Geleli henüz bir ay olmuştu. Sonbaharın başıydı ve hava hâlâ sıcaktı. Kendi isteğiyle tayin isteyip gelse de Ankara’dan buraya, işe devam edip etmeme konusunda derin bir ikilem yaşıyordu. Yeni bir şehre, yeni bir işe alışmak kolay mıydı? Bir tür kaçıştı aslında. Bir şehirden, yarım kalmış hikâyelerden. En çok da anıların ağır yükünden. Ah o kaza olmasaydı! Gülnur hayatta olsaydı, Ankara bu kadar acıtmazdı canını. Ne ceberut müdürün dedikleri ne de Semih’in gidişi.
Kazaya dair her şeyi silmeye çalışmıştı belleğinden. Bildiği, istemeden öğrendiği her şeyi. Onun için de ayrıntılarla ilgili kimseye soru sormamıştı. Kazadan iki hafta sonra Gülnur’un ailesini ziyarete gitmiş, evde birkaç cümleden fazla bir şey konuşulmamıştı. Gülnur’un annesinin, “Seni kardeşi gibi severdi,” sözü kulaklarındaydı. Gülnur kardeşten de öteydi onun için. Anneye ne diyeceğini bilememiş, kurmak istediği bütün cümleler boğazında düğümlenmişti. Teselli cümlesi kuramamıştı. Zaten pek beceriksizdi bu konularda. Hem tesellisi mi olurdu böyle bir kaybın. “Başınız sağ olsun,” demeye zor bela gücü yetmişti. Semiha Hanım’a kocaman sarılmış, gözyaşlarını savuşturmaya çalışırken de hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.
Lise arkadaşı, can dostu, biricik sırdaşı ve on yıllık ev arkadaşı Gülnur çekip gitmişti apansız. Ne büyük bir boşluktu yokluğu. Ve ne büyük bir kederdi onsuzluk. Yıllarını geçirdiği bu şehirde her şey, onu ve Semih’i hatırlatıyordu şimdi. Canı çok ama çok acıyordu.
Evde Gülnur’un oturduğu koltuğa bile bakamıyordu ilk zamanlar. Sonra üstünü örtmüştü koltuğun. Ama örtülü haline bile dayanamamış, depo gibi kullandıkları karanlık odaya taşımıştı onu. Evdeki bütün eşyalar onu hatırlatıyordu. Gülnur’la hafta sonları gidip, gölgesinde çay ve sigara içtikleri çınar ağacının altına da bir daha gitmemişti hiç. Bütün çınarlar sabıkalıydı artık onun için. Gölgesine sığınmayacağı tek ağaç çınar olacaktı.
Dört ay sonra Gülnur’un ablası, biricik dostunun telefonunu kapatmıştı. Kapanan numarayı silmeye eli bir türlü gitmemişti Leyla’nın. Hâlâ orada duruyordu. Açıyor, ezbere bildiği numaraya bakıyordu. Birkaç kez çaldırıp kapatmışlığı da vardı.
Gülnur’un her hecesini vurguyla söylediği, boş vermişliğin amentüsü dediği o cümle geliyordu aklına çokça. “Amaaaannnnn boşşşşşşverrrrrr.” Boş veremiyordu. Zaten Gülnur da boş veremezdi hiçbir şeye. Leyla da öyle. Boş verilemiyordu çünkü…
Nikâha iki hafta kala Semih birden ortalıktan kaybolmuştu. Telefonu da kapalıydı. Leyla onun işten ayrıldığını bile bilmiyordu. Meğer planlamış gidişini. Bir anlam verememiş, başına bir hal mi geldi diye endişelenmişti telefonuna ulaşamayınca. O telaşla Semih’in annesini aramıştı iş çıkışı. Kadın önce konuşmak istememişti. Bir ölüm sessizliği vardı üstünde sanki.
“Ne oldu Suna anne, bir sorun mu var? Semih’e ulaşamıyorum. Çok merak ettim.”
Kadın susmuş, bir iç çekişten sonra;
“Leyla kızım ne diyeceğimi bilmiyorum. Semih yurt dışına gitti. Dün aradı, yapamayacağını söyledi. Biz sana karşı çok mahcubuz yavrum. Çok kızdık, bağırıp çağırdık Semih’e. Vazgeçirmeye de çalıştık. Çok üzgünüm çocuğum. Çok…Utanıyorum oğlumdan”
Duyduklarına inanamadı. “Gitti mi? Ciddi misiniz?” diyebildi ancak.
Karşıdan çok net bir karşılık geldi.
“Evet çocuğum.” Sonra ekledi. “Seni böyle bırakıp gitti ya, o dünyanın hiçbir yerinde mutlu olamayacak”.
Leyla içinden, “Olamasın,” dedi. “Hoşça kalın Suna anne,” dedi kırgın bir sesle.
Kadın da ağlamaklı bir sesle, “Sen de hoşça kal kızım,” dedi. Leyla telefonu kapattı. “Kaçmış. Sessizce, sinsice… Bunu nasıl yaparsın? Nasıl nasıl?” dedi kendi kendine.
Tam o sırada apartmanlarında oturan, çok sevdiği emekli felsefe öğretmeni Cemile Hanım aramıştı onu. Leyla ile Semih’i akşam yemeğine davet etmek istiyordu. Leyla, telefonu açmış, sesi titreyerek, “Alo!” demişti. Cemile Hanım korkmuş, “Leylacığım neyin var? İyi misin?” diye sormuştu telaşla. “Semih kaçıp gitmiş,” diyebilmişti sadece. Cemile Hanım ne diyeceğini bilememiş, “Eve gel, konuşalım kızım,” diye üstelemişti.
Sersemleşmiş bir halde koca caddeyi yürüdü. Eve nasıl geldiğini hatırlamıyordu bile. Gülnur daha işten gelmemişti. Kapıyı yeni kapatmıştı ki Cemile Hanım gelmişti. Sordu bir kere daha. “Ne oldu kızım, anlatsana?” Leyla’nın beti benzi atmıştı, birkaç cümle kurabildi ancak. “Umarım hiç gün yüzü görmez, mutlu olmaz vicdansız adam,” dedi öfkeyle Cemile Hanım. Sonra da Leyla’nın elini tutup, “Acın çok yeni daha ama iyi olacaksın. Mutlu günlerin olacak,” demişti. Sonra Gülnur gelmiş, Cemile Hanım gitmişti. Leyla, Gülnur’un yanında bir çocuk gibi sesli sesli ağlamıştı. Bir annesinin bir de Gülnur’un yanında böyle rahat ağlayabilirdi. Gülnur şaşkınlığını attıktan sonra bütün okkalı küfürleri, aklına gelen bedduaları sıralamıştı Semih’e.
Sonrası; sorular, karabasanlar, teselli verenler, uzun terapiler, ağır ilaçlardı Leyla için. Ve upuzun, karanlık bir depresyon…
Aradan üç yıl geçmişti. Azıcık iyileşmeye başlamıştı ki Gülnur gitmişti birden. Bir kaza ayırmıştı onları. Hiç aklına gelir miydi böyle bir ayrılık. İnanamıyordu. Sanki Gülnur bir gün bir yerlerden çıkıp gelecekti. Ama gelmiyordu. Lanet yere gitmeseydi keşke. O gün evden hiç çıkmasaydı, ayağı kırılsaydı keşke. O kadar çok keşke vardı ki…
Yok, duramazdı buralarda. Mümkün değil yapamazdı. Tayin istemişti. Ailesinin bütün ısrarına rağmen onların yaşadığı şehre istememişti tayinini. Ege’de sadece adını bildiği bu küçük ilçeye gelmişti.
Her şey yabancıydı. Yollar, sokaklar, insanlar, ağaçlar, kuşlar. Başını kaldırıp baktığı gökyüzü, dağın dibinde sessizce uzanan şu sakin deniz bile çok yabancıydı. Bir o kadar uzak. Oysa ne çok severdi denizleri. Onların maviliğini de…
Çok hızlı bir şekilde gelip yerleşmişti buraya. Eşyalarının bir kısmını Cemile Hanım’a bırakmıştı. Az da olsa hafiflemek istiyordu. Eşyaların da anıları vardı çünkü. Bir kısmını Gülnur’la birlikte almışlardı. Ve artık kederli bir yüktü onlar. Sadece albümlere kıyamadı, götürdü onları da. Çay içip çokça dertleşmişliği vardı Cemile Hanım’la. Ondan kalın kitaplar alıp okumuşluğu, birlikte şarap içip derin sohbetlere dalmışlıkları da. Cemile Hanım da ona çok sevdiği kartpostal koleksiyonunu hediye etmiş, bir de kendi ördüğü renkli şalı vermişti.
Otogara kimsenin gelmesini istememişti. Bir yabancı gibi gitmek istiyordu bu şehirden. Bileni, tanıyanı yokmuş gibi. Sanki bu şehirde hiç yaşamamış gibi. Anıların derin kazanıydı bu şehir. Ama ondan kaçılmazdı. Ötelere gidilse de, bütün izler nakış nakış işlenmişti belleğine. Vardı elbet güzel anılar ama bir çığın altında kalmıştı sanki güzel olan her şey….
Başka bir şehir, başka sokaklar… Bilinmedik bir tenhalıktı şimdi yaşadığı. Gerçi apartman gürültücü komşularla doluydu, hem de alışık olmadığı türden. En alt katta, sabahları torunlarıyla birlikte balkona çıkan Neriman teyze oturuyordu. Komşulara her denk geldiğinde iki torununu gösterip, “Bu çocukları, kızımı ortada bırakıp gitti namussuz,” diyordu. Uzun uzun anlattığı eniştesiydi. Günde iki posta, denk geldiklerine eniştesinin yapıp ettiklerini anlatır, kızı içerden çıkıp kaş göz işareti yapınca da susardı. Bir üst katta da balkona atletsiz çıkıp kocaman göbeğini dosta düşmana gösteren Faik amca vardı. Üçüncü kattaysa; sabahları radyonun sesini çok acınca komşuların tepelediği Selami Bey yaşıyordu. “Sabah sabah şu bayat şarkıları bize niye dinletiyorsun Selami Bey. Kıs şu radyonun sesini,” diye uyarırdı komşuları her seferinde.
Dördüncü katta olunca balkondan herkesi rahatlıkla görüp duyuyordu konuşulanları. En görünür komşuları bunlardı. En seslileri de. Bir de karşısında oturan yaşlı bir amcayla teyze vardı. Yanlarında da beş yaşında torunları. Kapıda karşılaşmışlardı birkaç kez. “Sen yeni mi geldin kızım?” diye sormuştu kadın. Birkaç kez çorba getirmişti. Leyla da küçük torun için kek yapıp götürmüştü. İçeri ısrarla davet edilince geçmiş oturmuştu. Yaşlı karı koca hastaydı. Oturma odasındaki masanın üstü ilaçlarla doluydu. Hastalıklarını daha sormadan, kadın uzun uzun anlatmıştı. Hatta torununun hikâyesini de. Babası hapse girmiş, annesi de kanserden ölmüş. Hikâyenin hiçbir ayrıntısını öğrenmek istemiyordu. Sormadı da onun için. Ama sormadan anlatılan bu hikâye, onu bir tuhaf yaptı. Huzursuzlandı. Nereye gitsem hüzünlü bir hikâyeye dokunuyorum, diye düşündü. Küçük kıza bakıp buruk bir gülümsemeyle ismini sordu.
Sabah kahvaltı yapmadan önce simitçi Ali’nin sesi geliyordu sokaktan. İştahı olmasa da bir şeyler yemek için zorluyordu kendini sabahları. Ali’yi keşfettiğinden beri de her sabah simit alıyordu. Ali’yle sohbet etmeye de başlamışlardı. Dört çocuklu kalabalık bir ailenin ortanca çocuğuymuş. Abisi sanayide çalışmaya başlamış. Babası boyacılık yapıyormuş. Annesi de evlere temizliğe gidiyormuş. O da liseyi bırakıp simit satmaya başlamış, evi geçindirmek için.
“Ya sen abla?” diye sordu Ali Leyla’ya.
“Ankara’dan geldim. Memurum. Tayin istedim buraya, şimdi de alışmaya çalışıyorum,” dedi kısaca.
“Güzeldir burası abla. Kolay alışırsın,” dedi Ali gülümseyerek. “Umarım,” dedi Leyla.
Her sabah rutini olmuştu Ali’den sıcak simit almak. Gülnur da ne çok severdi simitle çayı. Belki bir hatırayı yaşatmaktı artık simit almak sabahları. Sonra Ali’nin o gür sesiyle bağırması, sabahları güç veriyordu Leyla’ya. Umutsuz olma der gibiydi sanki o gür ses…
Geceleri eli albümlere gidiyor. Bakıp kederleniyordu çok zaman. Sonra balkona çıkıp uzun uzun karanlık sokağı izliyordu. Elindeki sigara, masada soğuyan çay ona dakikalarca eşlik ediyordu. Bazen hafif bir müzik açıyor, dinlediği her şarkıda anılarla karşılaşıyordu. Eczaneden aldığı uyku ilacını içip yatıyordu sonra da. Sabah alarmla uyanıp üstünü giyince, Ali’nin gür sesi geliyordu sokaktan. Hiç üşenmeden dört kat aşağı inip simit alıyordu. Ali her seferinde, “Abla bana söylesene, niye iniyorsun dört katı,” diyordu. Leyla da “olsun, uykum açılıyor işte. İyi oluyor” diyordu.
Yeni sesler, yeni insanlar. Alışırdı belki buralara…
O akşam albümlere gitti eli yine. Kederlenmeye fırsat bulamadan karşı komşusu çalmıştı kapıyı. Küçük torun da vardı. “Ablası seni görmek istemiş. Müsait misin?”.
“Tabii, gelin,” dedi Leyla.
Torun ninenin kucağına oturup Leyla’ya baktı uzun uzun. Leyla da ona. Çocuk neşesine uzaktı sanki küçük torun. Ama yine de bir umut vardı sanki koyu gözlerinin derinliklerinde. “Neye tutunmalı şu hayatta?” diye sordu kendine içinden. “Umuda belki. Var mı ki?” diye de ekledi. Karşılığını düşünmeden yerinden kalktı hızlıca, “Bir çay yapayım, sabah aldığım simit de var, yeriz,” dedi, mutfağa doğru ilerlerken.
Emek Bayrak
Comments