Hep aynı rüyayı görüyorum. Ve bu beni her defasında daha da korkunç bir sabaha uyandırıyor.
Sebze meyve tezgâhlarının ortasında, gökyüzünü tamamen örten muşambaların altındaki daracık yolda, birbirlerine benzeyen yüzlerce kadının arasında tek başına etrafa bakınıyorum. Küçük kalbim yerinden çıkacak gibi. Korkudan yerimden kıpırdayamıyorum.Annemin elbisesine benzer renkler seçmeye çalışıyorum meraklı gözlerimle ama insanlar durmuyor, sürekli sağlı sollu yanımdan geçip gidiyor. Annemin bu insan seline kapılıp ne tarafa sürüklendiğini anlamaya çalışıyorum. Kararsızım. Bir yön seçip o tarafa doğru hızlıca gitsem yakalayabilir miyim acaba? Hem onu kaybedeli bir dakika bile olmadı, eminim. Benden hiç beklenmeyecek bir şekilde hızlıca karar verip yüzümün dönük olduğu tarafa ilerlemeye karar veriyorum.
Annemin elini bıraktığım için kendime çok kızıyorum. Üstelik yanından geçtiğim başka çocukların annelerinin çantalarına tutunduğunu görünce öfkem daha da artıyor. Bunu bir sonraki sefer ben de yapmalıyım. Yarısına kadar geldiğim insanların arasında çarpa çarpa yürümek, hatta nefes almak bile zorlaştı artık. Saçlarımın arasından yol bulan damlacıklar kaşlarıma doluştu bile.
Sabahın ilk ışıkları perdenin boşluğundan sızıp ayaklarıma vuruyor. Ter içindeyim. Kaburgalarımı acıtan görünmez bir ağırlık var üzerimde sanki. Doğrulmak, dünyayı yerinden oynatmak kadar zor. O kadar güçlü değilim. O kadar insan değilim. Ve yaşlıyım. Yirmi beş kuruş para üstünü minibüs şoföründen istemeye utanacak kadar aciz, sokak köpeklerine taş atan çocuklara kızamayacak kadar korkak, misket oynarken hile yapamayacak kadar safım. Güne böyle bir bedende başlamak, aynada yüzümü görmek, her sabah yaptığım şeyleri tekrarlamak içimi acıtıyor. Başka bir rüya göremeyecek kadar sıkıştım bu kutunun içine ve nefes almak için açtığım delikler gitgide küçülüyor. Pencereden sızan güneş dizlerime kadar geldi. Yüzüme ulaşmadan yataktan çıkmaya karar veriyorum. Aklımda yüzlerce kez gördüğüm rüyanın ilk defa keşfettiğim ayrıntıları. Gözlerimi tavanın pürüzsüz boşluğuna dikip yeni detayları oraya yerleştiriyorum, her sabah olduğu gibi. Yine de hep bir şey eksik. Aklımı mı kaybediyorum?
Üç günlük kekten bir parça alıp ağzıma atıyorum, peşinden bir sigara yakıp kahve için suyun ısınmasını bekliyorum. Yavaş yavaş ısınsın, acelesi yok. İsterse üç yıl sürsün ısınması, beklerim. Beklemek, hiçbir şey yapmadan beklemek hoşuma gidiyor, zaman kazandırıyor bana. Bir şeylerin beni çekiştirmesinden, süslü defter kaplarıyla örtülmüş mecburiyetlerin bana ağırlık yapmasından hoşlanmıyorum. İçimi ürpertiyor, midemi keskin bıçaklarla tehdit ediyor, omuzlarımı acıtıyor. Yine de bedenimin tüm uyuşukluğuna rağmen zihnim yerinde durmuyor, bir şeyleri onarmak için oradan oraya koşturuyor. Dünyanın bir ucuna da gitsem hiçbir şey değişmeyecek. Bunu bildiğimden, beni hayal kırıklığına uğratıp üç dakikada ısınan suyu kahve dolu fincana döküp beni çağıran, hiç susmayıp beynimi kemiren odama doğru gidiyorum.
Tam tepemdeki hoparlörde patlayan ezan sesiyle irkiliyorum. Üstümde bayramlık gibi duran beyaz keten pantolonum ve püsküllü mavi ayakkabılarımla ne kadar ilerlediğimin farkında değilim. Yürümeye başladığım yerle şimdiki yer arasındaki mesafeyi çözemiyorum. Gözlerim bir yandan annemi ararken, diğer yandan insanların ayakkabıma basmaması, sürükledikleri sepetlerin pantolonuma değmemesi için tetikteyim. Annemin bu kıyafetlerle pazara gelmemi istemediğini anımsıyorum. Yoksa beni bu yüzden mi bırakıp gitti? Böyle bir şeyi yapmış olabilir miydi? Oysa ona babam gibi her zaman güzel giyinmeyi sevdiğimi defalarca söylemiştim. Bana, “Serseriler kötü giyinir, sen her zaman güzel giyin, çünkü kızlar serserilere bakmaz.” demişti. Ve bu cümle aklıma kazındı bir şekilde.
Anneme benzeyen kimseyi görmedim. Bir an için pazardan çıkıp eve dönmeyi düşünüyorum ama annemin de beni arıyor olabileceği ihtimali aklıma sert bir düşüş yapıyor. Vazgeçiyorum. Yardım alacağım kimsenin olmaması da çok kötü. Babamı özlüyorum. Ezan devam ediyor. Biçare kafamı yukarı kaldırıp, “Allahım yardım et.” diyorum, aramızdaki kirli örtüye rağmen.
Çağrıma yanıt gelmiyor. Kaybolmak çok kötü. İliklerime kadar korkuya kapılıyorum bunca insanın arasında. Yeni bir fikir geliyor aklıma. Kaybolduğum yerden çok fazla uzaklaşmış olmadığımı hesap edip elli adım bir tarafa, elli adım diğer tarafa gitmeye karar veriyorum. Annem de kaybolduğumu benimle aynı anda fark ettiyse yakınlarda arayacağı, onu bulacağım fikri hoşuma gidiyor. Yürümeye başlıyorum. Yuvarlak bir metalin etrafına sarılmış beyaz külotlar, ahşap tezgâha dizilmiş rengârenk sutyenler var. Başörtülü, yaşlı kadınlar bunları eline alıp inceliyor, daha büyüğünü veya küçüğünü satıcıya soruyor. Gülmemek için kendimi zor tutuyorum bunca endişem arasında. Onları bu külotların, sutyenlerin içinde düşünüyorum. Yakıştıramıyorum.
Bir şey oldu ve bir gözüm görmez oldu sanki, bir kulağım sağırlaştı, sol bacağım topal. Bazı parmaklarım güçsüz, birkaç dişim çürüdü. Gün gün yaralandım. Bir anda değil, yavaş yavaş. Fiziksel bir acıya yol açtı tek tek kaybolan anılarım, merhametin, nefretim, sevgim, sevincim. Bir süre yazarak bulmaya çalıştım kendimi ama hafif kaldı. Binlerce cümle arasında boğuldum. Tam bir yerden kıyıya çıkacak gibi oluyordum, başka bir cümle beni geri çekiyordu. Vazgeçtim. İçimden uçup giden ruhumu yeniden yakalayıp bu iğrenç et yığınına geri sokmak için resim yapmaya başladım. Ne yaparsam yapayım, tüm yeteneğime rağmen fotoğrafları hep bensiz çizebildim tuvale. Yok oluyordu aklımdakiler. Aynı rüyayla geçen her gecenin sabahında biraz daha kayboluyorum. Her sabah bir kemiğim daha kırılmış uyanıyordum. Yarı ölümden uyanıp hayata başlamak canımı acıtıyor.
Duvarların arasına çektiğim iplerde, mandallara tutunmuş yüzlerce fotoğraf. Tam ortasında tuvalim ve ben. Her sabah bu fotoğrafların arasında durup bir tanesini hissetmeye çalışıyorum. Kendimi onların içinde bir tanesine gömüp koklamaya çalışıyorum olduğum yeri. Sonrasında tuvale anlatıyorum gördüklerimi, boya ve fırçalarımla. Oldukça sıkıcı bir işin içine soktum kendimi, biliyorum. Ama bunu yapmakta başka çarem yok. Tüm eksikliklerime rağmen kaybolmak istemiyorum. Tutunacak eski bir şeye ihtiyacım var. Geçmişti insanı hayatta tutan. Gördükleri, yaşadıkları, hissettikleri... Onu bulmaya çalışıyorum. Ait olduğum bir yerin olduğunu biliyorum ve onu bulmak için zorluyorum sönmeye yüz tutmuş aklımı. Tüm bu fotoğrafların içindeki beni tutup çıkartmaktan başka çarem yok.
Elli adım olunca karşı tarafa geçip diğer tarafa yürümeye başlıyorum. Kıyafetler yerini meyvelere bıraktı artık. Sıkılıyorum kalabalıktan. Ezan sesi yerini pazarcıların bağırışlarına bıraktı. Bağırmayı düşünüyorum, anne, diye. Belki duyabilir sesimi. Ama cesaretim yok buna. Herkesin bir anda durup bana baktığını düşünüyorum. Utançtan yok olup gidebilirim. Birkaç adım sonra ilk kaybolduğum yere geldiğimi, domateslerin arasına kısa bir çubukla dikilmiş, ama yanlış yazılmış fiyat etiketini görünce anlıyorum. ÇANAKKALE DOMATEZİ. KG 1,25.
İnsanların nasıl bu kadar iç içe delirmeden yürüyebildiklerini, durabildiklerini anlayamıyordum. Yüzlerce insan bir ağızdan konuşuyor, birinin eline alıp bıraktığı limonu başkası sepetine atıyor, çürük bir meyveyi onlara vermeye çalışan pazarcıyla kavga ediyor, bazıları da oldukça basit görünen kıyafetler için bile pazarlık yapıyordu. Tüm bunları izlerken domates tezgâhının önündeki yaşlı bir kadının arkası dönük bir şekilde üstüme doğru geldiğini görüyorum. Geriye adım atmak istiyorum ama arkam başka bir kadının pazar sepetiyle kapatılmış. Ani bir refleksle ellerimi kadının kalçasına dayayıp itmeye çalışıyorum ama yüz kiloluk kadını durdurmak mümkün değil. Kadın tüm ağırlığını taşıyan küçük ama gülle gibi ayaklarıyla mavi, püsküllü, hepsinden de önemli daha yeni alınmış ayakkabılarıma basıyor. Ayakkabı umurumda değil o an, canım öyle bir yanıyor ki avazım çıktığı kadar bağırıyorum.
“Anneee!”
Yirmi yedinci gün bugün. Her gün bir fotoğraf seçtim ve tuvale anlattım. Kimisinde doğduğum evde babamın kucağındayım, kimisinde şimdi seslerini bile unuttuğum dostlarımla içki içerken köhne bir meyhanede. Doğum günümde pastadaki birkaç muma üflerken yanımda ölmüş olan akrabalarım var. Beni aldatan kadınlarla, onları hiç hak etmeyecek kadar güzel yerlerde, dağların eteklerinde, denizin ortasında zamanı durduğumuz fotoğraflar. Hiçbir şey hissetmiyorum. Hissedemiyorum. Artık resim de yapmamaya karar veriyorum. Olmuyor. Yaşadığım anları, sanki hiç yaşanmamış gibi resmetmek acı vermeye başladı. Yüzlerce suretin içinde kendimi anlatamıyorum, çizemiyorum, elim varmıyor. Görünmez bir güç yeteneğimi çalmış gibi.
Beni seven bir kadın var. Benim için endişelenen. Uzun zamandır telefonlarına çıkmıyorum. Zile bastığında kendisine pusu kurulduğunu anlayan ürkek bir geyik gibi hareketsizce durup ayak seslerinin uzaklaşmasını bekliyorum. Her ne olduysa onu da artık sevmiyorum eskisi gibi. İçimdeki aşk da öldü. Yaptığı yemekleri, sevişmelerimizi, ellerini, kaygı dolu gözlerini özlemiyorum. İhanete uğramışçasına nefret ediyorum ondan bazı zamanlarda, arkamdan işler çevirdiğini hayal ediyorum uyumadan önce yok yere, acım yetmezmiş gibi… Bu duygu bile sabaha yok olup gidiyor. Unutmaya başlıyorum her duygunun tadını.
Ayak parmaklarım sanki araba tekerleğinin altında kalmış gibi acıyor. Gözlerim doluyor öfkeden. Sendeleyerek ellerimi ayak parmaklarıma bastırıp acımı dindirmeye çalışıyorum. Ayakkabım çamur içinde. Dev kadından kurtulmak için kaçarken bastığım domatesin suyu pantolonuma sıçramış. Elimle silmek istiyorum ama daha fazla kirleneceğinden korktuğum için vazgeçiyorum. Çömeliyorum olduğum yere, kollarımla dizlerimi sarıp başımı öne eğiyorum. Onlarca ayağı izliyorum yanımda geçen. Ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Dolmuş gözlerimi kırpmamak için direniyorum. Ta ki tanıdık bir ayakkabı önümde durana dek.
Utanç dolu yüzümü saklanmaktan çıkartıp başımı kaldırıyorum. Kirli muşambanın yırtık tarafından sızan güneş gözüme vuruyor. O mu gerçekten? Anne? Elinde yarı şeffaf mavi poşetlerle bana bakıyor. Yüzündeki yorgunluğu kısılmış gözlerinden anlayabiliyorum. “Neredesin oğlum sen? Tut şu poşetlerden birini, kollarım koptu.” Annemin benim kaybolduğumdan bile haberi yok. Olsun, kendimi dünyanın en şanslı insanı hissediyorum. “Kalabalığa karışınca kaybettim seni.” diyorum. Biraz mahcup, biraz da suçlu bir tavırla, “Ben bir yere ayrılmadım ki, hep buradaydım,” diyor elindeki domates dolu poşetleri tutmaktan yorulmuş bir halde. Ayakkabım ve pantolonumdaki kiri görünce yüzündeki endişe yerini öfkeye bırakıyor. “Ne bu halin?” Umursamıyorum. Ne de olsa geçici bir kızgınlık. Biliyorum. Elindeki poşetlerden birini alıp boşta olan elini sıkıca tutuyorum.
Sabahın ilk ışıkları perdeden sızıp yüzüme vuruyor. Tüm kemiklerim kırık, göğsümde şeffaf iri bir karartı oturuyor, dudaklarım susuzluktan çatlamış. Hükmedemediğim parmaklarım usta bir cambazın ipi gibi titriyor. Her şey bulanık gözlerimde ve dışarıdan içeriye sızan tek bir ses bile kulaklarıma değmiyor. Yaptıklarım kâr etmedi. Boşa kürek çektim, boşuna yordum bedenimi ve aklımı. Başarısızlıkla geldim bu duruma. Kaybolan duygularım, kaybolan ben için artık endişelenmiyorum. Endişelerim de yok oldu gitti. Gözlerimi bulut kadar beyaz tavana dikip en başından beri gözümün önünde olan bir detayı daha yerleştiriyorum aklımın son kırıntılarını kullanarak. 1,25. Gözlerim tavandan inip duvardaki takvime kayıyor. 25 Ocak. Yüzümde hafif bir tebessüm oluşuyor. Ölümün benimle oyun oynadığını, bir anda gelip korkutmak yerine göstere göstere evime, aklıma, ruhuma, yatağıma girip benimle oyun oynadığını anlıyorum. Ölüyormuşum meğer bunca zamandır. Annemi özlüyorum. Gözlerim bir daha açılmamak üzere kapanmadan önce yine onu arıyorum yanımda. “Anne.”
Emre Ocaklı
Comments