Yemişlerin kurumaya bırakıldığı, karıncaların bile çalışmaya ara verdikleri bir havada, trenle yolculuk yapmayı tercih eden Ece, koltuğunda halinden memnun dışarıyı izliyordu. Pencereden akan görüntülerin hepsinde doğa tüm cömertliğini sunuyordu Ece’ye. Her kareyi dondurmak istiyordu. Elinde fotoğraf makinesi, yakalamaya çalışıyordu her ne geçiyorsa yanı başından. Atölyeye gidince renkleri, şekilleri bir şekilde yansıtırdı tuvale nasılsa…Galerinin yeni sergisi için dört gözle beklediği resimleri de yapabilirdi belki, kim bilir…Bir an gülümsedi kendi kendine. “Renkleri konuşturan kadın” diyorlardı ona. Hatta son sergisinden sonra bir muhabir: “Resimlerinde müzik var. Sanki her renk bir nota…Müthiş!” diye yazmıştı. Fırçalarla dans eden genç ressam, başarının kendine has kokusunu almıştı. Her başarılı insan gibi daha fazlasını mı istiyordu? Bunun için neden veya kimden vazgeçebilirdi? Cevaplar için çıkmamış mıydı bu yolculuğa?
Tam bu sessiz sorulara cevaplar arıyorken karşı koltukta annesine yapışmış gibi oturan kız çocuğuyla göz göze geldi. En fazla beş altı yaşlarındaydı. Özensizce toplanan kıvırcık saçlarıyla, rengi solmuş elbisesiyle uslu uslu duruyordu karşısında. Ayaklarını üst üste koymasa kendisine büyük gelen ve yıpranmış ayakkabıları dikkat çekmeyecekti belki de. Tüm dikkatiyle Ece’yi izliyordu. Hasır şapkasıyla, yeşil çerçeveli gözlüğüyle, kırmızı saçlarıyla, boyanmış gibi görünen elbisesiyle, elindeki makineyle, durgun su gibi dalgın bakan bu kadın; çocuğa başka bir zamandan gelmiş gibi görünüyordu. O yaştaki çocuklar annelerine benzemeyen her kadın için aynı şeyi düşünür. İri kahverengi gözlerini bir an bile kendisinden ayırmayan küçük kızın duruşu, üstü başı, kıvırcık saçları, sakinliği, bakışları tanıdık geldi Ece’ye. Ama nereden, ne zamandan, hangi solgun resimden, hangi hüzünlü hatıradan, hangi yoksulluktan ve mutsuzluktan? Yirmi yıl kadar önce bir yaz günü, ailesiyle çıktığı yolculuk belli belirsiz canlandı zihninde. Hatırlıyor gibiydi…
***
Bir mutsuzluk bir yoksulluk saklanamaz. Bırakamazsın ardında, kaçamazsın öyle; bir yerden çıkar gelir, oturur hayatının ortasına ya da yakalar seni tam bitti dediğin anda.
Aysel’in anneliğinde belki de en çok zorlandığı şeydi, çocuklarına parasızlığı anlatmak. Sarı Yakup’un ve kıvırcık Ece’nin kendisi gibi bu yokluğu kabul etmelerini istemek. Hangi dili kullansa yetersiz, nereden tutsa beyhude bir çaba.
Sokakları turunç kokan, sevimli küçük ilçede yaşamanın en kötü yanı yaz mevsimindeki sıcağa katlanmaktı. Burada hava başka türlü sıcaktı sanki. İnsanın içini de dışını da kurutan cinsten. Bu mevsimin gelişini iple çeken sadece Aysel olmalıydı. Annesini görebildiği tek zaman dilimi. Körfez kokan şehre gidebildiği tek mevsim. Tüm zorluklarına rağmen bu yolculuk değerdi her şeye. Biraz kaçış, biraz kurtuluş.
O sabah trene yetişmek için erkenden kalkmışlardı. Biletlerde numara olmadığından trende koltuk kapacaklardı mecburen. Yoksa bu bunaltıcı havada yolculuğun birkaç saatini ayakta geçirirlerdi. Tren istasyonu merkezdeydi ve oraya gitmek için yürümeleri gereken bir yol vardı. Daha gevrek alacaklardı. Aysel dün pazardan alıp plastik kaba koyduğu ucuz tulum peynirini dolaptan çıkardı. Akşamdan düşünürdü hep böyle şeyleri. Kafasında hep ertesi gün yapacakları. Pire gibi hızlı, gereğinden fazla tez canlı… Bu özelliklerine rağmen bu kadar kiloyu niye almıştı? Belli belirsiz iç geçirdi. Genç kızken Kos’ta bisiklete bindiği günleri düşünürdü bazen. Uzun boyu, incecik beli, biçimli bacakları, dik göğüsleri, uzun siyah saçlarıyla süzülürdü sokaklarda. Geçen zaman eğip bükmüştü, hem bedenini hem ruhunu.
Ya kişiliğine davetsizce gelip oturan o tedirginlik hali. Bakışlarına yapışıp kalan korku... Ne yaparsa yapsın diline pelesenk olan cümle, “Şevket kızar.” Çocuklardan biri düştüğünde bir anne olarak üzülmek yerine ‘’Ben şimdi Şevket’e ne diyeceğim?’’ diye kapıldığı anlamsız panik.
“Çorba niye çok sıcak?”
“Bu elbise niye kısa?”
“Bütün gün neredeydin?”
“Benden habersiz çarşıya mı gittin sen?”
“Bu kadın buraya gelmeyecek demedim mi ben?”
Şevket işte. Hep sorgulayan hep eleştiren hep kızan hep üzen hep ağlatan. Hep hep hep…
Eksik yaşamaya, terzilikten kazandığı üç kuruşu kocasının eline saymaya, kendi içindeki yalnızlığa, asker gibi hazırda bulunmaya, yorgunluğa, kayınvalide baskısına; hepsine katlanıyordu. Ada kızıydı o. Dayanıklı olur Ada kızları...Gelgelelim kocasıyla arasında bazen usul usul bazen gürültülü yükselen sevgisizlik duvarını aşamıyordu. Şevket ona en son ne zaman gülümsemişti ya da güzel bir cümle kurmuştu? Eskidendi, çok eskiden.
Annesi en başta uyarmıştı onu.
"Bre Aysel, bre kızım, güzel adam diye gideceksin aksi adama. Suratı gülmüyor bre bu adamın."
Yine haklıydı, her şeyi bilen kadın. Büyük bir aşkla evlendiği, ünlü bir aktöre benzeyen bu mavi gözlü adam; karısının yanındayken her şeyi sorgulayan hâkim gibiydi. Huysuz, huzursuz, kızgın bakardı; hem kendisine hem çocuklara hem de hayata.
Şevket karısının tek başına yolculuğa çıkmasını istemezdi. Annesinin yanında da fazla özgür kalıyordu. Olmazdı. Kocasının baskısını her daim üzerinde hissetmeli; rahat olmamalıydı öyle. Gerçekten sevmiş miydi onu ya da bir kadın nasıl sevilir, biliyor muydu? Ona göre bir kadına sahip olunurdu. Kral gibi hükmedilirdi. Erkeğin gerisinde durur ve hiçbir şeye itiraz etmezdi. Aysel bazen sınırını aşıyor, sorun çıkarıyordu onun gözünde. Peki ya çocuklar? Uslu oldukları sürece severdi onları. Babası kendisini ne kadar sevdiyse o kadar.
***
Kasabanın simgesi olan istasyona vardıklarında tren bekleyen kalabalığın içinde kendilerine bekleyecek bir yer aramaya giriştiler. Bu kez vagonda balık istifi gibi dizilmeselerdi keşke. Otobüs biletlerinin fiyatı nasıl artmıştı öyle? Sözde haberlerde enflasyon düşük diyorlardı. Laf!
Ece için eğlenceydi bu kalabalık. İnsanları meraklı bakışlarla izler, kendince bir yakınlık bir tanışıklık arardı. Bakardı, görürdü bu küçük kız. Kimsenin dikkat etmediği sıradan şeyler, konuşmalar, kavuşmalar, oturmalar, yürümeler, görüntüler onun ilgisini çekerdi. Kalın dudaklı öğretmenini, asık suratlı kantinciyi, bazen bakışlarıyla kendisini korkutan bakkal amcayı, gelen ve gitmeyi bilmeyen komşuları, annesinin elbise diktiği kadınları, çok konuşan halasını, arkadaşlık kuramadığı diğer çocukları, üstten bakan zengin akrabaları, gülümseyen anneleri, sakin babaları, mutlu aileleri. İzlerdi her şeyi, dinlerdi herkesi. Bazen de boyardı sesleri istediği gibi ya da olduğu gibi.
Davranışları hatta konuşmaları resmederdi zihninde. Her sesin rengi mi vardı ona mı öyle gelirdi, bilinmez. Annesi Adalı olduğu için sesi mavi renk olmalıydı. Babasınınki siyah. Çünkü karanlık bir yönü vardı ona göre. Çalışkan abisininki ise yeşil. Asker olacağım, diye tutturmuştu. Kendi sesinin rengini bilmiyordu. Belki de sesi yoktu. Şaşılacak derece suskun bir çocuktu. Dört yaşına kadar konuşmayınca, annesi doktora götürmüştü onu. Halbuki bir tercihti bu suskun olma hali. Böylece kimse bağırmıyordu kendisine. İsteklerini de söylemezdi zaten. Babası kızardı, annesi de babası kızacak diye kızardı. En çok anneannesiyle konuşurdu. Ece’ye göre o, bir masaldan çıkmış gelmiş, bütün seslere sahip, bütün renkleri barındıran sütlü kahve kokan kadındı.
Zamanla çocukça ne kadar istek varsa hepsi tükenmişti içinde. Ona uzun gelen aslında kısacık olan hayatında öğrenmişti talep etmemeyi, soru sorulmayınca konuşmamayı.
Şimdi de yuvarlak yüzüne biraz büyük gelen kahverengi, kalın çerçeveli gözlüğünün arkasından istasyondaki bu curcunayı keyifle izliyordu.
Trene bin bir zorlukla bindiler ve birilerini ite kaka yer bulup oturdular. Yaklaşık dört saat sürecekti yolculuk. Boğucu bir hava, vagonlara tıkış tıkış sığmaya çalışan bu kadar insan. Tanışmayanların toplu taşıma araçlarında kurduğu bir ortaklık, aynı yolun yolcusu olmaktan kaynaklanan mecburi birliktelik. Zaman düşman görünürdü böyle anlarda kimisine. Göz göze gelinmemeye çalışılır, birbirini süzerken bakışlar kaçırılır falan filan. Bir süre sonra gülümsemeler, karşı koltuktaki bebeği sevmeler, yüzeysel sohbetler, yiyecek paylaşımları başlardı. Aysel korka korka yaşardı bu anları. Şevket’in gözleri avını izleyen avcı gibi onun üzerindeydi, hep tetikteydi. Bunu bilir ve sonradan başını ağrıtmasın diye dikkat ederdi oturmasına, kalkmasına, bakışlarına, konuşmasına.
Birçok umudu ve özlemi raylar üzerinde bir yerden başka bir yere taşıyan tren, bunlardan habersiz, kızlarının güzelliğiyle meşhur şehre doğru yavaş yavaş yol alıyordu. Çocuklar söyleyemiyorlardı ama acıkmış olmalıydılar. Aysel’in çantadan çıkardığı tulum peyniri ve taze gevrek kokusu, karayı gören denizciler gibi sevindirdi çocukları. Ece bayılırdı gevreğe, Yakup da peynire. Sanki herkes bu kokuyu bekler gibi çıkınlarında ne varsa çıkarmışlardı. Sabahın köründe yapılmış gözlemeler, köy peynirleri, dalından yeni koparılmış yemişler, kırma yeşil zeytinler, bahçeden koparılıp ezilmesin diye ayrı torbaya konmuş mis kokulu domatesler…
Ege insanı sadece yiyeceğini paylaşmaz; duygu alışverişini sever. Göz teması kurmak, konuşmak, anlamak, anlaşılmak ister; güler yüz bekler. Hayatla ilgili zamandan çalınan ve kalple kurulan gizli bir buluşmadır bu.
Karşı koltukta, kenarları kırmızı oyalı yemenisiyle oturan, güneş yüzlü, ufak tefek teyzecik yolculuğun başından beri izliyordu, görünüşte huzurlu olan bu aileyi. Köyündeki kuzular gibi usluydu bu çocuklar. Gevrekle peyniri öyle zevkle yiyorlardı ki onlara bir şekilde ulaşmak, bu keyfin parçası olmak istedi.
Köydeki minik ocağında fıstık kavurmuştu sabahın erken saatinde. Yolda bu kavrulmuş, küçük fıstıkları yemek pek güzel oluyordu. Karşısındaki cin bakışlı, kıvırcık kıza avucundaki fıstıkları uzatarak, “Sabahtan gavuraveedim, ıscak daha. Alıvee guzumm. Abinle yiyin garii,” dedi.
Ece korka korka babasına baktı. Onun, alabilirsin, bakışından sonra uzun parmaklı eliyle uzanıp biraz çekingen biraz kararsız aldı köy kokan fıstıkları. Aysel, kızının yerine teşekkür etti. Ece elindekilerin yarısını Yakup’a uzattıktan sonra bir tanesini ağzına attı. İlk defa kavrulmuş fıstık yiyordu. Bir parça gevrek, bir tane fıstık atıyordu ağzına.
Yıllar sonra bile hatırlayacağı bu lezzet, fıstıkçı teyze, diğer yolcular, bunaltan sıcak, zavallı annesi, otoriter babası, uzaklaşan abisi, barışamadığı çocukluğu, ilk umutsuz aşkı, yoklukla geçen öğrencilik yılları, seçilmiş hayal kırıklıkları, doğruları yanlışları, yenilgileri zaferleri, gidişleri gelişleri, vazgeçemediği sessizliği, insanlarla mesafesi, boyaları, fırçaları, tabloları, bir türlü renklendiremediği geçmişindeki solgun resimleri.
Keşke çantasında fıstık olsaydı şimdi; bir de simit demeye zor alıştığı sıcak gevrek.
Emel Zehra Tunçinan
Comments