Annemin bitmek bilmeyen serzenişlerine televizyonun gürültüsü ve üst kattaki komşumuza misafirliğe gelen çocukların ayak sesleri de eklenince ensemden yayılan bir ağrı saplandı başıma. Gözüm televizyonda, aklım yarına yetiştirmem gereken ödevlerimdeydi. Ama böyle bir ortamda hiçbir şeye odaklanamıyor, bırak odaklanmayı tam olarak ne yapmam gerektiğini bile bilmiyordum. Babam evin diğer -ve tek- odasındaki kanepeye uzanmış, her akşam yaptığı gibi iş dönüşü yarım veya bir saat uyukluyordu. Ama bu gürültüde uyuyabildiğini zannetmiyordum. Belki de uyuyormuş gibi yapıyordu. Annemin dırdırına katlanmak neredeyse imkânsız bir şeydi bazı günlerde ve bu ses dalgasının delip geçemeyeceği bir kapı, duvar yoktu. Annem yırtıcı bir kartal gibi mutfaktan fırlayıp elindeki içi kaşık ve çatal dolu tabakları yemek masasına büyük bir gürültüyle çarptı. Bu, yemek saatinin geldiğini babam duyuran bir işaretti. Bir iki dakika içinde babamın odasının ışığı yandı, peşinden bir çakmak sesi duyuldu. İçine çektiği nefesin sesini duyabiliyordum sanki. Yine de yanlış yapmıştı, annemin tekrarlamaya başladığı serzenişlerinin imdadına şimdi de sigara yetişmişti. “İçme şu boktan şeyi evin içinde! Kaç kere daha söylemem lazım, kaç kere daha!” Babam her zamanki gibi sessizce beni çağırdı. “Sezgin, gel de yardım et oğlum.” Annem derin bir iç çekti, yılmıştı artık hep aynı yükü taşımaktan. Beraber odaya girip babamı aldık.
Doğru düzgün kullanamadığı, çoğu zaman hissedemediği bacakları oyuncak bir bebek gibi sallanıyordu yemek masamızın eskimiş sandalyesine oturduğunda. Yıllardır dikiş makinesinin iğneleri yüzünden yara bere dolu sigara kokan parmaklarıyla saçımı okşadı. Yorgundu. Bitkindi. Gözleri belki kısa uykusundan belki de tüm günün yorgunluğundan kıpkırmızıydı. Ağır çekim bir filmden sıkıcı bir kare gibiydi masanın diğer ucundaki bardağa uzanıp tabağının yanına getirmesi. Diğer eliyle sürahiyi alıp bardağını doldurması ve sürahiyi tam aldığı yere bırakması. Tüm yaptıkları saatlerce sürmüş gibiydi. Babama baktıkça uykum geliyor, canım sıkılıyor, kıyafetlerimi yırtıp sokakta deli danalar gibi koşmak istiyordum. Annemin balyoz gibi eli izin vermedi ama kafamı eliyle ittirip tuzluğu getirmemi söyledi. Alıp tekrar yerime, bacaklarım babama değecek şekilde yanına oturdum. Televizyonun sesi artık kısıktı ama üst kattaki çocuk tepinmeye devam ediyordu. Annem yemeğinden tek lokma almadan konuşmaya devam etti. Ne güzel kadınmış, saçlarını süpürge etmiş, bu kümes gibi yere layık mıymış? Babamın boğazına dizilen makarna parçalarını görebiliyordum. Her lokmadan sonra bir yudum su içiyordu. Annem devam ediyordu, kullandığı her eşya eskimiş, bilmem kaç yıldır aynı kıyafetleri giyiyormuş, arkadaşlarıyla görüşmeye gidemiyormuş utancından… Babam tek elime etmiyordu. Kaşığı ağzına götürürken, suyundan yudum alırken, masanın ortasındaki küçük tabakta dörde bölünmüş iki domatesin en yakın parçasına çatalını uzatırken yüzünde her saniye kahrolan bir adam görüyordum. Kan kusuyordu içine içine… Diyecek bir sözü yoktu. Ne diyecekti ki? Ne diyebilirdi? Yedi yıldır elden ele taşınmayı, yanında biri olmadan sandalyesine bile oturamayacak halde olmasını kendisi istememişti. Yine de, bak bu halimle bile çalışıyorum, eve para getiriyorum, demek istediğini biliyordum. İçinde çok şey olduğunu ama bunları söylemeye yüzü olmadığını, utandığını biliyordum. Utanıp söyleyemediği, onu içten içe her gün öldüren birçok şey daha olduğunu bildiğim gibi. Annem susmadı ama durmadı da bir türlü. Artık ne üst kattaki Allah’ın belası çocuğun ayak seslerini duyuyordum ne de televizyonu gözüm görüyordu. Onu her gördüğümde kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlayan Çiğdem olmasa, ders yapmak, ödev hazırlamak, okula gitmek istemiyordum. Annemin ağzından çıkan her kelime kör bir kurşun gibi sekiyordu evin duvarlarında ve sonunda gelip bizi vuruyordu. Olduğundan on yaş daha yaşlı gösteriyormuş, zamanında çok ünlü bir tiyatrocu onu istemiş ama ona varmamış, bir çocuk yetmezmiş gibi bir de başına kocası çıkmış, hangi birine yetişecekmiş…
Babamın malum durumu yüzünden veli toplantılarına hep annem gelirdi. Sınıf arkadaşlarımın anneleriyle konuşmak için pek hevesli olduğundan özenle süslenir, makyaj yapar, keyfini kaçırmamak için bana her zamankinden daha yumuşak yaklaşırdı. Evdeki kadından çok farklıydı. O çirkin yüzünü bakılabilir bir hale getirmek için yaptığı makyajı, inek memesini andıran sarkmış koca göğüslerini ve incecik beline zıt olan devasa kalçalarını seçtiği elbisenin içine sokmak için verdiği mücadeleyi gördükçe ona olan nefretim katlanarak artardı. Toplantıya gelen arkadaşlarımın babalarına gözünü dikip uzun uzun bakar sonra gözünü onların eşlerine çevirdiğinde dudağını aşağıya doğru büzerek tiksintiyle çevirirdi yüzünü. Utanırdım ondan böyle zamanlarda. Çirkindi. Bozuktu. Diğer kadınlar, diğer anneler gibi değildi. Çürümüş, sadece benim ve babamın duyduğu kötü bir kokusu vardı. Diğer kadınların yanında kendini ne kadar küçük ve işe yaramaz gördüğünü eve döndüğü zaman iyice anlıyor, evi cehennemin sıradan bir odasına birkaç dakika içinde çevirebiliyordu. Banyo yaparken birden içeri girip eskimiş bir bezle sırtımı yok etmek istercesine temizlemeye çalışması, babamı her sabah tekerlekli sandalyesine oturtmaya çalışırken sürekli itip kakması, benden, babamdan, yaşantısından hoşnutsuzluğunu öfkeyle kusması sürekli çoğalan bir şiddetin parçalarıydı. Elbette her gün böyle değildi, onun da kendini iyi hissettiği, mutlu olduğu -elbette benim ve babamın olmadığı- anlar vardı.
Son iki yıldır başka bir erkekle görüşüyordu. Böyle bir şey olduğunu ilk kez onu ayna karşısında, her zamankinden daha farklı bir biçimde süslenirken gördüğüm zaman anladım. Hasta olduğum, okula gitmediğim bir gün her zamanki gibi sabahın erken saatinde kalktı, babamı sandalyesine bindirdikten sonra üç kat aşağıya indirip -ben tek başıma bunu yapamıyordum- çalıştığı yerin servisine bindirdi. Ve hiçbir şey olmamış gibi, her şey olağan seyrindeymiş gibi banyo yaptı, yatak odasındaki aynanın karşısına geçip daha önce hiç görmediğim iç çamaşırlarını giyindi, kırmızı bir ruj sürdü, siyah bir elbise giyip, yalandan ateşimi ölçer gibi yaptıktan sonra evden çıktı. Nereye gittiğini sorduğumda, her zaman hayıflandığı, o görüşmeye utandığı arkadaşlarıyla buluşmaya gittiğini söylerken yüzünde en ufak bir pişmanlık yoktu. İlerleyen günlerde babam uyuduğunda, salonun bir köşesine çekilip kısık sesle kahkahalar attığı telefon görüşmeleri, eve babamdan sonra gelmeleri ve hiçbir açıklama yapmadan yatak odasının kapısını kapayıp uyumaları artı. Babamı sandalyesinden kanepesine devirmek güçsüz kollarıma kalıyordu. Ve babam tüm bu olan biten karşısında tek kelime etmiyordu. Sağır, dilsiz ve kör olmuştu sanki. Okulumun nasıl gittiği haricinde konuştuğumuz hiçbir konu yoktu. Keşke on yaş daha büyük olsaydım diye düşünürdüm çoğu gece, belki beni adam yerine koyup içinde ne varsa anlatırdı. Belki ona artık annemin olmadığı bir hayat kurmamız gerektiğini söyleyebilirdim.
Bir gece, uykuya dalmak üzereyken, yine sınıfın en güzel kızı Çiğdem’i düşünüyordum ki birdenbire aklıma babamın kendini öldürebileceği fikri geldi. Çiğdem’in güzel saçları, sürekli kısarak baktığı gözleri ve yenmiş tırnaklarından nasıl babamın ölümüne geçtiğimi bilmiyordum ama bu fikir bile tek başına beni çok korkuttu. Böyle bir şey yapar mıydı bilmiyorum ama bu fikir bir kıymık gibi sapladı beynime. Yarım adamdı, tek başına tuvalete bile gidemiyor, sürekli birilerine muhtaç yaşıyordu. Üstelik annemin yaptıklarından da haberi vardı. Olmalıydı. Kendisini yatağına bile almayan, sürekli aşağılayan, ona zamanında sunduğu güzel hayatı unutup sürekli dert yanan bir kadınla yaşamak, üstelik ona muhtaç yaşamak kendisini öldürmeye kadar varacak büyük bir kederdi. Babamın öldüğünü düşündüm o gece, sabaha kadar o öldükten sonra neler hissedeceğimi, hayatımın nasıl devam edeceğini, annemin ne yapacağını düşündüm. Babasız büyüyecektim, belki daha güçlü, belki daha zayıf bir adam olacaktım yıllar sonra. Bunu bilmiyordum ama babamın yaşadığı tüm bu trajediye dayanamayıp intihar etmesinin verdiği sonsuz acıyı ölene kadar kalbimde, yükünü ise sırtımda taşıyacaktım. Ya annem, sevinecek miydi, yoksa üzülecek miydi? Babamın ölümünden sonra onu bir kez bile gülerken görürsem öldüreceğimi biliyordum. Elbette sevinecekti. Buna adım kadar emindim. Babamın ölümünden sonra annemin canını yakmak istiyordum. Babama yaşattığı tüm acıları ona yaşatmak istiyordum. Çiğdem’i doğru düzgün düşünemeden, tüm sinirimi yastığımdan alırcasına sıktım onu ellerimle ve uykuya sığındım.
Birkaç ay sonra, okulların tatil olduğu sıcacık bir temmuz günü, her sabah olduğu gibi erkenden kalkıp babamı giydirip sandalyesine oturttuk. Annemin yüzünde az da olsa bir şefkat, ellerinde sevgi kırıntısı vardı babama dokunurken. Ben babamın gömleğini düzeltirken annem de arkadaşlarıyla buluşacağını söyleyip ayna karşısında orasını burasını düzeltiyordu. Neden böyle davrandığını biliyorduk. Babamın yüzündeki acı ifade yüreğime koca bir taş gibi oturdu. Gözleri doldu. Benim ona baktığımı görmesin diye yanından birkaç adım uzaklaştım. Bir şeyler yapmalıydım. Belki de yapmam gereken şeyi uzun zamandır biliyordum ama düşünmek bile istemiyordum. Annemin banyoya girmesiyle birlikte salonda baş başa kaldık babamla ve avucuyla gözyaşlarını silerken gördüm. Bir çocuktan farksızdı. Onu ilk kez ağlarken görüyordum. Hemen kendini toparladı onu gördüğümü fark edince. Artık emindim. Babam ölecekti. Yaşayacak tek bir günü bile yoktu. Her şeyi planlamışım gibi, şaşılacak bir titizlikle annemin çantasından telefonunu alıp salondaki koltuğun yastıkları arasına sıkıştırdım ve babamın arkasına geçip sandalyesini kapının önüne doğru itip annemi bekledim. Annem banyodan çıktığında etrafı baş döndüren kötü bir parfüm kokusu kapladı. Sanki kendi vücudunun çürümüş bir parçası kokuyordu. İnsan utanmalıydı böyle koktuğu için. Kapıyı açtım. Annem benden devraldığı babamı ve sandalyesini kapının eşiğinden atlatıp merdivenin başına getirdi. “Yine ter içinde kalacağım. Tam da dışarı çıkacakken,” diye söylenmeye başladığında sinirden ellerim titremeye başladı. “Sen de kapıyı kilitle, unutma” diye seslendi sandalyenin tekerleğini merdivenin ucuna getirdiğinde. O an dönüp, sır dolu, kimsenin görmesini, eline almasını istemediği telefonunu unuttuğunu, mutfakta tezgâhın üstüne gördüğümü söyledim. Bir anda gözü dönmüşçesine arkasını dönüp bana sandalyeyi tutmamı söyledi ve eve girdi. Telefonunu görecek olmamın verdiği korku onu hayatının hatasına düşürdü. Salak kadın! Sıkıca tuttum tekerlekli sandalyenin kollarından. Babamı hiçbir zaman üç kat aşağıya indirecek kadar kuvvetli değildim. Eğer on yaş daha büyük olsaydım bunu her sabah ben yapardım diye düşündüm. Annemin ona değmesini istemezdim. Bir elimi koldan çekip babamın omzuna koydum. Yüzümü başının arkasına yaslayıp kokladım onu. Babamın kokusunu bir ömür unutmayacaktım artık. Yıpranmış elini elimin üzerine koydu. Birkaç saniye sonra çekti. Biliyordu olacakları. “Nerede bu lanet telefon,” diye bağırdı annem. “Seni seviyorum baba,” dedim sessizce. Sıkıca kavradım sandalyenin kollarını, kendime doğru bir adım çekip tüm gücümle ileriye doğru ittim. İkinci basamakta takla attı. Sonra bir çöp torbası gibi sağa sola çarpıp yuvarlandı. Sandalyenin demirleri kırılıp etrafa sıçradı. Duvar kanlandı. Sessiz bir inilti yankılandı apartmanın içinde. Yirmi saniye kadar sürdü. Ve annem çığlıklarıyla beraber, merdivenin başında buz kesmiş vücudumun yanından hızla geçip babamın yanına gitti. Kıpırdamıyordum. Ağlamıyordum. Sonra ağlayacaktım. Birkaç saat sonra paramparça olacaktım. Babam çoktan ölmüştü. Onun acısını, kederini, yükünü anneme attığım için yüreğim bir parça serinledi. Artık tek bir gün bile gülemeyecekti. Babamı bu sefer gerçekten öldürmüştü.
Emre Ocaklı
Comments