Evi şehrin son noktasında. Işıkların hepsini yakıp yatağına uzandı. Dışarıdan gelen seslerden rahatsız olsa da pencereyi kapatmaya üşendi. Pikeye iyice sarınması yetmemiş, teni yine buz kesmişti. Yastığının üstüne bir yastık daha koydu, bu yükseklik boyun ağrısına iyi gelirdi belki.
Otuzlu yaşlarının başında. Uzun boyu, çelimsiz bedeni, kalın çerçeveli gözlüğü… Tipitip diyordu kendine. Belindeki kambur genç yaşına rağmen deve hörgücü kadar dimdikti. Ellerini sürekli yüzünde gezdiriyor, parmaklarını ergenliğinde yolduğu sivilcelerin bıraktığı çukurlara gömüyordu. Gözlerindeki soluk ifade ne kadar gülümserse gülümsesin geçmiyordu. Onu görenler biraz süzdükten sonra zor bir hikâyesinin olduğunu hemen anlıyordu.
Rüzgârın hızı giderek çoğaldı. Pencerenin önündeki eski gazeteler etrafa uçuştu. İstemeye istemeye yerinden kalktı, sürgülü camı itelerken telefon çaldı. İsyan, panik, korku… Duymak istemeyeceğin çok şey söyler ahizeler.
“Anneannen çok hasta, çık gel, her yer her yerde. Ev sahibi evden atacakmış, haklılar da. Anandan fayda yok, bari sen gel!”
Tık, kapattı telefonu. Boynunu kütletip kamburunu geriye doğru çekti. İşe yarar yaramaz birkaç şeyi bavulunun içine atıverdi. Oraların soğuğu yaban olur. Askıda duran acem işi hırkayı da eşyaların arasına tıkıştırdı. Homurdanarak evi kontrol etti, aralık pencereleri örtü. Demir kapının sürgüsünü çekti. Atkısını boynuna iyice sardı.
Otogar rahatsızlık verecek kadar kalabalık. Çantasının ön gözünde okuyabilecek bir şey bulduğuna sevindi. Sevindi sevinmesine de okuduklarını anlamakta güçlük çekiyordu. Olaylar, karakterler darmadağın… Aklı yok.
Gözlerinin içi yangın yeri. Yüzündeki bez maskeyi koparıp atmak istedi. Deniz kıyısında oturup derin nefes almayı hayal etti. Rutubet kokan garajın içinde iyot kokusu aradı. Bayatlamış çay satan adamın sesini duymazdan geldi. Midesindeki yanmayı umursamadı.
Otobüsün içindeki ağır kokuyu maskesine rağmen hissediyordu. Çantasını teslim edip içinden söylene söylene arkaya doğru ilerledi. Cam kenarındaki koltuk boşmuş, sevindi. Gözlüklerinin buharını silip boynundaki çelik kolyeye astı. Yanağını cama yasladı, trafik çizgileriyle bakışlarını karıştırdı.
“Karşıya geçince beş dakika kadar yürü köye varırsın.”
Hırkasının üzerine montunu giydi. Atkısını sıka sıka otobüsten indi. Maun ağaçlarını arasından yürümeye başladı. Kapı önlerindeki sedirlerin işlemelerine baktı. Bazılarının birkaç tahtası kopmuş. Elektrik direğinin altında unutulmuş ahşap sandalyenin üzerine oturdu. Paçalarına bulaşan çamuru temizlemeyi denedi. O temizlemeye çalıştıkça çamurun kirli siyahı iyice pantolonuna bulaştı. Bir süre sonra pes etti.
Havuzun şelalesindeki rüzgârdan titreyen örümcek ağlarını izledi. Çocukluğuna varmış olmanın verdiği ürpertiyle anılarını düşündü. Bilyelerinin şıkırtısını duydu. Seni üteceğim, diye komşunun sümüklü oğluna seslendi. Kuru derenin içindeki kurbağa yavrularını balık sanıp eve götürmüştü de ne kızmıştı annesi… Derin bir nefes alarak yerinden kalktı. Aklında bir sürü anı yavaş yavaş yürüdü.
Hareketleri çekingen ve nazikti; durgun bir inceliği vardı. Kaygıdan bulanmış gözleri, buruşmuş anlıyla bakındı durdu etrafa. Elindeki bavul artık buralara çok yabancı olduğunu, onu kimselerin tanımadığını söylüyordu. Yaşlı kadının pencerenin ardındaki el hareketlerini gördü. Bahçenin kıyısında saçları dökülmüş, göbeği patlamak üzere olan badem bıyıklı adamla bakıştı uzun süre.
“Korelinin torunuyum ben, yeni evini arıyorum.”
“Hakkı emminin torunusun sen, hoş geldin kızanım. Şuradan yukarı doğru çık, sarı tek katlı bina.”
Bal gibi biliyordu yolu. Nasıl bilmesindi. Adamla uzun uzun bakışınca, laf olsun diye konuştu işte. Kimse hatırladığını bilmesindi. Kimse, her şeyi…
Merdiven basamakları ayaklarının altından kayıp gidiyordu. İçindeki derin boşluk kapının tokmağına vurdu. Yukarı baktı, yukarılara baktı. Annesinin puslu gözleri, kederli bulutlarla üzerine döküldü. Titredi kaldı. Ah annesi… Bilseydi, anlasaydı ya onu. Süt gerdanına başını koyup ağlayabilseydi ne vardı.
Demir kapının üzerine irice bir at nalı asılı. Etrafı nazar boncuklarıyla süslü. Küpeli horozun sesi tüm köyden duyuluyor. Horozun sesine köyün köpekleri de uluyarak eşlik etti.
Eve çıkan merdivenler pütür pütür. Yaşlı başlı haliyle buraya nasıl çıkıyor acaba? Gördükleri fakirlik göstergesi değil. “Bu pasaklı olmak, hatta daha ötesi” diye sessizce homurdandı. Tül perdeler rengi toprak karasına dönmüş. İğreti bir etajer kapının hemen girişinde pas tutmuş. Aynalar görüntüyü yansıtmak yerine üzerine not alabileceğin duvar tahtası. Halılar leke içinde. Her köşede yardım için gelen öteberiler var. Yumurtalar, yağlar, salçalar…
“Ah be kadın… Ne yaptın be kadın.”
“Evladım pek hastayım bu aralar hiç temizlik yapamadım, ev birazcık kirlendi, sen kusuruma bakma.”
Okkalı bir kahkaha patlatıp evin içinde ne bulduysa kapının önüne attı. İki odadan çuvallar dolusu çöp çıktı. Çöpleri deşmek hatıralara varmak gibi bir şey. Onları karıştırdıkça annesinin çocukluğuna gitti. Bulduğu fotoğraflarla kendi çocukluğuna da vardı. Oynadığı oyunları, söylediği şarkıları anımsadı. Annesinin iyi olduğu zamanları…
Dimdik saçları. Tüm bedeni kaskatı. Midesi iyice yanıyor. Koca ev karnına oturdu. Ağırlığını yok sayayım diye saçma sapan gülüp duruyor. Paslı etajerin yanındaki sediri iteledi. Üzerine hemen atlayan fare iyice ortalığı karıştırdı. Bunu olduğu gibi atmalı diye düşünürken bir fare daha… Çalı süpürgesine bağlı ahşap sapı söktü, sedirin altındaki fareleri kovaladı. Sopayı tam olarak ne olduğu belli olmayan eşyaların içinde çevirdi de çevirdi. Bulduğu annesinin çeyiziydi. Bakır kolyesi, altın küpesi, bilezikleri…
Annesinin çeyizini farelere layık görmüş annesi. Annesinin çeyizini farelere yem etmiş.
Teni rengini çoktan kaybetmişti. Kapının sövesine bağdaş kurup oturdu. Gözlerini kirli evin boşluklarına dikti
“Değdi mi çektirdiğiniz bunca acıya. Değdi mi… Annem sizin yüzünüzden delirdi.”
Resimler, biblolar, vazolar etrafa saçıldı. Başını yukarı kaldırdı. Yukarılara kaldırdı. Yıllar öncesine ait olan pek çok şeyi uğurlamak istedi. Kaybolmuş olan akla olan öfkesini havaya savurdu. Gözlerini yumduğu gibi annesine vardı. Ellerini tuttu. Kokusunu içine çekti. Onu anlamayacağını bile bile mırıldanmaya başladı.
“Anne, bak neler getirdim sana. Anne, çeyizini getirdim sana.”
Emrah Sağlam
Opmerkingen