Katlı kâğıdı Çiğdem’e uzatıyorum. “Bir bak, şahsi bir şeyler yazıyorsa atmadan önce parçalayalım.” Önce anlamıyor. Dudağını büzmüş, eski bir defterin sayfalarını karıştırıyor. “Çiğdem?” “Efendim?” Bir bana, bir deftere bakıyor. Ayaklarının dibindeki kutuyu açıp defteri içine atıyor. “Neydi o?” “Hiç, eski kayıtlar, klinikten,” diyor. Üstelemiyorum. Evlendiğimiz sene psikoloji bölümünden ayrılmıştı. Kitaplarından, notlarından kurtulmuştu. Birkaçı gözden kaçmış olacak. “Sen ne diyordun hayatım?” Gülümseyerek kâğıdı, içinden çıktığı tozlu evrak çantasını gösteriyorum. “Ha, o mu? Eski evin faturaları falan vardır onda,” diyor. Kâğıdı gayriihtiyârî cebime atıp çantayı kitaplığın önüne bırakıyorum. Kitaplığın ilk rafındaki deri kutuları gösteriyorum, Çiğdem başını sallayınca alıp derin bir karton kutuya yerleştiriyorum. İlk beş raf ona ait. Çiğdem, ellerini beline atmış etrafa, kargaşaya bakakalıyor. “Gel, biraz ara verelim Çiğdem.”
Arka odadan çıkıp kendimizi balkona atıyoruz. Çiğdem kahve dolduruyor. Sigara yakıyorum. Çiğdem görecek, hava almaya çıkıp ciğerini zehirliyorsun, diyecek. Dört senedir dinmeyen nahifliğimle irili ufaklı binaların arkasında kalan Kız Kulesi’ni görmek için balkondan başımı uzatıp karşımda Levent’in kulelerini buluyorum. Ya binalar biraz sola kayacak ya kule sağa yüzecek. Başka türlü oluru yok.
“Hava almaya çıkıp ciğerini zehirliyorsun.” Kahve biraz soğumuş.
“Teşekkür ederim hayatım.”
“Afiyet olsun. Sence bir haftada toplanabilecek miyiz? Gecikmek istemem.”
“Şu odayı bitirelim, geriye çok bir şey kalmayacak inan.” Evin arka odası zamanında işgüzar emlakçının biz taze evli çifte ‘çocuk odası’ diye tanıttığı, pencereleri caddenin karşısında dibine kireç dökülmüş birkaç kuru çama bakan bir oda. Son yıllarda, yığınla evrak işimizi istemeden istiflediğimiz bir depoya dönüştü. Uzun çalışma saatlerimizin sonunda, birkaç dosyayı arka odadaki kitaplığa yerleştirirken Çiğdem’e bakarak onları sevip okşuyorum.
Arka odada cebime attığım kâğıt geliyor aklıma. Bahsi değiştirme isteğiyle çıkarıp açıyorum. Kocaman bir yazı. “Akbaba Mezarlığı’ndayım.” Sayfanın altında bir telefon numarası ve bir not: “Güvenlik Fikret’i sor.” Hiçbir şey anlamıyorum.
“Ne yazıyor?” Kâğıdı Çiğdem’e döndürüyorum.
“Akbaba Mezarlığı? Ver bakayım. Benim yazım değil, senin de. Allah Allah. Komik,” diyor. Fincanını mutfağa götürmek için kalkıyor, kâğıdı da elimden çekiyor.
“Araya karışmıştır bir yerlerden. Atayım gitsin. Yatalım biz de olmazsa.”
“Daha yeni kahve içtik canım. Benim uykum gelmez daha.”
“Olsun, dinlenelim. Sabah devam ederiz.” Çiğdem’in arkasından mutfağa giriyorum.
“Kül tablasını yıkayayım, kokmasın.” İçeri geçince yırtıp çöpe attığı kâğıt parçalarını çıkarıyorum. Güvenlik Fikret’in telefon numarasını kaydediyorum.
“Akbaba Mezarlığı Beykoz’daymış.” Arka odadaki son kutunun içindekileri de seçip tamamen boşaltıyoruz. Eski kimlik fotokopilerini, banka hesap cüzdanlarını yırtıp atıyoruz. Dört beş kutu ıvır zıvır da çöpü boyluyor.
“Sen hâlâ o meselede misin?” diye soruyor Çiğdem, “Unut gitsin.”
“Gerçek bir yer olmasına şaşırdım sadece. Hem çok da uzak sayılmaz.”
“Mutfak için boş kutu ayırdın mı? En az dört beş kutu gerekecek.” Çiğdem, üzerine konuşmak istemediği konuları hızlıca değiştirmesiyle ünlüdür. Okulu ve işi bırakmasında benimle evlenmesinin bir payı olup olmadığı konusunda hiçbir zaman net bir cevap alamadım mesela. Ağzından laf almaya çalışan arkadaşlarını da terslemişti. Ben de zorlamayı bıraktım. Üstelemiyorum.
“Ayırdım. Yatmadan mutfağı toparlarız. Haydi gel, son bir kez balkonda akşam kahvesi içelim.” Cevap vermiyor.
“Şu oda da tam çocuk odası, değil mi?” Peşi sıra balkona gidiyorum.
“Ne düşünüyorum biliyor musun? Ne zaman çocuk mevzunu ciddi olarak konuşmaya başlasak sen taşınmak istiyorsun.” Kendimle çelişiyorum.
“Ciddi misin? Çocukla ne alâkası var!” Benden önce bir sigara yakıyor. Şimdiki gibi gergin zamanlarında bir iki nefes çeker. Elimi omzuna atıyorum.
“Özür dilerim. Çok yoruldun, biliyorum, yarın bu saatte yeni evimizde ayaklarımızı uzatır dinleniriz.” Kapının önüne yığdığımız çöpleri atmak için aşağı iniyorum. Balkonun görüş hizasından çıkınca Güvenlik Fikret’in telefonunu çeviriyorum.
“Merhaba, ben Fikret Bey’i aramıştım.”
“Buyurun benim.” Mezarlık da güvenlik görevlisi de gerçek. Birisi, oraya giderken konu komşuya, eşine çocuğuna not bırakmış olacak.
“Dinliyorum sizi beyefendi.” Fikret Bey’e ne soracağımı bilemiyorum.
“Bu sizin husûsî telefonunuz mu, yoksa mezarlığın telefonu mu?” Fikret Bey duraksıyor.
“Husûsî efendim. Kiminle görüşüyorum?”
“Şey, ben mezarlığı sık ziyaret ediyorum da. Sizin numaranızı da…”
“Hah, çıkardım sesinizi ağabey. Siz Ayşegül’ün babasısınız. Farklı numaradan arayınca…”
“Ayşegül?”
“Haziranın beşi için ben istediğiniz hazırlıkları yaptım.” Haziranın beşi yarın.
“Yâni, yarın için. Bir eksiğiniz olursa size yine yardımcı olurum, aklınız kalmasın. Yalnız şimdi kapatayım, evdeyim de.”
“Özür dilerim Fikret Bey, rahatsızlık verdim. Sizi sabah ofis telefonunuzdan ararım.” “Estağfurullah efendim. Görüşmek üzere.”
Takside Çiğdem’i arıyorum. “Sen okulu neden bıraktın Çiğdem?” Varlıklı bir adam olsaydım, insanlar Çiğdem’in benimle param için beraber olduğunu söyleyeceklerdi. Genç ve güzel bir kadın o. Tıbbi mümessillik yaptığım senelerde, Çiğdem’in klinik psikoloji stajını yaptığı hastanede tanışmıştık. Bir sene sonra evlendik. O, her şeyi arkamızda bırakıp İstanbul’dan taşınmayı istedi, ben, sebebini bilmemekle beraber, İstanbul’dan katiyen kopamayacağımı ona anlattım. Sonuçta üç ev değiştirdik, dördüncüsüne yarın taşınıyoruz.
“Neredesin sen Allah aşkına?”
“Telefondaki adam sesimi tanıdı Çiğdem. Bana Ayşe’nin babası dedi.” Çiğdem bir süre cevap vermiyor.
“Mezarlığa gitme, eve dön. Veya neredeysen bekle ben geleyim, konuşalım.” Sesinden koşuşturduğunu anlıyorum, kapıyı çekip evden çıkıyor. Telefonu kapıyorum. Hiç görmediğim bir mezarlığın kapısının önündeyim.
“Bu saatte burada ne işiniz var? Erkencisiniz.” Yüzümde kıvrak bir fener ışığı. Bir yabancı uzanıp elimi sıkıyor. Midem bulanıyor.
“Fikret’in vardiyası sabah başlayacak, karşılaşırsınız zaten. Alın bu feneri, Ayşegül’ü görmek isterseniz buyurun. İstediğiniz kadar da kalın.”
“Ayşegül?”
“Ya da gelin, size eşlik edeyim. Salih, sen gözünü dört aç. Biz içeriye kadar gidip gelelim.” Yabancı koluma giriyor. Yürüyoruz. Yabancı, feneri ayaklarımın dibine bırakıp gidiyor. Işık mezar taşının üzerine vuruyor. Ayşegül Sığmaz. Yere yığılıyorum. Benim soyadımı taşıyan, dokuz sene evvel kazılmış küçücük bir mezar bu. Mezar taşının sağ köşesine bir bisiklet tekerleği oyulmuş. Ellerimi toprağa koyuyorum. Ellerimin üzerinden peşinde renkli kurdeleler uçuşan bir bisiklet geçiyor. Uzun bir yolda yürüyorum. Kırmızı kaskıyla bir kız çocuğu geriye bakıyor, gözlerimi bulunca gülümsüyor. Yalpalıyor, önüne dönüp gidona sımsıkı sarılıyor.
“Dengeni sağla.” Doğrulup kollarımı açarak birkaç adım atıyorum. Sol yanımda bir şimşek çakıyor, bir metal yığınının rüzgârıyla yere düşüyorum. Ellerimi toprağa koyuyorum. Ellerimin üzerinden metal şimşekler geçiyor. Kız çocuğunun sol yanında bir şimşek çakıyor, kız bir metal yığınının rüzgârıyla yere düşüyor.
Uyanıyorum. Haziranın beşi. Bir kadın yanımda uzanıyor. Kafam karışıyor. Kadının kim olduğunu anımsamıyorum. Yine de onu meraklandırmamak için arayıp karton kutuların birinde bulduğum telefon defterinin bir sayfasına gittiğim yeri not düşüyorum. Öğle saatinde kızımın yanında oluyorum. Toprağı avuçluyorum.
Emre Kanacı
Comments