Ne sıkıcı bir gün, dedi. Ağzına attığı bisküviyi dişleriyle iki parçaya bölüp dıştaki parçayı düşmeden ağzıyla yakalamaya çalıştı. Bir bardak daha çay koydu kendine. Düşüncelere daldı, başka bir aktivite bulamıyordu. “Sabahtan beri bu üçüncü demlik. Midem artık alev aldı. Yeter!” diyerek başını iki elinin arasına aldı. Nereden geldiği bilinmez düşünceler kafasında şimşek gibi çakmaya başladı. Beyninin kıvrımları sanki bir Go-kart pisti gibiydi. “Varım ben! Tek başınayım, bir arkadaşım yok, beni umursayan kimse yok. Ben gereksiz bir insanım! Ne yapmalı, ne yapmalı? Bilmiyorum, her şeyi yapabilirim gibi hissediyorum ama hiçbir şey yapmıyorum.” Önündeki tabaktan bir kremalı bisküvi alıp ağzına attı. Bisküvinin yoğun şekerli tadını ve muz aromasını hissetti. Düşünceleri yumuşar gibi oldu. Ne zamandır bugünkü davranışları ile çocukluğunda yaptıklarını karşılaştırmayı bir huy edinmişti. Bu karşılaştırma sayesinde oturduğu yerden felsefi, psikolojik, sosyolojik tespitler yapıyor ve bu tespitler sayesinde günlerinin biraz olsun dolu geçtiğine inanıyordu. “Bak, ne değerli şeyler düşündün, belki bir gün bu düşüncelerini yazacak ve çok alkış alacaksın!” diye sevinçle geçiriyordu içinden. İşte şimdi, yine o tespitlerden biri geliyordu. “Çocuk dört gözle ev ödevlerinin bitmesini bekler, öğretmeni hastalansın da okul tatil olsun ister. Bir çocuk hiçbir şeye bağlı olmadığı zaman ve oyun oynarken mutludur en çok. Ben ise boş olduğum için delirmek üzereyim. Beni ne böyle yaptı? Kapitalizm mi? Evet, kapitalizm, ben sistem yüzünden bu haldeyim. İş ve kaygı, hırs ve kaygı, geçim derdi ve kaygı, arzular ve kaygı... Kaygıyı denklemden çıkarabilmek için çocuk olmak gerek. Keşke çocuk olsaydım!”
Aklına aniden bir şey geldi, çay bardağını gürültüyle masaya indirip eski televizyon sehpasının üst çekmecesini sertçe çekip açtı. Yoğun, küf gibi bir kokuyla eski kan tahlili sonuçları, telefon faturaları, bir adet kas gevşetici kremin birbirine dolandığı yerden beyaz bir zarfı pençe atar gibi kaptı. Zarfı açtı. Fotoğraf duruyordu. Zarfın arkasını okudu, adres yazılıydı. Sevindi. “İşte yapacak şeyi buldum. Hiçbir şey şimdiki can sıkıntımdan daha kötü olamaz,” diye düşündü. “Her şeye değer. Amor fati!” diye bağırarak yaptığı şeyin haklılığı konusunda kendine güveni vardı. Şimdi büyük bir keyifle elinde tuttuğu zarf iki yıllık, zarfın içindeki fotoğraf ise altı senelikti. Özel bir kimseyle, üç yıl boyunca kendini her şeyin üstünde hissetmesine sebep olan bir kişiyle yanak yanağa çekilmiş bir fotoğrafıydı bu. Fotoğrafa bakarken duygulandı, içinde bir şeylerin ölmüş olduğunu ama canlanmak için ağdaki balık gibi çırpındıklarını hissetti. “Sizi ihya edeceğim çocuklarım benim!” diye sevinçle haykırdı. Ona sevmek, çocuk sahibi olmak gibi geliyordu. Fotoğraftaki kişiyi de böyle severdi zaten, çocuğum derdi ona. Ama çocuk büyümüş, evi terk etmişti. Bağımsız bir bireydi artık, istediğine açabilirdi yüreğini, istediği eli tutabilirdi. Korktu, ya birisi varsa, diye düşündü. Bir anda, az önceki bütün duygulanımları toprağın altına gizlendi, zihnindeki tüm ışık söndü, yatağa çöküverdi. Sonra heyecanla ayağa kalktı. “Durmayacağım!” dedi. “Adres boşuna mı yazılmış, buraya gelmemi istiyor da ondan.” Neden bu fotoğrafı diğer eşyaları ile birlikte göndermemiş de böyle sonradan, ayrı olarak göndermişti? Taşınmıştı, işte bu da yeni evinin adresiydi. Yeni adresini haber vermek için saklamıştı bu fotoğrafı, kendince böyle bir yol bulmuştu. “Benim çocuğum çok oyuncudur ya!” diyerek kahkahalar attı. Sonra durdu, aklına yine acı bir düşünce geldi: Belki de bu fotoğrafı daha önce, diğer eşyası ile birlikte göndermeyi unutmuş, sonradan rastladığı bir zamanda göndermişti. Ama bu ihtimal ona inandırıcı gelmedi. Zihninden görüntüler geçiyordu. Otobandaki kamyonlar gibi hızlıydı düşünceler. Kapı açılıyor, zarftaki fotoğrafta yanak yanağa olduğu kadın, gelmek için neden bunca zaman bekledin, diyerek boynuna sarılıyordu. İçi gıcıklandı, mutluluktan evin içinde dört dönmeye başladı. Hemen internetten Bursa’ya bilet aldı. Sonra bileti iptal etti, İstanbul'a bir bilet aldı. Deniz otobüsüyle geçecekti Bursa’ya. Ne zamandır deniz yolculuğu yapmıyordu, özlemişti. “Güzel olacak,” dedi. “Hem onunla vapurda geçirdiğimiz anları yâd ederim yolculuk sırasında.” Eski günleri düşünmek onu umutlandırdı, her şeyin iyi olacağını düşündü. Her şey iyi olacak sözünü hiç sevmezdi ama şimdi bu söz ona yaşamın bir şifresi gibi, tüm felsefelerin üzerindeki bir felsefe gibi geliyordu. Zihnindeki bütün bilinmezlikler, sonu olmayan bütün sorgulamalar, yıllardır kafasında dönüp duran her şey bu basit kavrayış ile nihayete ermişti. Sis dağılmış, hedef belirmişti. “Gideceğim!” dedi. “İşte bu kadar. Hayat budur. Hayat çay içip pinekleyerek yaşamla ilgili tespitler yapmak değildir. Yaşamadıktan sonra ne gerek var bunlara? Bir ölünün ne işine yarar yaşam üzerine cümleler kurmak?”
Toparlandı. Yanına yalnız cüzdanıyla birlikte bir iki şahsi eşyasını alarak evden çıktı. İlaçlarını masada bırakmıştı, artık içmeyecekti onları. İçindeki bütün coşkuyu alıyordu ilaçlar. Kapıdan çıktığında yüzüne çarpan serin havayı uzun uzun kokladı. Yarım saat sonra terminale geldi, etrafta biraz döndükten sonra otobüsünü bulup yerine oturdu. Otobüs menemencileri, köftecileri, dinlenme tesislerini, yapraksız kalmış çıplak ağaçları ve kulübe gibi evleri geçerken o uyuyor, tatlı rüyalar görüyordu. Uyandığında İstanbul'a gelmişti. İner inmez bir çorbacıya girip mercimek çorbası içti. Karnı doymuştu, her şey yolundaydı. Kadıköy'e geçti, bir tekelden bira ve çerez alıp Moda'da oturdu. Güneş mavi suların üstünde yeni yaşamı gibi ışıltıyla yanıyordu. Öğrencilik yılları aklına geldi, üniversitedeyken arkadaşlarıyla sık sık buraya geldiğini hatırladı. Hüzünlendi. Neredeydi şimdi o çocuklar? Neden hiçbirisiyle şimdi görüşmüyordu? Ancak bir sineği kovar gibi kovdu başından bu düşünceleri. “Hayat bu değil. Yaşam üzülmek, hüzünlenmek için çok kısa.” Biraları ardı ardına yuvarladı. Akşam olmuştu. Gidip bir bankta birkaç saat uyudu. Uyandığında yine çorba içti. Kendini müthiş güçlü hissediyordu. “Buradan yürüme bile gidebilirim Bursa’ya, şu denizi bile yüzebilirim,” diye düşündü. Kadıköy'den Üsküdar'a geçti. Bütün gün hiç durmadan sahilde yürüdü. Yanından geçenleri durduruyor, onlara bir şeyler anlatıyordu. Eski günlerin güzelliğinden, sevmenin en yüce duygu olduğundan, insanların özünde iyi olduğundan ama kötülüğün bir sistem olduğu için toplumda böylesine yaygın görüldüğünden dem vuruyordu. Sonra bilet almak aklına geldi. Bursa’ya giden bir feribottan 0349 numaralı koltuk için bilet aldı. Feribotun kalkmasına iki saat vardı. Terminalde beklemek istemedi, yerinde durmak ona çok zor geliyordu. Tekrar kalabalık caddelere karıştı. İnsanlarla hayat üzerine ciddi konuşmalar yaparken saati unutmuş, feribotun kalkmasına on dakika kalmıştı. Şans eseri yoldan geçen birinden saati öğrenince terminale doğru var gücüyle koştu. O kadar hızlı koşuyor, öyle kuvvetli soluyordu ki onu görenler haline katıla katıla gülüyordu. Terminale geldiğinde bir bizon sürüsü gibi akan kalabalıkla birlikte feribota bindi. Koltuğunu bulup oturdu ama hemen sonra ayağa kalktı. Kantinden abur cubur aldı. Etrafta dolanarak aldıklarını yiyip içmeye başladı. Deniz dalgalıydı, çocuklar ağlamaya, ön koltuktakiler kusmaya başlamıştı. Bir güvenlik görevlisi yanına gelip eğer oturmazsa yaralanacağı konusunda onu uyardığı zaman o, görevliye hiç bakmadan, sanki görünmez birisiyle konuşur gibi yaşamda hiçbir şeyden korkmamak gerektiğini, hayatın tadının ancak riske girerek alınabileceğini söylüyordu. Başka bir güvenlik görevlisi daha yanına gelip ona aynı şeyleri, bu kez daha sert bir şekilde anlattı. Sonunda güvenlikle arasında bir tartışma başladı. Yolcular, ikna konuşmalarına yanaşmayınca aman deli bu adam, alın götürün bunu buradan diye görevlilere sitem ettiler. Sonunda güvenlik görevlileri onu zorla alıp kendi kamaralarına götürdü. O ise burasının bir hukuk devleti olduğunu, kimsenin onu bu şekilde alıkoyamayacağını, feribottaki tüm görevlileri şikâyet edeceğini haykırıyordu. Kamaranın kapısını yumrukluyor, yolculara ve güvenlik görevlilerine hakaretler yağdırıyordu. Bu kez onu kelepçelemek zorunda kaldılar. Olduğu yerde tepiniyor, ağlıyor, gülüyor, hiç durmadan küfrediyordu. Çocukları çok sevdiği için ettiği küfürler yüzünden onlardan af dilediğini, diğerlerinden ise ölse bile özür dilemeyeceğini söylüyordu. Bursa'ya vardıklarında, terminalde hazır bekleyen iki polis memuruna güvenlik feribotta olanları anlattı, polisler de onu araçlarına bindirip karakola götürdüler. Orada iki saat kaldı. Sonra onu Dörtçelik Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin aciline götürmek için karakolun önüne bir ambulans geldi. Feribotta cebinden düşürdüğü zarf ise şimdi bir çöp kovasında İstanbul’a gidiyordu.
Emre Karakaya
Comments