top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Emre Kanacı- Asansör

Leyla

Leyla gözünü kırpmadı.

Kafe sahipleri belediye teftişini iki gün evvel atlatmış olmanın rahatlığıyla öğle sıcağında kavrulan bir köpeği içeri aldılar. Leyla’nın masası ile vantilatörün arasına kuruldu köpek. Kılları, girip çıkanın rüzgârıyla havalanıp vantilatörün geçen yaz kokulu hava akımına kapılıyor, Leyla’nın feri sönmüş gözlerine, düştü düşecek burnuna yollanıyordu.

Leyla gözünü kırpmadı.

Asansör beş (5) kişiliktir!

-Uğur Apartmanı Yöneticisi, Prof. Dr. Hayri Uğur-

Sandalyesinin kıyısında, yüzü sokağa dönüktü. Kafeden çıkanlardan para dilenenleri, sokaktan geçerken camekânın ardındaki bedenini dudak kıvırarak inceleyenleri fark etmedi Leyla. Karşı kaldırımda yükselen Uğur Apartmanı’nın o kendi şekilsiz bedenine açıldığını hayâllediği gri kapılarının ardında öylece duruyordu Allah’ın cezası daracık metal kutu. Parmakları arasındaki kartviziti, uğurunu kaçırıp Hayri’sini bırakana kadar ezdi. Kutunun üzerinde bir yazı: Aman ha, beş (5) kişiliktir!

Zeynep, geniş bir servis tabağını çayın yanına bıraktı. Bir dilim otlu börek, iki acıbadem, iki pişi. Küçümser sordu, “Soğuttun hepsini, alayım mı diğer tabağı abla?” “Dokunma, belki yiyeceğim?” Leyla kıza bakmadı. Tabağa da. Zeynep, dilinde çatlak karı, gözünde kasiyerin şişkin pazıları, aklında paydos saatiyle köpeğin üzerinden atladı. Tezgâha uzanıp Leyla’nın adisyonunu buldu, tek çizgileri çarpı haline getirdi. İki dilim otlu börek, dört acıbadem, dört pişi. Çatlak karı.

Leyla’nın telefonu çaldı. Eti çekilmiş parmaklarıyla çantasına uzanınca Zeynep gözünü ondan kaçırdı. “Yaklaştınız mı Habibe?” Leyla’nın göğüs kafesi parmak parmak kabardı. “Kafedeyim ben, evet, evet yedim.” Bugün bir şeyler yemeyi biraz olsun istemişti, yalan değildi. Fakat bir yudum çaydan başka bir şey girmemişti ağzına. Arada tabaklara uzanmış, pişinin, böreğin anneanne kokusunu yetirmişti kendine, o kadar.

Leyla toparlandı, borcunu ödeyip kasiyere bolca bahşiş bıraktı. Kızlarla Uğur Apartmanı’nın önünde buluştular. Onları görünce gerginliği diner gibi oldu. Apartmana girdiler. Asansöre tam dokuz kişi bineceklerdi. Dokuz! Haydi, patla be metal kutu!

Habibe ile Hale

Habibe hamile falan değildi.

Yarısı öküzgözüyle boyanmış bayramlık halının kenarından yürüyüp divana vardı. Uyuyan İlyas’ı dürttü. Ne yazık ki halı gibi adamın mavi kareli gömleği de bayrama çıkamamıştı. Homurdanarak sırtını dönen İlyas, yirmi iki senelik kocası, gece tutuştukları kavgadan sonra eve üç beş ahbabını çağırmış, salonda demlenmişti.

Habibe hamile falan değildi.

“Anlamıyor musun İlyas? Arada olur böyle, gecikir birkaç ay.”

“Nereden biliyorsun? Sanki test mi ettirdin kendini?”

“Kendimi bilmeyecek miyim İlyas Efendi?”

“Kız sen kendini bilsen bu halde mi olurdun? Geç bir aynaya bak. Kızını da kendine benzettin işte. Ucube olup çıktınız başıma!”

Habibe banyoya sığınmıştı. Sıyırdığı pamuklu gömleğinden yükselen çorak iki tepeye dönmüş omuzları, silinmiş memeleri, sarkık derisi. Yetmezmiş gibi kimi kapanmış kimi taze yara izleri. Habibe İlyas’ı iyi anladığını düşünüyordu. İlyas ellilerinin başındaydı, erkekliği yitip gitmeden elini çabuk tutmalı, bir oğlan çocuğu sahibi olmalıydı. Habibe, ona evde kalması için bir sebep yaratabilmeliydi. Habibe İlyas’ı elbette anlıyordu da cevabı elli bin kere hayır idi. Hamile falan değildi. Bir keresinde Eylül’ün de başına gelmişti bu. Doktor Hayri Uğur endişe etmemelerini, onların durumunda adetten kesilmeye sık rastlandığını söylemişti. Fakat İlyas habersiz, İlyas ona kapalı.

“Delirdin mi anne?” Hale salonun kapısında belirdi. “Bırak, çıktığımızı görüp hesap sormasın yine iki saat.”

“Kızım geç içeri hazırlan sen, kokmuş burası, haydi.”

Habibe pencereleri, perdeleri çekili bırakarak açtı. Aslında şöyle tüm perdeleri açsaydı da taze rüzgâr yatak odasından cereyan yapsaydı. Şimdi koku daha yavaş dağılacaktı. Olsun, yeter ki Aliye kadın karşıki balkondan onlara bakmasın.

Aliye kadın, can oğlunun, salondan pay alıp yalnız kendisi için yaptırdığı sonradan çıkma balkonda keyif çatıyordu. Dilinde balkon fayanslarındaki desenlerin anlamları, gözünde muhtarın karısı, aklında karşı evin salonuyla kahvesini yudumladı. Geceki bağrışmalar; tanyerini inleten, sesleri cami hocasından çok çıkan sarhoşlar. Misafirini bırakıp Habibe’nin uçuşan perdelerine döndü. Burası mutaassıp bir mahalle idi, Habibe kim oluyordu? Muhtarın karısı karşı apartmanın sokak kapısını işaret etti, yerinde duramıyordu. “Hele bak Aliye ana, akılları hâlâ gezme tozmada. Avrat, ben herife daha evlat vermem diye tutturmuş. Be çirkin. Koy eline bir Memet de oyala adamı, değil mi?” Aliye fincanını kapadı.

Habibe ile Hale iki ruh gibi dışarı aktılar. Hale sokağın ortasında dikilip balkondaki kadınlara baktı. Annesi çekti. “Bakma. Zaten evin uğurunu kaçırdılar. Gülüm ablanı ara da haber ver, o da çıksın yola.”

Eylül

Eylül dört saattir koşu bandının tepesindeydi. Çığlık çığlığa yere kapaklandı. Spor salonunda olsa sarı çocuktan bir yudum su getirmesini isterdi. Gerçi spor salonunda olsa, sarı çocuk çoktan koça haber vermiş olurdu. Koç, Avrupa birincisi bacak kaslarıyla fırlar, onu banttan uzaklaştırırdı. Dünya beşincisi pazılarıyla bırak su vermeyi, onu hastaneye kadar taşırdı. Eylül dört saattir koşu bandının tepesindeydi.

Koşmalıydı da. Hiçbir kadının koşamadığı kadar uzun koşmalıydı. Gözlerini her kapatışında damarlarının etrafını kuşatan yağlı dokuyu görebiliyordu. Yaklaşan bayramda ortalık yine et parçalarıyla dolacaktı ya. Yağlı doku, o dumanı tüten hayvan derisinin hemen altından başlayıp babaların kıllı kollarla ayırdığı organların köküne kadar inen yağlı doku meydanlara çıkacaktı hani. İşte o doku, değil damarlarını tüm bedenini zapt etmişti!

“Bu yaptığınızın size hiçbir faydası yok Eylül Hanım, var mı?” Bilmem kaçıncı kez parkta düşüp bayıldığında doktor bezgin, sormuştu.

“Kilo vermem gerekiyor! O dokuyu eritmem gerekiyor.”

“Size bir doktor arkadaşımı tavsiye edeyim. Umarım adı gibi size uğur getirir.”

Eylül yerden kalkmaya yeltendi, yapamadı. Genzi tıkanık, gözleri kanlıydı. Ağlamak istedi, bir damla gözyaşı akıtamadı. Vücudu kurumuştu. Tavanda Uğur Apartmanı’nın üçüncü katını gördü, asansörün karşısındaki çelik kapıyı, kapının üzerindeki pirinç plakayı. İçeride, iki aşk merdiveninin arasında oturan Çiçek, sordu, “Randevunuz var mıydı?”

Dört sene evveldi, elinde büktüğü kartviziti masaya çarpan Eylül, “Var anam,” demişti. Çiçek, dilinde burnu havada şıllık, gözünde randevu listesi, aklında banyonun akıtan tavanı ile Eylül’e oturmasını işaret etti. Eylül, pencerenin önündeki kadının yanına oturdu. İnce bacaklar hafif sağa kırıldı, zayıf parmaklar bir çantayı karıştırdı. Kadın bir saklama kabı uzattı Eylül’e, “Elimi sürmedim, buyur sen ye,” dedi. Bir dilim otlu börek, iki acıbadem, iki pişi. “Sağ ol, almayayım canım,” diye reddetmişti nezaketen. Hâlbuki, “Çek şunları burnumdan, öldüreceksin beni,” diye bağırası vardı.

Bir kadın, doktorun kapısından dışarı süzüldü. Eylül’ün yanındaki, “Şu kapıdan çıkan on hastanın taş çatlasa ikisi erkek olur,” dedi, elini uzattı, “Ben Leyla. Bu da Gülüm.” Ayaktaki kadın Eylül’e eğildi, “Ben her hafta gelirim, ya siz? Öyle mi? O zaman haberleşip gelelim. Leyla’yla beraber, randevusu bugüne birkaç arkadaş daha var. Birbirimize güç katarız Eylül Hanım, fena mı,” dedi.

Gülüm ve Diğerleri

Gülüm bir zamanlar ölmek üzereydi. Tıpkı Leyla, Habibe ile Hale ve Eylül gibi. Aslı, Bahar, Türkan, Mevlide ve diğerleri gibi.

Kocası Gülüm’ü boşadı. Hâkim beyler kocasını haklı buldular. Patronu Gülüm’ü işten attı. Hâkim beyler patronunu haklı buldular. Ev sahibi… Peki, peki. Gülüm, yeni tuttuğu evinde yalnız başına otuz beş yaşına girerken, kalkıp boy aynasının karşısına geçti. Çırılçıplak soyundu. Sarı sıcak saçlarını arkaya attı, kollarını iki yana açtı. Yumuşak göbeğinin üzerinde gezdirdi parmaklarını. Kalçasını tuttu, sıktı. Şöyle bir sallandı. Göz göze geldi aynadaki yabancıyla. Dişlerini sıktı. Onun otuz beşine pastasız, hediyesiz girmesinin tek müsebbibi karşısındaki yabancıdan başka kimse olamazdı.

Gülüm bir zamanlar ölmek üzereydi. Tıpkı Leyla, Habibe ile Hale ve Eylül gibi. Aslı, Bahar, Türkan, Mevlide ve diğerleri gibi.

Otuz beş kiloya düştüğünde Gülüm, kanepede yarı ölü yatıyordu. Bereket, aylardır evden çıktığını görmeyen bir komşusu polise haber vermişti. Hastanede uzun süre yarı ölü kaldı Gülüm. “Anoreksiya," dedi doktor. Hayır, "A-no-rek-siya.” Gülüm’ün boşanıp Bursa’ya taşındığından beri görmediği annesi, şimdi hastane odasında telefonda konuşuyordu. “Yemeden içmeden kesilmiş. Kilo almaktan korkuyormuş.” Bereket, kadın dışarı çıkmayı akıl etti. “Sebebini nereden bileyim? Şu artist kadınların hastalığına özenmiş galiba, hani, hıhı, tam da o. Tövbe tövbe!”

Leyla, genç bir kızken anneannesinin iftar için pişirdiği hamur işleriyle orucunu bozmuş, iyi bir dayak yemişti. Habibe ve Hale, İlyas’ın elleri ve İlyas’ın ahbaplarının bakışları karşısında gözleri yerde yaşıyorlardı. Eylül bir Kurban Bayramı’nda, ilçenin Erik Güzeli ile aldatılmıştı. Aslı, yaşıtı manken kızların incecik belleriyle podyumda arzı endam ettikleri bir internet sitesine kaydolmuştu. Bahar, atlattığı zorlu doğumdan sonra bedeninin onu bir düşman belleyip içinden atmaya çalıştığını fark etmişti. Türkan, eşinin şakasından sonra kendisi yemek yedikçe çocuklarının aç kaldığı saplantısına düşmüştü. Mevlide, annesini de toprağa verip kimsesiz kaldığından beri rüyalarında elli sene evvel Erzurum’daki yaylada kardeşini kapan aç kurdu görüyordu. “Travmalar takıntılı düşünceleri doğurur, düşünceler eylemlere evrilir,” demişti doktor. Eylemler alışkanlıklara dönüşür, alışkanlıklar birer kaya olup hayatın ortasına çökerdi. Sonunda kişinin sahip olduğu tek şey, bedenler, en büyük düşmana dönerdi. Ölümle aralarındaki o incecik perde olurdu. Böyle birleşti onların yazgısı, Uğur Apartmanı’nın üçüncü katındaki çelik kapının pirinç plakası altında.

Uğurlu Yeme Bozuklukları Terapi Merkezi

-Prof. Dr. Hayri Uğur-

Dokuz kadın, üç sene beş ay beş gündür beraber tedavi görüyorlardı. Doktor Hayri Uğur inatçı zihinlerine rağmen onları yaşatmak isteyen bir dost, hayatlarının ortasına çökmüş kayalara çekiçle saldıran bir düşmandı.

Apartmana girdiler. Beş kişilik asansör, Uğur Apartmanı’nda altı yüz elli kilo çekerdi. Dokuz kadın, asansöre doluşup üçüncü kata nice kereler beraber çıkmışlardı da asansör bir of bile dememişti. Şimdi yine asansöre binecek ve yukarı taşınamayacak kadar kilo alabilmiş olmayı dileyeceklerdi. Bu metal kutunun kapıları açıldığında, bir ihtimal zihinlerindeki başka başka kara kapılar kapanacaktı. Haydi, patla be metal kutu!

Asansör

Asansör beş (5) kişiliktir!

Uyarıya kulak asmadılar. Kimi bir diğerinin elinden tuttu kimi de belinden, omzundan. Kapılar üzerlerine kapandı. Bir zorlanma belirtisi, tiz bir alarm sesi beklediler. Az sonra kapılar açıldı. Görmek istedikleri en son kapının, Uğur Apartmanı’nın üçüncü katındaki çelik kapının pirinç plakası ışıldıyor olmalıydı. Fakat onlar karşılarında işe yeni başlayan kapıcı Cemal Bey’i gördüler.

Cemal Bey şaşkındı. “Yarınız insin ablam! Nasıl taşıyacak meret bunca kişiyi?”


Emre Kanacı


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commentaires


bottom of page