofia, hatırlıyor musun beyaz pencereleri? Hani, onun uzun ve beyaz büyük pencereleri vardı ya bize anlattığı. O filmdeki gibi demişti bize… Sanki denize açılıyordu o uzun beyaz pencereler. Ben hep o pencerelerin düşünü kuruyorum geceleri. Ama geceler öyle penceresiz ki Sofia. O pencereler şimdi bana kutup uzağı.
Bazen biz bütün gülüşlerin ve seslerin dışında kalırdık Sofia. O zaman bir trenin daha kalkıp uzaklara bizsiz gittiğini anlardık. Bilirdik, bahar bize hep geç gelir; erken giderdi. Bundandı hırçınlığımız, tıpkı büyüklerin konuşmalarından dışlanan çocuklar gibiydik. Her yüzde bir anlam arardık. En çok da anahtar arardık, büyüklerin dünyasına bizi sokacak ve o gülüşlere ortak edecek anahtarı.
Gitmek diyorum Sofia uzaklara… Her insanın bir uzağı vardır, bir kaçışı… Ve bezginlik, şehirli romantizmimizi aşka getirdiğinde uzakları düşlerdik biz. Hep adsız şehirleri, adsız denizleri. Ama illa da maviyi düşlerdik, illa da kuşları ve çocukları…Bir kasaba düşüne yerleşirdik yoruldukça. Küçük kasabalara, deniz kokan iklimlere yerleşirdik.
Sofia, ne çok batık var içimizde… Hani şu hikayesiyle denizlere gömülen gemiler gibi, ne çok hikâyenin batığını taşıyor yüreklerimiz. Çünkü Sofia bizim diken batmış çok düşümüz var. Bazen biz yaralarımızı gösterirdik insanlara ve onlar da daha büyük yaralar açıp giderlerdi bizden…
Sevgili Sofia, sessizlik nereye düşer keder atlasında? O nasıl bir öğretmendir? Bize en çok insanların sessizliği öğretti bozgunu… Sessizlik, bizden gidenlerin ve sözden korkanların en büyük sığınağı olmuştu hep. Nice bozgundan, ihanetten geçiyor insan değil mi Sofia?
Yalnızlıktan ve sessizlikten geçtiği gibi… Küfüne üflediğimiz her bozgundan, büyük sessizlikler çıkıyor. Hayat bize ikisinin akrabalığını ne de iyi öğretti. Ne düşünüyor acaba insanlar, sessizce çekip gittiklerinde hayatımızdan? Görünmez olduklarını mı? Oysa o sisli bozgunlar içinde sessizlik nasıl kanatıyor yüreğimizi…
Sofia, bazen bulutlar kremalı bir pastaya benziyor. İnsan elini uzatıp dokunmak istiyor. Kremalı pastaya benzese de bu beyaz bulutları yazın görmek beni hiç de mutlu etmiyor. Hele yaza meydan okuyan bu yerleşik ve aldırmaz halleri yok mu? Çok inatçı görünüyorlar Sofia… Dallar hafiften sallanıyor. Yağmurlardan olsa gerek, ağaçlar pek bir gürbüz bu sene… Evin arkasındaki bahçede ağaçlar sarmaş dolaş. Ve ağaçları evi bilen kuşlar. Evlere bakıyorum Sofia… Bizim küçük hapishanelerimize... Onların içinde insanlar ve hikayeler var.
Sevgili Sofia, sana Nazlı’dan söz edeceğim. İzmir’e giderken karşılaştım onunla. Keyifsizdim, pencereden dışarı bakıyordum. Geldi, oturdu boş koltuğa…Kaçamak bir şekilde beni süzdüğünü fark ettim. Arada ona bakıp gülümsüyordum, o da utangaç bir şekilde karşılık veriyordu bana. Derken konuşmaya başladı benimle, ilk sorusu da “Evli misin, çocuğun var mı,” oldu. Doğudan gelmiş, mevsimlik işçilik yapan bir ailenin en küçük kızı olduğunu öğrendim konuşunca. Diğer tarafta annesiyle birlikte iki kardeşi oturuyordu. Bir taraftan benimle konuşuyor, bir taraftan da dışarı bakıyordu heyecanla. “Buralarda çok ağaç var. Bizim köyde bu kadar ağaç yok, bunlar çok güzel” dedi. Bizim sohbet koyulaştıkça, ablası da ilgilenmeye başladı bizimle. Nazlı’yla konuşurken ona da gülümsüyordum arada. Anladım ki o da konuşmak istiyor. Sonra geldi çekingen bir gülümsemeyle oturdu, Nazlı’yı kucağına aldı. Daha o söze başlamadan Nazlı atılıp ablasını tanıttı hemen. “Bu benim ablam. O çok zeki, dersleri çok iyi. Ben ablamı çok seviyorum,” diye kısa bir girizgah yaptı. Bu arada Nazlı ablasını sürekli öpüyor, ona sarılıyordu. Ablası onun bu ilgisinden utanıyor, bazen gülümsüyor bazen de küçük kızı kendinden uzaklaştırıyordu.
Mola verdiğimizde üç kardeşe de bir şeyler alıp verdim. Pek sevindiler, anneleri “Ne zahmet ettin,” dedi mahcup bir gülümsemeyle. Nazlı da kendine bir kraker almıştı. Beni ikide bir dürtükleyip “Alsana,” diye tembihliyordu. Az aldığımı fark edince, krakeri tam ortamıza koydu rahat alayım diye. “Yesene, bak anneme de verdim. Zararlı değil,” diye ekledi. Benim zararlı olduğu için yemediğimi düşündü demek. Oysa onun büyük bir iştahla yediği krakere ortak olmak istemiyordum sadece. Bana döndü, “Bak anneme de verdim, zararlı olsa ona vermem ki,” dedi. Sonra nerden çıktıysa, “Ben ölsem bir şey olmaz ama annem ölürse kardeşlerime kimse yemek yapamaz ve onlar da ölür,” dedi. Şaşırdım Sofia… Nazlı, o gün benim bütün kederimi dağıttı. Bir kere daha ve daha çok sevdim çocukları… Çocukların ne büyük yürekleri varmış meğer… O gün bunu bir kere daha öğrendim Sofia…
Hatırlar mısın Sofia, bizim kocaman atlaslarımız vardı çocukken. Hani şu çantamıza koyduğumuzda çok yer kaplayan, yükümüzü ağırlaştıran. Açar bakardık büyük ve renkli sayfalarına. Parmağımızı ülkelerin üstünde gezdirirdik. Meğer denizler ne de çok yer kaplarmış şu dünyada. Sonra ekvatoru öğrendik. O, dünyanın beline geçirilmiş bir kemer gibi gelirdi bize. Fakat dünyanın şişkin göbeği, patlayacaktı sanki o kemeri… Oraların çok sıcak olduğunu, aslan kaplan ve fil denen heybetli canlıların yaşadığını öğrendik. Kutupları penguenlerden bilirdik, paytak paytak gezen sevimli canlılarmış. Soğuk mu soğuk bir yeryüzü köşesiymiş oralar. Biz ılıman kuşakmışız Sofia. Dört mevsim de varmış bizde. Dağları, denizleri, ovaları ezber ettik atlastan. Bir de enlem ve boylamları öğrendik. Söylesene Sofia, keder en çok hangi enlem boylama düşüyordu yeryüzünde? Hesaplanır mıydı o da?
Sevgili Sofia, bizim küçükken öğrendiğimiz bir dağ vardı. Kaf dağı… Onu ne çok aradık haritada da bulamadık. Meğer o sadece masallarda olurmuş. O bir masal dağıymış, geç de olsa öğrendik… Ulaşılmazlığın, imkansızlığın dağıymış o…Ve büyükler imkânsız şeylerden söz ederken hep onun adını anarlardı.
Yağan yağmurların, küçük göletler oluşturduğunu öğrendik coğrafya derslerinde. Suyun bulut olmasını, bulutların yağmur olup yağmasını. Peki bu kadar keder nereden yağıyor Sofia? Yoksa bulutlarda mı keder taşıyor?
Peki umut? Onu da çok aradık atlaslarda… Hangi yeryüzü köşesindeydi… En çok nerede görülürdü?
Emek Bayrak
Comments