Kağanlar kağanı Oğuz Kağan, sansız bir kağan oğlu iken bir ilkyaz sabahı atına binip Kıyant'ı avlamak üzere yola çıktı. Boyunun uğurlamalarından, göğe atılan okların vızıltılarından, kam davulunun tamtamlarından ağır ağır uzaklaştı. Bir kez olsun dönüp arkasına bakmadı. Keskin gözleri çok uzaklardaki ulu dağları az biraz seçebiliyordu. Gökyüzü kızıl ve bulutsuzdu. Eskiden olsa Oğuz, gökyüzü böyle al giyimlere bürünmüşken, batıda, ulu dağların ötesindeki bay avlakları, otlakları, kentleri düşlemeden duramazdı. Ama bir zamanlar usunda pasparlak olan bu görklü düşler solmuştu artık. Çünkü Kıyant vardı. Kıyant ile Oğuz'un kağan babası vardı.
"Tüm boyları derleyip batıya at sürmek gerek diyormuşsun. Doğru mu bu duyduklarım?" demişti kağan babası. Geçen güzün, ormanın ortasında, avda ikisi baş başaydı. Gün ışığına zar zor geçit veren ulu ağaçların hışırtıları, çıtırtıları arasında belli belirsiz fısıltılar geziniyordu.
"Doğru," demişti Oğuz, babasının sözlerinden çok ormandaki fısıltıları düşünerek. "Burada ot az, av az, bizden beterlerin üzerine at sürüp ok atıyoruz. Kaç yazdır böyle yapıyoruz?"
"Bunları başkalarına değil, kanına, bana açmalıydın ay oğul."
"Yoldaşlarım benim kanımdır."
"Toysun oğul," demişti babası, başını iki yana sallayarak. "Çok toysun. Desene, batıya nasıl gideceğiz bakalım?"
Oğuz bu soruya yanıt vermek istememişti. Babası küçük kardeşlerini Oğuz'a yeğ tutar, Oğuz ne zaman ağzını açsa onu tersler, ona karşı sözler söyler ya da onunla alay ederdi. Ama kağan babası o gün avda Oğuz ile uslu konuşmuştu. Bizi duyan yok, o yüzden, diye düşünmüştü Oğuz.
"Kuzeyden mi gideceğiz?" demişti kağan babası. "Oraların havası da kişisi de zorludur. Orduları canavar donunda kişilerden oluşur. Güneyden gidelim desek, oralarda hava sıcaktır, bay, geniş kentler vardır ama sihir, haz ve hastalıkla doludur o yurtlar. Pek çok öküz göçüren yiğit oralarda zayıf düşmüştür. O yoldan gidersek dirliğimiz dövüşe gerek kalmadan bozulur. En kolayı dosdoğru batıya gitmektir ama o yolu Kıyant tutar. Kıyant bir başına ordu dağıtır. Derisine ok, kılıç işlemez. Koyun yer, at yer, kişi yer. Yalnız ayak seslerini duyanlar bile elden ayaktan kesilir. Göze batmadan batı yolundan geçmek olasıdır, doğru, ama koca bir budunu, orduyu Kıyant'a göstermeden geçirmek olacak iş değildir. Onca kişiye yazık olur. Sen benden iyi bilirsin. Ak saçlı kocalardan bunları hep dinledin. Şimdi gel sen söyle, kağan baban ne yapsın?"
Bu sözlerin ardından Oğuz babasına yine yanıt vermemiş, ömründe ilk kez onu öldürmeyi düşünmüştü. Doğudaki altın ülkeden hiç söz etmeyen, korkan, batıya at sürmekten korkan, kuzeyin canavar donlu ordularıyla, güneyin sihri ve hastalığıyla dövüşeceğine elindekiyle yetinen, bozkırın ötesini merak etmeyen bir adamdı babası. Tüm budunun yazgısı onun iki dudağı arasındaydı. Ve o an, ormanın ortasında yalnızlardı. Bir attan düşmeye, bir bıçak oyununa, kafaya inecek bir taşa bakardı. Ardından Oğuz yoldaşlarıyla bir gece obaya varıp kağan postuna çökerdi. Ama kendini kağan postunda, bir elinde kılıç öbür elinde kardeşlerinin kanıyla düşlerken Oğuz kendinden utandı. Binicilik alıştırması için babasının onu ilk kez bir koyunun üzerine oturttuğu günü anımsadı. Babası ona bir dev gibi görünmüştü o gün. Al giyimli göğün altında, bozkırda bir başına giderken Oğuz, tüm bunları düşünerek kendi kendine güldü.
Gün boyu at sürdü. Karnını atının üzerinde doyurdu, suyunu atının üzerinde içti. Gün batarken bir kayalığı gecelemek için uygun gördü, etrafında şöyle bir dolaştı, dört bir yanı bozkırdı. Oğuz o gece kayalığın korunağında, çocukluğundaki gibi huzurlu uyudu. Görklü düşler gördü. Sabaha karşı gülümseyerek uyandı, bozkırın uğultusunu, ateşin çıtırtısını, atının poflamalarını dinleyerek kendini yeniden uykunun ellerine bıraktı.
Ertesi gün erkenden yola düştü. Karnını atının üzerinde doyurdu, suyunu atının üzerinde içti. Ulu ırmakların yufka yerlerinden, bataklıkların kıyısından geçti. Uzaklarda köyler gördü, yağızyer üzerinde kendisiyle baş başa yoluna devam etti. Bazen kendini dört bir yöne at süren bir yiğit olarak düşleyip coştu, bazen obada kış boyu onunla alay eden kimseleri anımsayıp öfkelendi.
Babasını öldürmeyi kurduğu avın ardından Oğuz obada sancılı günler geçirdi. Av dönüşünde verilen toyda saçılar saçan kam, iyelerin mutlu olduğunu, kışı ve yazı buralarda geçirecek boyların mutlu ve doygun olacağını söylemişti.
İyelerin hep kağan babasının dileğini söylediğini düşünen Oğuz toyluk edip, "Sorsana Kam Ana," demişti birden, "iyeler doğunun altın kağanına çavuşluk etmemizden de mutlu mu?"
Oğuz böyle söyleyince tüm obayı bir sessizlik sarmıştı. Üvey anası ve kardeşleri Oğuz'a kaşlarını çatarak bakmışlardı. Gerçeklerin getirdiği sessizlik ile Oğuz esrimişti, yine konuşacaktı. Ama babası, "Ay oğul Oğuzcuk," diyerek araya girdi. Ciğerden bir kahkahayla güldü. "Köylerden vergi alacağında çekinir de doğunun altın kağanından çekinmez."
Babasının birkaç yiğidi bu sözlere gülmüştü. Oğuz bundan hiç gocunmamıştı. Ama bir başına batıya doğru at sürerken babasına o an yanıt veremediğine bir kez daha yandı. Sonradan ortalık yerde düşüncesini dile getirmişti gerçi. Giyimi yırtık köylünün elindekini avcundakini ala ala nere varacaklardı? Tüm yağızyer dururken bozkırda ne işleri vardı? Ömür boyu doğudaki altın ülkenin kulu kölesi mi olacaklardı? Ama bunları dile getirse de Oğuz eyleme geçecek yüreği bulamamıştı kendinde. Babasına karşı durması gerektiğini her düşünüşünde, er geç o koyun üzerinde binicilik çalışan çocuğu anımsamış, babasını bir dev gibi görmüş, pısıp kalmıştı.
Hava bozuyordu, Oğuz yumruklarını sıktıkça sıkıyor, "Oğuzcuk Oğuz," diye söyleniyordu. Obada birtakım densizler, babasından ve bazı ağzı boklulardan yüz bulup ona böyle seslenmeye kalkmışlardı. "On beş kış görmüş Oğuzcuk Oğuz."
Oğuz arkasından konuşulanlara epey kulak tıkamıştı ama sonunda, kış ortasında bir gün dayanamayıp dellenmiş, eline gelen bir değnekle ortanca kardeşini bir görklü pataklamıştı. Herkes koşup gelmişti ama kağan babalarından başka kimse onları ayırmaya yeltenmemişti. Kağan, Oğuz'u sıkı sıkı tutup bir kenara çekmiş, elini kaldırmış ama vurmamıştı. Yerde ağzı, burnu kanlar içinde inleyen oğluna bakıp, Oğuz'a, "Neden yaptın böyle?" diye sormuştu.
Oğuz bir devin karşısında gibi bakışlarını eğerek, "Bana kötü söylüyor," demişti.
Babası ciğeri çıkacak gibi gülmüştü. "Ay oğul, kişi sanını, namını kendisi işler. Sen işledin mi? Kaç baş kestin? Doyumluk mu topladın? Kağan mı düşürdün? Kıyant mı vurdun? Kırk düşünüp bir mi konuştun?"
Oğuz babasını dinlerken ışıltılı düşlerde, kocaların, kamların ağzından dökülen sözlerde görmüştü kendini, Kıyant'ı vurmuş bir yiğit olarak görmüştü. Kendini kağan postunda, babasını hemen sağında, tüm budunu arkasında at sürerken görmüştü. Kulağında sanki fısıltılar vardı. Öyle ya Kıyant herkesin belasıydı, onu vuranın sanına kimsecikler yanaşamaz, sözlerine herkes kulak verirdi, kimse ona kötü söyleyemez, herkes karşısında yumruğunu göğsüne basarak ona, "Kağanım," demek isterdi.
Bu tatlı düşlere kapılan, on beş kış görmüş Oğuz başını kaldırıp, "Onu yaparım," demişti. "Kıyant'ı vurur, avlarım."
Bir başına at sürerken o günkü coşkusunu aradı içinde. Yalnız gölgesini buldu. Akşama doğru, bozkırın bitişini imleyen ırmağın kıyısında bir büke konup konakladı.
Ertesi gün uyandığında gökyüzü boz bulutlarla kaplıydı. Oğuz güneşin konumunu kestiremedi. At binip artık açık seçik gözüken ulu dağlara doğru sürdü. Karnını atının üzerinde doyurdu, suyunu atının üzerinde içti. Uzaktan bir kervan gördü, yoluna devam etti. Gök gürledi, göğün başına yıkılmasından korktu, yoluna devam etti. Ulu dağların dizisini kırılmış bir dişin kökü gibi bölen geniş ormanı gördü, orada Kıyant yaşardı, ölümü düşünerek Oğuz yoluna devam etti.
Kıyant'ı avlayacağını söylemesinden sonra obada çoğunluk Oğuz'un korkacağını, sözünden geri duracağını sanmıştı. Ne de olsa Kıyant ile dövüşmek ava, yağıya ok salıp kargı vurmaya benzemezdi. Yalnız kağan babası, halası ve üç yoldaşı, konuk kulaklardan uzak Oğuz ile konuşmaya çalışmışlardı. Kağan babası, yakında yola çıkacağını söylediği sabah, "Kıyant çok yiğide kıydı, gel gitme can Oğuz," demişti. Oğuz, "Yüreğime inanmışsın, sağ olasın, ama gideceğim," diye karşılık vermişti. Birkaç gün sonra halası gecenin köründe Oğuz'un çadırına varmış, obada kalmasını, yazgısına boyun eğmesini söylemişti. Oğuz, "Halam, canım halam, başka sözün başım üstüne ama Tanrının kime ne yazdığını kimse bilemez," demişti. Obadaki son gecesinde, üç yoldaşı ona genç yaşta ölümün korkunçluğunu anımsatmışlardı. Oğuz bir tek, "Böyle yaşamak olmaz," diyerek varıp gitmişti. Başkalarının sözüyle yılacak, korkacak değildi. Yağızyer üzerindeki herkes gibi o da zaten korkuyordu. Ak sakallı kocalar, koyun bindikleri günlerde, "Kişi korkusuz olmaz," derdi onlara hep. Yiğit diye korkusunu karnının içinde tutabilene denirdi. Ama Oğuz üçüncü gün, Kıyant'ın ormanına üç ok atımı kadar yaklaştığında, korkusunu karnının içinde tutamaz oldu. İçi titredi, Kıyant'ın öykülerden kalma koyu, kıyıcı gölgesi yüreğine düştü. Böylece Oğuz atını dizginleyip ormana ve dağlara bakarak durdu.
Dağların karlı, kıvıl kıvıl bulutlu doruklarını, ormanda ağaç tepeleri üzerinde uçuşan kuşları uzun uzun izlerken, obada, ateş başında, arkadaşlarıyla gülüşerek ve arada bir alımlı bir kıza bakarak bir öykü dinlemek istedi. Geçireceği kutlu, mutlu günleri, evleneceği yâri, çevresinde minik yaylar ve tahta kılıçlarla oradan oraya koşturacak bebeciklerini düşledi. Kıyant ile yüzleşir de ölürse bu düşler gerçek olmayacaktı. Ateşin sıcaklığını bir daha duyamayacak, yâriyle yatak döşek olup emişemeyecek, bir daha öykü dinleyemeyecekti. Oğuz o an bunları düşünerek gerçekten geri dönmek istedi, hatta atını yürütüp yönünü doğuya çevirdi, ama biliyordu ki herkes hep obada, ateşin başında oturursa bir gün anlatılacak öyküler biterdi. Öyküler bittiğinde ateşin anlamı yiter, budun dağılır, yok olurdu. Bu yüzden Oğuz, Kıyant'ın ormanını yeniden karşısına aldı, ölüp de öykülerde yaşamak pahasına yoluna devam etti.
Korkusunu karnının içinde kalmaya zorlayarak ormana girdi. Orman görklü, serindi. Ağaçlar sık, yer kâh yumuşak engebeli, kâh kayalıktı. Havada cıvıltılar, şırıltılar, fısıltılar vardı, sanki görünmeyen kimseler birbiriyle konuşuyordu. Uğultulu bir yel esti, atı ürktü, Oğuz da ürktü. Götürdü hayvanı ormanın kıyısında bir ağaca bağlayıp bıraktı. Pusat kuşandı, bir başına ormanın derinliklerine daldı. Epeyce gezindi, Kıyant'tan iz aradı, irili ufaklı pek çok yabancı iz gördü, neyi neye yoracağını şaşırdı. Tuzak kurup bir geyik yakaladı. Ormanda gölgeler uzuyordu artık. Oğuz avını götürüp bir açıklığın kenarında bir ağaç dibine bağladı. Tez ayak yürüyerek ormandan çıktı.
Atına bindi, sürdü, ormanın kuzeyinde, bir dağın yamacında ufak bir mağara bulup geceyi orada geçirdi. Kuru et ile ekmek yedi. Uykudan önce, her şeyden çok, ölümün kara soğuğu ile ateşin kızıl sıcağını düşledi. Korkusunu karnının içerisinde tuttu.
Sabah erkenden, atını mağarada bırakıp ormana yollandı. Tez varıp baktığında dün bağladığı geyiğin yerinde yeller esiyordu. Geyiği bıraktığı yere uzanan, neredeyse fıçı kadar büyük ayak izleri gördü. İzlerin peşine düşmedi. Kıyant'ın büyüklüğünü usuna sığdırmaya çalışırken Oğuz onun sesini ilk kez duydu. Ses derin, çatallı, yankılıydı. Diğer tüm sesler çekilmişti.
"Bir çocuk," dedi Kıyant.
Oğuz düşüp kalmamak için kargısını yere saplayıp tutundu.
"Bir bebecik," dedi Kıyant.
Oğuz bu ürkünç sesin nereden geldiğini bilemedi. Derin derin soludu, ateş başında anlatılan bir öyküde olduğunu düşündü. Kargıyı bıraktı, sendeledi, toparlandı. Yayına bir ok takıp güç bela, "Çık karşıma," diye haykırdı.
Ama Kıyant kendini göstermedi. "Sen Kıyant nedir bilir misin çocuk?" dedi. "Soyun soylansın diye Kıyant olmak ne demektir bilir misin?"
"Çık karşıma!" dedi Oğuz yine.
Kıyant ise, "Toysun çocuk," diye karşılık verdi. "Hadi, git ormanımdan."
Oğuz ayak izlerinin geldiği yöne yay çekip ok saldı. Ok vızıldayarak uçup gitti, görünmeyen bir yere saplandı.
Kıyant fısır fısır güldü. "Israrcısın," dedi. Homurdandı. "Öyleyse git bari düşün çocuk. İki gece düşün, hâlâ kararlıysan gel, çıkayım yiyeyim seni."
Bu kez Oğuz güldü. "Anlaştık," dedi. "Geleceğim. Seni avlayacağım. Sonra budunum buradan geçecek."
"Beni avlayamazsın. Kıyant olman gerek."
Bunu dedikten sonra Kıyant'ın sesi çekildi. Ormanın sesleri geri geldi. Oğuz döndü, tez ayak yürüyüp gitti.
Mağarada iki gece daha geçirdi.
İlk gece mağaraya gelmeden vurduğu kuşu pişirip yedi. Kıyant'ı vurduğu düşler kurup kurumlandı. Kibrini zar zor karnının içerisinde tuttu. Kıyant olmak ne demektir düşünmedi.
İkinci gece, yine av eti yerken, yağızyerin iyiliğini ve kötülüğünü, gökyüzünün sonsuzluğunu düşündü. Taşan coşkusunu karnının içerisinde tuttu. Tasarılar kurup düşünde o korkunç sesin iyesiyle dövüştü. Ama bir kez bile Kıyant olmak ne demektir düşünmedi.
Yolculuğunun yedinci günü Oğuz salkım salkım tan yelleri eserken çıktı mağaradan. Boz bulutlara bürünmüş göğün altında atıyla vedalaştı. Tez ayak yürüyüp ormana, Kıyant ile konuştuğu açıklığa vardı. Kargısını yere sapladı, kalkanını hemen alabileceği biçimde kargıya yasladı. Sadağını da bıraktıktan sonra, bir elinde üç ok ve yay, öbür elinde tek bir ok ile, "Geldim Kıyant, çık karşıma," diye haykırdı.
Sesi yankılandı ve birden kesildi. Ağaçlar silkindi, kuşlar çığlık çığlığa havalandı. Ve Kıyant her adımında yeri sarsıp, gümletip, gurul gurul sesler çıkartarak kendini gösterdi. Geldi, açıklığın öbür ucunda durdu. Onu ilk gördüğünde Oğuz ayaklanmış bir tepecik sandı. Derisi taşa benziyor, uzun, kalın boynuzu yalın kılıç gibi parlıyordu.
Oğuz titremesini dizginlemeye çalışıyordu. Adlı sanlı bir yiğit, bir kağan olmayı, budunun yazgısını geçmiş, canının derdine düşmüştü. Biliyordu ki artık bu işin dönüşü yoktu. Yayını gerdi, Kıyant'ın gözüne doğru ok saldı. Kıyant oku boynuzuyla savuşturdu, kızgın kızgın yeri eşeledi. Oğuz Kıyant'ın gözüne bir ok daha attı. Bu kez ok canavarın sırtından sekti. Kıyant hırlayarak ilerledi. Oğuz yayını atıp kalkanını, kargısını aldı. Bir nara savurup koşturdu.
Kıyant Oğuz'un demir kalkanına bir boynuz vurdu ki Oğuz kolu kırıldı sandı ama dayandı. Canavarın gözünü oymayı denedi, beceremedi. Geriledi açıldı, canavara yanından saldırıp kargısıyla deşmeye çalıştı. Zırhlı deriyi delemedi, kargısı kırıldı, kendisi kayaya toslamış gibi sarsılarak yere düştü. Kıyant hemen döndü, şahlandı Oğuz'u ezmeye kalktı. Yuvarlanarak kurtulmadan önce Oğuz, canavarın geniş karnı ortasında, büyükçe bir kalkan kadar bir kızıllık gördü, umutlandı. Çabucak doğruldu, kalkanını bıraktı, kılıç çekip Kıyant'ın üstüne atıldı, canavarın zırhını aşamayınca Oğuz yalandan yere düştü. Kıyant bu kez şahlanmadı, ağzını kocaman açıp Oğuz'u yemeye kalktı. Oğuz canavarı ağzından vuracak oldu ama kolunu kaptırmaktan korktu, çevik atmaca gibi sıçrayıp kaçtı. Kılıcını bıraktı, canavar bir baş vuracakken Oğuz kendini yere atıp onun altına yuvarlandı. Yuvarlanırken bıçağını çekmişti, Kıyant'ı karnının ortasındaki kızıllıktan vuracaktı, davrandı ama canavar bir koşu kopardı, uzaklaştı. Oğuz da bu arada bir sıkı tepik yiyerek soluksuz kaldı.
Kıyant açıklığın çevresinde tur atıp ilk göründüğü yere dönmüştü. Oğuz da güç bela ayaklandı, bıçağını kınına soktu, öksüre öksüre gitti yerden yayını aldı, sadağından dört ok çıkarttı. Kıyant ile yüz yüze geldiler, bakıştılar. Oğuz ansızın dönüp koştu. Kıyant da arkasından, "Çocuk sen Kıyant nedir bilir misin?" diye bağırarak Oğuz'u kovalamaya başladı.
Ormanda bir oraya bir buraya koştular. Gökyüzünde ışıklar oynaştı, yağmur çiseledi. Oğuz Kıyant ile dövüşmeye daha uygun bir yer aradı. Ağaçların ardına, kayaların dibine baktı. Yeri geldi saklanıp bekledi. Kıyant'ın devirdiği ağaçların çatırdayıp inlemelerini, ardında Oğuz vardır diye tos vurup darmaduman ettiği kayaların gümbürtülerini dinledi. Soluksuz, umarsız kaldı, öyle ki sonunda dövüşe başladıkları açıklığa dönmeyi düşündü.
Derken gökyüzünden gök bir ışık düştü. Yer gök gümbürdedi, apak oldu. Oğuz'un yüreğine korku, gözlerine ışık doldu. Ve Oğuz kendini Kıyant'ın gözlerinden ormana bakarken buldu. Büyük, çok büyüktü. Yağızyer önünde yürek gibi atıyordu. Ağaçlar onu sayıyor, kurtlar kuşlar yolundan çekiliyordu. Ama Oğuz, Kıyant'ın yalnız boyu ile boynuzunun gücünü değil, yumuşak karnında birikmiş inancın, öfkenin, acımanın, korkunun, kinin, yargının, yoldaşlığın, heyecanın, sevginin, bir tamam kişiliğin gücünü de duydu. İşte o an Oğuz, Kıyant olmak ne demektir anladı. Kendini kendinde buldu.
Ötede bir ulu ağaç ortasından yarılmış yanıyor, dallarından ormana ateş salyaları döküyordu. Oğuz ağır adım ateşin sıcağına yaklaştı. Isıyı beğendi, gerindi. Ağacın dibinde tek kişilik bir oyuk gördü. Kıyant'ın kocaman açılan ağzını düşünerek coştu, bağırdı. Yanan ağacın çevresinde esrimiş bir kam gibi hoplaya zıplaya üç kez döndü, dönerken gökyüzüne üç ok fırlattı.
Uzaktan uzağa Kıyant'ın gümbürtülerini duydu. Aradı, taradı uzun, sağlam bir dal buldu, bıçağıyla sivriltip kendine kargı yaptı. Kargıyı ağacın dibindeki oyuğa sakladı, bıçağını kınına soktu. Son oku ile yayı bir elinde, Kıyant'ın gümbürtülerine doğru yürüdü. Yağmur bastırdı, Oğuz durup bekledi. İki parmağını ağzına sokup kartal çığlığına benzer üç ıslık öttürdü.
Kıyant yuvarlanan bir kaya gibi, ağaçlar devirerek geldi. Canavarın ağzından saçılan buharı gördü Oğuz, oku yayına takıp çekti, attı, nereye gittiğine bakmadan döndü, yayını bir kenara fırlatıp yanan ağaca doğru koştu. Gümbürtüler, hırıltılar, gurultular peşindeydi. Oğuz koşup koşup kendini oyuğa bıraktı. Yağmur altında yanan ağaçtan cos cos sesler çıkıyor, kıvılcımlar yağıyordu. Oğuz sakladığı kargıyı sertçe oyuktan dışarı doğrulttu. Tam o an Kıyant da ağzını açmış oyuğa uzanmaktaydı, kargı diline saplandı. Canavar acıyla böğürdü, ağzından dalga dalga kan döküldü.
Kıyant'ın acısını duyan Oğuz bıçağını çekip sıçradı, derin bir soluk alarak canavarın ağzından içeri daldı, aktı. Islak bir karanlık sardı çevresini, on beş kış görmüş Oğuz karanlığı bıçakladı. İlerledi, çok geçmeden yoruldu. Karanlığın içinde sıcaklık buldu. Kıvrıldı, dizlerini karnına çekti. Islak, sıcak karanlıkta sonsuza kadar kalmak istedi. Ama kişi istiyor diye olacak işlerden değildi bu. Ciğerlerinde hâlâ soluk vardı. Kişi yağızyer üzerinde solumak, yürümek, acı çekmek ve tüm bunlardan tat almak için vardı. Oğuz bilinçle değil güdüyle kıpırdandı, bıçağını uzatıp karanlığı yardı. Canı gitmiş, yan dönmüş yatan Kıyant'ın yumuşak karnından kanlar içerisinde yağızyere yuvarlandı.
Var gücüyle soludu, öksürdü, bunlardan mutluluk duydu. Kanla kaplı bedeninden ve Kıyant'ın yarılmış karnından tüten buğuları gördü. Yağmur üzerlerine iplik iplik dökülüyor, Oğuz'u kandan arındırıyordu. Ulu ağacın ateşi sönmüştü. Doğrulup dizleri üstünde oturdu Oğuz. Gökyüzüne bakarak, "Ulu Tanrım, Gök Tanrım, şimdi Kıyant benim," diye haykırdı. Bir Oğuz gelip onu devirene kadar tuğu güneş, çadırı gökyüzü olacaktı. Dört bir yöne at sürecek, denizler, ırmaklar aşacak, canavar donlu ordularla, hastalık ve sihir dolu kentlerle yüzleşecekti. Ama öncesinde yapılacak işleri vardı.
Yağmur altında apak olunca Oğuz, ilk iş kalkıp Kıyant'a saygılarını sundu, boynuzunu, dişlerini söktü, yanına aldı. Ardından yayını, kalkanını, kılıcını bulup kuşandı. Yağmur tavsadı, yer yer açılan bulutların arasından ormana gün ışığı düştü. Ve Oğuz yeni ayaklanmış bir bebeciğin adımlarıyla ormandan dışarı yürüdü.
Emre Nazım Mert
Comentarios