Bir zamanlar Montaigne namı muhterem edibi okumuştum. Şöyle diyordu. İnsanlar tuvaletini yaparken ya da sevişirken gizlenir. Bunlar hayatın müspet ve de olması gereken edimleridir. Buna karşın yakışıksız ve de bayağı olan dedikodu yahut arkadan konuşmayı aleni yaparlar. Annem, Montaigne’i –ışıklar içinde uyusun- okumamıştır hiç. O coğrafyamın ürünü kadındır. Toplum kaidelerine derinden bağlıdır ve der ki, oğlum küçük tuvaletin gelirse-çiş demeyi kaba bulur- sakın ha tutmayasın, hastalanır, kısır olursun valla. Uygun gördüğün izbe bir yere yapasın. Hatta izbe bir yer bulamazsan, bir kamyonun arkasına geç, duvara yap küçüğünü. Büyüğüm gelirse anne, diye sorduğumda ise bak onu eve kadar tutmaya çalış, derdi. Herhalde annem erkek cinsel organının gizlenmesini, meraklılardan sakınılmasını lüzumlu bulmuyordu. Montaigne'nin annemle aynı evin pencerelerinden baktığını düşünmüyorum. Hem bizim buralarda Montaigne ile annemi bırak aynı pencereden bakarken görmeyi, aynı evde bir arada görmem dahi cinayet sebebidir, katli gerçekleştirmemle birlikte şehrayin kentin dört yanına hakim kılınır.
Neyse, savurganlığım önü alınmaz bir hal almıştı. Yasal kıyafete bürünmüş takım elbiseliler, ulakları sabahın köründe arar telefon şirketleriyle peşimdeydiler. Psikoloğa terapiye gitmeye karar vermemde inanın ikincisinin rolü daha büyüktür. Tabii işe yarasın yaramasın saatine iki yüz ellilik veriyorsanız bunu da savurganlık temelli psikolojik rahatsızlığınızın sonucu olarak görüyorsunuz. Çünkü her koşulda, aynı işi kentimiz falcılarının da icra edebildiğini düşünüyorum. Tabii niyetim psikologluk mesleğini küçümsemek değil katiyen. Öyle düşünüyorsanız, siz de iyi bir falcının yaptığı işi küçümsüyorsunuz manasına gelir. Her koşulda aynı torbanın içerisine atılmış özdeş bilyeleriz. Renklerimiz değişik diye farklı kılınmıyoruz. Sözü budaklandırmadan devam edeyim. İyisinden bir psikolojik danışman bulduktan sonra taksiye atladım.
Randevu saatinden, yirmi yirmi beş dakika kadar önce ofise varmıştım. Bekleme odasına geçtim. Güzeller güzeli, masal prensesi bir hanımefendi beni hoş geldinledi. Halimden nasıl hoşnuttum, anlatamam. Verdiğim paraya değerdi, şimdiden terapinin karşılığını aldığımı düşündüm. İyi ki falcıya gitmemişim. Falcılarda da resepsiyonist kadınlar çalışmaktaydı, onlar da müşterileri pardon hastaları buyur ediyor, üstelik kahveyi de yapıyorlardı. Fakat şu an ofiste gördüğüm kızıl saçlının göz alıcı güzelliğinden pek uzaktalardı. Ne içersiniz, diye şakıdı. Ruhtaki hoyrat fırtınaları savuşturan tınısı kulağımı, benliğimi, büsbütün algımı okşadı. Havalı bir içeceği beyefendi ses tonuyla, son derece 'cool' söylemem lüzumdu. İçimden ses ayarı yaptım. Her daim olması gerekenden ince ve de çatallaşmışlığından yakınmışımdır. Onun ayrımına varamayacağı bir uğraşla sesimi hayalimdeki kıyafete büründürebildim. Chai tea’niz varsa neden olmasın, içine biraz da nane şurubu katarsanız sevinirim. Anladığını belirten bir kafa işareti yaptı. Sesli yanıt ummuştum halbuki. İçeri geçti. Orada çalışan ve kendisi kadar alımlı olmayan kadına hazırlaması gereken içeceği söylediğini belli belirsiz işittim. Sonra yerine döndü. Fazlaca sade masasına -katiyen özel auratik metot dizaynı- oturdu. Alttan, ideal incelikteki bacakları görünüyordu ya da ben meraktan bakmıştım. Bacak bacak üstüne atmıştı. Sağ bacağı destek oluşturacak şekilde altta, soldaki ise dizinin üstünden tatlı bir yılan gibi sarılmıştı ona. Ayak bileğini sallıyor, rahatlığını ve memnuniyetini gözler önüne seriyordu ya da ben öyle bakıyor, öyle görüyordum. Başka müşteri -ah pardon hasta- yoktu. Bakışlarımı masanın altından yüzüne doğru kaydırdım. Ne zaman güzel bir kadın karşımda olsa göz göze gelmeye çalışır, bakışların lisanıyla iletişime geçmeye çabalardım. Sonuç genelde hüsrandı. İstisna gerçekleşmedi yine. Ben ona bakıyordum, o ise benim dışımdaki her yere. Bekar adamdım, ayıp değildi ya güzel kadınlara alıcı gözle bakmak. Rahatsız oluyorsa bile umursamadım, zaten alışıktır benim gibi tiplere. Hem ne sorunlu müşteriler uğruyordur ofise.
Beklediğim süre boyunca nafile çabalarım sürdü. Ha arada bahsetmeye lüzum görmediğim, bir kadın müşteri daha geldi. Böylesi hikayelerde kendine yer bulacak ilgi çekicilikten ya da güzellikten yoksundu. Sevgili okur, buralardan benim vaktiyle dizi yazarlığı yaptığıma ayıkabilirsiniz. Zira televizyonda çirkin çiftlerin aşkları yasaklanmıştır, bilesiniz. Oyuncular en fazla rolleri için çirkinleşebilir, aktrisler hep ağdalı, kaşları bıyıkları tamamdır. Gerçi lazer epilasyon icat oldu mertlik bozuldu. Zannımca gürültülü, acı dolu ve kadınların topluca yapmayı uygun gördüğü ağda seansları da son buldu. Biz yeni yetme erkek çocuklarının da belli saatlere kadar evden uzaklaştırılmaları tarihin tozlu sayfalarındaki yerini aldı. Ben böyle şeyler düşünürken randevu saatim gelmiş hatta bir önceki görüşme beş dakika uzadığı için rötara düşmüştü.
Epeydir konuşmasını dört gözle -gözlüklerim gözlerimde- beklediğim kızıl saçları ruhumu yakmaya muktedir, heyhat asla bu edimde bulunma eğilimine sahip olmayan kadın, adımı bir yabancı gibi seslendi. Aramızda hiçbir şey yoktu sanki. Onca sessizlik orkestrası, o giz müzik, hiç mi hiç tarafınca duyulmadı? Öyleymiş. Alınmıştım. Belli etmezden geldim. Böyle vaziyetlerin içerisinde bulunurken hep başım normalden daha dik yürürüm. Gerçek anlamda burnum biraz havaya kalkar. Reddedilmenin utancını varsınlar kibre saysınlar, umursamam. Yürüyüşümü bozmadan görüşme odasına geçtim. Kadın bana baktıysa dahi bilmiyorum, ofise geldiğimden beri ilk kez bakmıyordum yüzüne ya da başka bir yerine. İçeride umduğum gibi birini buldum. Mesleğinin verdiği ağırbaşlılık, uysallık vaktiyle aklaşmış kısa düzgün kesilmiş saçlar, güleç yüz, sağlıklı yanaklar büyük ya da küçük durmayan dudaklar, ılımlı, karaktere uyan burun ve ağzıyla aradaki boşluğu saran babacan bıyıkları da aristokratik, entelektüellik katıcı top sakalını tamamlanıyordu. Görmeden görmüş olduğum adamlardandır diyebilirim. İşin aslı gerçekten işe yarıyordu. Odada ki hava huzur doluydu, beni bahsedemeyeceğim şeyleri anlatmaya itiyordu. Başka koşullarda rahatsızlık duyabilirdim bundan fakat etkenler beni telkin ediyordu. Merhabalaştık. Rahat bir kanepeye istediğim gibi oturmaya devam etti. Uzatmayayım, her şey önceden seyrettiğim filmlerdeki gibiydi. Hoşbeşe koyulduk. Konuştukça derinlere iniyorduk. Freudisyen olduğunu anladım. Nihayetinde oda dolusu kitap okumuştum psikolojik yaklaşımlarla ilgili. Alakasını meslek icabına yorsam da aramızda samimiyet geliştiğine kani oldum. Savurganlığımı yenebilmem gayesiyle çocukluğuma dek indik. Seansın bitimine doğru pek çok defa görüşmemiz gerektiğini vurguladı. İlk seansta rahatsızlığımın - o bunu daha şık ifade etmişti-sebebinin annemin çişimi tutmamayı salık vermesine yordu. Küçüklüğümde tersine yetiştirilseymişim yahut kabızlık illetinden muzdarip olsaymışım, belki bu sefer de fazlaca tutumlu olabilirmişim. İnsan ayarında işemeli, sıçmalıymış. İlk önce şu oraya buraya her sıkıştığımda işeme huyumu yenmeliymişim. O vakit görecekmişim savurganlığımın da azaldığını. Tabii ekstra pek çok önlem de aldık. Harcama çetelesi çıkarıp, hangilerinin yersiz olduğunu belirlemeliymişim.(İlkin psikolojik danışmanlık masrafını gözden geçireceğimden eminim) Önüme kısa süreli ekonomik hedefler koymalı, kendimi sürekli vaatlerle desteklemeliymişim. Müsrif arkadaşlarla haybeye takılmaları da azaltmam lüzummuş. Hak verdim. El sıkıştık, haftaya görüşürüz, dedik. Ön bürodaki güzel kadına bakmadan ofisi terk ettim. Yürümeye başladım. Taksiye binmemeye karar verdim. Evime metroyla da gayet ucuz şekilde ulaşabilirdim. Şimdiden işe yarıyordu galiba. Durağa kadar biraz adımlayacaktım o kadar. Fazladan böylesi bir çabanın benden çok bir şey götürmeyeceğini nitekim spor bile sayılabileceğini düşünüyordum.
Heyhat yürürken çişim geldi. Epeydir işememiştim. Böbreklerimdeki baskı kasıklarıma balkanlardan gelen hava dalgası gibi iniyordu. Köşedeki o ağacı gördüm, genç gövdesi yeni yeni kalınlaşmaya başlamış meşe ağacını. Yol kenarında, kaldırım ortasında yıllardır biteviye dallarını sallayıp durmuştu. Oluş amacını anlamış gibi yaprakları kıpırdanıyordu. Kaldı ki havanın buzluğundan mütevellit meltem dahi esmiyordu. Çağırıyordu beni sanki. Saat altı falan olmuştu, aylardan ocaktı ve hava epey kararmıştı. Etrafta kimsecikler var mı, diye bakındım. Yoktu. Ağaca yaklaştım. Kot pantolonumun fermuarını aşağıya indirip baksırımın arasından bir süredir salt işemeye kullandığım organımı çıkardım. En azından bu kadarcık iyiliği yapabilirdim ona.
Emrah Yıldırım
Comments