top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Emel Taşkesen- Korkma Kırılmaz!

Zil çalıyor. Öğrencilerim boya tüplerini kapatıp bırakıyorlar duvardaki raflara. Fırçalarını temizliyorlar bir sonraki ders için. Kaçıncı kez yarım kalmış tuvalleri şövalelerinde, kol kola çıkıyorlar koridorlara. Birazdan kapağı açılmış bir baraj gibi taşacaklar bahçeye. Kuşlar gibi cıvıldayacaklar, ısıtmasa da kendini hatırlatan güneşten nasiplerini alacak, mis gibi havanın, geç gelen baharın tadını çıkaracaklar. Oysa ben, şu koca atölyede bir ders saati daha yapayalnız bekleyeceğim dışarı çıkıp çaresiz özgürlüğümü yaşamak için.

Atölye okulun bodrum katında. Duvarın yukarısında küçük bir pencere var. Güneş, mazgalların arasından süzülerek ancak loş bir şekilde girebiliyor içeri. Floresan ışıklarını kapatıyorum. Pencerenin altındaki koltuğuma oturmadan dolabımdan küçük bir şişe rom alıp bir iki fırt çekiyorum. Şişeyi dolaba geri koyarken yarım kalan yağlı boya tabloma çarpıyor gözüm. Dalgalı bir denizde bir gemiye yaslanmış başka bir gemi.  İkisi de yan yatmış, bata çıka devam ediyorlar talihsiz rotalarına. İnan’la benim ilişkimi resmetmiştim, bitiremeden o gitti! Oysa daha kısa zaman öncesine kadar gün içerisinde kaç kez gelip bakardı bana mazgalların arasından. Bölük pörçük de olsa görürdü beni!

Fakültedeyken terk ettiğim sevgilimin intihara teşebbüs etmesi bende derin yaralar açmış, bir daha romantik ilişki yaşamaya cesaret edememiştim. İlk kez atandığım bu okulda resim derslerinin ille atölyede yapılması konusunda ısrarlı olduğumdan, idareden bodrum katındaki bu depodan bozma odayı koparabilmiştim. İnan, müdür yardımcısıydı. Ustalara yardım etmiş, duvardaki çatlakları sıvamış sonra bir güzel boyamıştı. Derin bakışları, atölye isteyişimdeki sebepleri anlayışla dinleyişi ve duvarları boyarken sürekli dönüp beni izlemesi hoşuma gitmiş, yeminimi bozdurmuştu.

Döşemesi yırtık eski koltuğuma oturuyorum. Bu köşe öğrenci yurdunda kaldığım senelerdeki etüt salonunun karşısında oturup kendi içime daldığım, daha sonraları da Sevilay’la paylaştığım dinlenme salonundaki yerimi hatırlatıyor bana. Sevilay da gitti, hem de İnan’la.  İnsan bilir.  Çok iyi tanıdığı birinin söylemeye çalıştığı cümlelerdeki eksikleri zihninde tamamlar. Yarım gülüşünün sebebini sezer, telaşını heyecanını tanır.

Sevilay’la ilk karşılaştığımız günü hatırlıyorum. Dinlenme salonundaki köşemde oturuyordum. Cep telefonumu kapatıp hıçkırıklara boğulmuşken görmüştüm ayaklarını. Başımı kaldırdığımda kısa kesilmiş saçları, yuvarlacık parlak gözleri küçücük gülümsemesiyle bana mendil uzatırken içimi ısıtmıştı. Sormadan karşıma oturmuş, şefkatli bakışları gözyaşlarıma alüvyonlar oluşturmuştu. Anlamaya istekli gözleriyle neden ağladığımı sormuştu. “Yakınlık meselemden ötürü sevgilimi terk ettim.” “Yakınlık meselesi nedir?” “Yakınlık, kişinin ötekinde olmadığı şeyi görmesidir.” Sevilay anlamadığını belirtir bir şekilde kaşlarını çatınca, “Deniz salyangozu bilir misin? Deniz salyangozu dinlemek gibidir yakınlık, kişinin deniz sandığı, sadece bir salyangozdur. Yanılsamadır! Hele bir de kişilerin gölgeleri birbirine karışırsa, içinden çıkılmayacak bir yanılsama olur.” Sevilay’ın gözleri şaşkınlıktan kocaman açılmışken kısık bir sesle, “Yakınlık iyidir,” demişti.

O günden sonra Sevilay anlamadığım bir sebepten ötürü benimle yakınlaşmayı hırs haline getirmişti. İlk zamanlar yemekhanedeki yerimi keşfetmişti. Dinlenme salonundaki yerimi zaten öğrenmişti. Akşamları terastan güneşi denize batırdığım tek ayağı kırık sandalyemi de bulduktan sonra banyo sırasında bile görmeye başlamıştım onu. Önce koridorda görüp laflamalar derken her akşam odama uğramaya başlamıştı. Bazı günler yastığımın altında notlar buluyordum, “Esila tiyatroya iki biletim var, gidelim mi Sevilay?”

Geçirmekte olduğum buhrandan dolayı vaktimi genellikle yurtta geçiriyordum. Sevilay benimle birlikte daha çok vakit geçirebilmek için devamsızlık yapmaya başlayınca “yakınlık meselem” kapıyı tıklattı. Oda arkadaşım Pervin’den yardım istemiştim. Sevilay’ın odamıza gelmesine yakın Pervin’le, genellikle kimsenin olmadığı arka bahçedeki basketbol sahasına gitmiştik. Sevilay balkondan bana bağırdığında potaya şut atıyordum. Bir saat boyunca adımı bağırmıştı, duymazlıktan gelmiştim.

Sonra karşılaştığımızda yüzünde kırılmışlığın izini görmüştüm ama bu konuyla ilgili konuşmamıştı. Aramıza beni rahatlatacak ölçüde bir mesafe koymuş ve arkadaşlığımız devam etmişti. Ben okulu bitirip Ankara’ya döndükten bir yıl sonra onun da tayini Ankara’ya çıkmıştı.

Terebentin yanıcı bir maddedir. Bir kibrit çakıp yere atsan bütün atölye yanar! Geçmiş zamanlarda bırak bir atölyeye sahip olmayı, malzeme bulmak için bedeller ödemiş kadın sanatçıları düşününce, onların anılarına duyduğum saygıdan dolayı o çılgınlığı yapmıyorum.

Öteden pat pat, kıyırt kıyırt diye sesler geliyor. Şövalelerin arkasında saçı dağınık topuz, eski zaman kabarık etekli elbisesiyle bir kadının kendinden geçmişçesine bir heykel yontmakta olduğunu görüyorum. Üstü başı toz toprak içinde. Pencereleri açmadığım için odada kalan terebentin kokusu ve hızlıca çektiğim rom fırtları kafamı mı bulandırdı diye düşünüyorum. Arada bir iki adım geri çekilip eserine bakıyor, kendi kendine Fransızca konuşuyor daha doğrusu sayıklıyor. Allah’tan Fransızca biliyorum, ne dediğini anlıyorum. “Roden benim hayatımı mahvetti. Roden emeklerimi çaldı, beni tımarhaneye kapattırdı,” gibi cümleler tekrarlıyor. Birkaç adım daha atınca onun 1800'lü yılların sonuyla 1900'lü yılların ortalarına kadar yaşamış olan büyük deha, usta heykel sanatçısı Camille Claudel olduğunu görüyorum. Dönemin meşhur heykel ustası Rodin ile çalkantılı bir romantik ilişki yaşadıktan sonra tımarhaneye kapatıldığını, tam otuz sene orada yaşadıktan sonra orada öldüğünü hatırlıyorum.

Yanına yaklaşıyorum. Meşhur eseri üzerinde çalışıyor. Arkasını dönmüş gitmekte olan, tek elini arkaya doğru uzatmış adam. Diz çöküp adamın arkada bıraktığı ele uzanan acı içinde bir kadın ve adamın yanında onu kapsamaya çalışan başka bir kadın. Bu Camille’in Roden, karısı ve kendini anlattığı eser, orijinalini görmek beni heyecanlandırıyor. “Çok güzelmiş,” diyorum. “Bitmedi,” diyor bir yandan rötuş yapmaya devam ederken. Hayal bu diyorum içimden. İnsan saygı duyar! Bazı kişilerin hayaline de saygı duyar. Onu incitmek istemediğim halde gerçeği bilmeli diye düşünüyorum. “Ama bitti!” “Paris’te Rodin müzesinde sergileniyor” Rodin ismini duyunca sinirleniyor heykeli alıp yere atmaya davranmışken elini yakalıyorum. “Dur ne yapıyorsun?” “Bunları Rodin yaptı, hepsini o yaptı,” diyor öfkeyle. Heykeli elinden zor kurtarıp masaya bırakıyor Camille’a sarılıyorum. Sarılır sarılmaz heykeliyle birlikte kayboluyor. Kendimi kendime sarılmış gibi hissediyorum. Yerde kalmış malzeme kırıntılarını alıp cebime atıyorum. Aşkı sanatla yoğuran bu kadından ölesiye korkmuşlar ki tam otuz yıl kapatmışlar onu, asıl delilik bu diye düşünüyorum.

Çalan zille kendime gelip koridora çıkıyorum. Yanımdan iki kız öğrenci geçiyor. Moralsiz olduğu anlaşılan kıza arkadaşı, “Hadi Hair World’e gidelim,” diyor. Hemen internetten aratıp çok yakında bir kuaför olduğunu öğrenip adımlarımı sıklaştırıyorum.

Beşevler metro istasyonunun altından karşıya geçiyor, sağdan ikinci sokağa girince baştan ikinci dükkânın üç basamağını çıkıyorum. Penceresiz küçücük bir yer. İçeride birkaç kişi var. İki tane parlak kırmızı bekleme kanepesi üç tane kuaför koltuğu var. Kabarık saçları dağınık, önden tek dişi eksik, taşlı tokalı kemerle tutturmazsa kot pantolonu üzerinden düşecek bir kişi bana yöneliyor. “Merhaba Hasan ben,” derken eliyle beni kuaför koltuğuna buyur ediyor. “Düz fön istiyorum,” diyorum. Beş dakika sonra okuldan çıkan kızlarla kuaför tıklım tıklım oluyor. Fön makinelerinden çıkan dumandan ortam buhar altında kalıyor. Aynadan arkamı görebildiğim kadarıyla arkada sürgülü bir kapı açılıyor. İçeriden ter içinde bir kız çıkıyor ardından Asyalı bir kadın. Asyalı kasaya fiş bırakıyor, açılan kapıdan nahoş kokular doluyor. Ağda odası olmalı diye düşünüyorum. Kadın sürgülü odaya girmeden önce koku dağılsın diye vantilatörü çalıştırıyor. Kokudan, buhardan, gürültüyle çalışan vantilatörden başım dönüyor. Nihayet fönüm bittiğinde aynaya şöyle bir bakıp hemen kendimi dışarı atıyorum. Tahta küçük masanın yanında hasır sandalyeye oturuyorum arkadan dudağında ince bir sigarayla Hasan geliyor. “Neden dalgalı fön çektin, düz istemiştim,” diyorum. “Adı üstünde, burası Hair World, yani Saç Dünyası, saç ne derse onu yaparız, söylemediler mi sana buraya gelmeden önce,” derken kafasını sallaya sallaya gülüyor. İtiraz etmiyorum, garip bir kabullenmişlik duygusu yerleşiyor yüreğime. Isıtsın diye ay çiçeği gibi yüzümü güneşe doğru tutuyor hemen sonra indiriyorum. “Korkma kız! Kaldır başını, kırılmaz,” diyor Hasan yine gülerken. Yüzümü tekrar güneşe çevirdiğim halde küskün ayçiçeği sol yanıma eğiliyor. Kalbimden şangır diye bir ses geliyor.

Hediyelik eşya dükkânına giriyorum. Kapıyı açtığımda müşteri girdi uyarıcısı olarak birkaç saniyelik bir alarm çalıyor, şangırtı sesi şeklinde. Sesle birlikte kasada oturan orta yaşlarda, şık bir takım giyinmiş, ciddi ifadeli kadın bana bakıyor. Ürperiyorum. Dükkândaki tüm şeylerin camdan yapıldığı dikkatimi çekiyor. Güneş ışığını birbirine yansıtan camlar içeride ışıktan güzel bir prizma yaratıyor. “Dokunmadan bakın, kırdığınız eşyanın bedelini ödersiniz,” diyor kadın biyonik bir ses tonuyla. Ayak parmaklarımın üstünde yürüyor, eşyalara elimi uzatırken heyecanlanıyor sonra korkuyla geri çekiyorum. “Hayırlı olsun yeni açtınız galiba,” diyorum sevimli olmaya çalışarak. Cevap vermiyor. Biraz sonra tekrar müşteri girme alarmı çalıyor. Gayri ihtiyari kapıya baktığımda Sevilay ve İnan’ı görüyorum, el eleler. Kasada oturan kadın aynı ses tonuyla bana yaptığı uyarının aynısını onlara da yapıyor. Kalbim hızla atıyor. Bu yüzleşmeye hazır mıyım? Beni görmemeleri için kafamı iyice öne eğip ayak parmaklarımın üstünde diğer taraftan kapıya yönelmişken bir şangırtı duyuluyor. Yanlışlıkla çarptığım bir hediyelik eşya kırılıyor. Kasadaki kadın sert bir bakış atıyor, “Bedelini ödeyeceksiniz” Şıpır şıpır terliyorum. Sevilay yırtıcı bir bakış atıyor bana, “Ooo bakın burada kim varmış,” diyor alaycı bir ses tonuyla. İnan acıyla, öfkeyle hatta aşkla, bakıyor bana. Hemen kendimi toparlıyor, onları birlikte görmüş olmayı önemsemiyormuş gibi yapıyorum. “Sevilay, bakıyorum da hâlâ benim adımlarımı takip ediyorsun” Sevilay hırsla raftan aldığı bir hediyelik eşyayı yere fırlatıyor. Bir şangırtı daha! “O basket sahasında beni duymamış olman imkânsızdı,” diyor dişlerinin arasından çıkan tıslar gibi bir sesle. “Bedelini ödeyeceksiniz,” diyor kadın Sevilay’a. İnan bana doğru bir adım atıp dokunmak ister gibi elini uzatıyor. Kasadaki kadın hemen uyarıyor, “Kırarsanız bedelini ödersiniz” Ben ellerimi birbirine kapatıp geriye doğru adım atıyorum. “Gel İnan, gidelim buradan,” diyor Sevilay. İnan kapıya yöneliyor ama bir eli arkada kalıyor. Ben diz çöküp acı bir yüz ifadesiyle o eli tutmak istermiş gibi kalakalıyorum. Sevilay onu kapsamak istermiş gibi İnan’a dönüyor. Heykel gibiyiz. Çıkarlarken öyle büyük bir hışımla kapıyı kapatıyorlar ki tüm raflardaki hediyelik eşyalar şangur şungur yerlere düşüyor.  Elleriyle başını tutan kadın, “Aaah” diyor dizleri üzerine çökerken. “Merak etmeyin bütün bedelleri ben öderim,” diyorum. Dükkânın camından Camille’i görüyorum. Elinde heykeli kendi kendine konuşarak geçip gidiyor.

“Kız, korkma kaldır başını kırılmaz,” diyor tüm yüzüne yayılmış gülümsemesiyle Hasan. Başımı kaldırdığımda kırık dişinin arasından siyah bir boşluk görüyor, yüzümü güneşe çeviriyorum. Hasan durmadan gülüyor, ben de.


Emel Taşkesen

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


tevfik can küçükşahin
tevfik can küçükşahin
Jul 14

Sizin kaleminizi seviyorum. Yine iyi bir öyküydü. Tebrik ederim 🪻

Like
bottom of page