Açık pencereden sızan hoş bir koku salona yayılıp mutfaktan gelen yemek kokusunu bastırmaya çalışıyor.
“Alıyor musun kokuyu?”
Koltuğun diğer ucuna tünemiş, elinde kumanda, sesler de kokular gibi birbirine giriyor.
“Evet, yemek harika olacak.”
“Onu demiyorum.”
Uzun zamandır pencereden, evin dışından böyle kokular gelmiyordu. Yan dairelerdeki komşuların çiçekleri olmalı, diye düşündü. Birbirinden güzel, rengarenk. Yerini sevmiş, temiz toprağına değen suyla tüm güneşi içine alan. Koltuğun diğer ucundan ses gelmiyor. Tek ses dışarıdan gelen biçimsiz insan sesleri ve televizyondan yayılan sürekli değişen gürültü. Ne aradığını bilmiyor. Bir şey arayıp aramadığına da emin değil. Onun böyle uzun zamandır süren sessizliği yine canını sıkıyor. Hareketsizliği, sadece işe gidip gelmesi, televizyon karşısında uyuklaması ve sürekli bu döngünün içine hapsolması iyi şeylerin habercisi değil. Tüm bunların arasında mutluymuş gibi görünmeye çabalaması da her şeyin üstüne tuz biber oluyor. Gözlerinin içine uzun süre bakabilse, bunu yapabilse, ona mutsuz olduğunu söyleyebilirdi.
“Almıyor musun çiçek kokusunu? Ne güzel esti rüzgâr, aldı getirdi… Mis gibi.”
Televizyonun gürültüsü sabitleniyor. Gülüyor. O gülünce yüzü geriliyor, bir saat önce sürdüğü tıraş losyonu eve üçüncü bir koku olarak yayılıyor.
“Bunun kokusu çok ağır, bastırıyor çiçeklerin kokusunu.”
Yarım ağız gülüyor bu sefer. Onun böyle zoraki gülmesini hiç sevmiyor. Koltukta büyük bir boşluk ve sıcaklık bırakarak yerinden kalkıyor, mutfağa gidip tencerenin kapağını açıyor, ocağın yanındaki kaşıkla tencereyi karıştırıyor, yağlı kaşığı birkaç kez tencerenin kenarına vurup yerine bırakıyor ve kapağı kapatıyor. Çiçeklerin kokusu taze fasulyeye yeniliyor. Şimdilik. Sıra onda, ayağa kalkıp hemen yanındaki pencereden sarkıtıyor bedenini. İsimlerini bile bilmediği çiçeklerin kokusu, sevgilinin peşi sıra yanağa değen öpücüğüne dönüşüp tekrar yüzüne dokunuyor. Biraz daha sarkıyor pencereden. İki ahşap sandalyede oturmuş kahve içen yaşlı çifti, parkta oynayan çocukları, birbirlerini kovalayan köpekleri, elindeki yemek poşetini müşteriye kan ter içinde yetiştirmeye çalışan çocuğu görmüyor. Gözleri başka bir yerde. Gözleri başka bir yerde açık.
Fındık ağaçlarının arasından süzülen rüzgâr, gürgen ve ıhlamur ağaçlarının yapraklarını sallayarak derenin kenarına kadar iniyor. Kıvırcık saçının her telinde hissediyor. Hiç bitmesin istiyor, uzun bir ninni gibi yankılansın istiyor kulaklarında. Sanki yüzlerce kilometre uzaktan sırf onun için gelen bu esintinin dinginliğini oraya ait üç ses bozuyor. Yeşilin her tonuna ev sahipliği yapan coğrafyanın o an için iki misafiri daha var. İki genç elindeki taşları sırayla derenin cılızlaşmış suyunda sektirmeye çalışıyor. Erkek elindeki taşı büyük bir ustalıkla fırlatıyor. Üç. Genç kız gülerek karşılık veriyor. İki. Yüzü düşüyor ama hâlâ gülümsemesi gözlerinde duruyor. Erkek yine sallıyor elindeki taşı. Yine üç. Kız elinde taşa hafif bir öpücük kondurup tıpkı erkek gibi hafifçe sağa eğiliyor ve atışını yapıyor. Yine iki. Onu yenemeyeceğini anlıyor ama bu umurunda değil. Taşlardan vazgeçen eller birbirine uzanıyor. Rüzgâr duruyor. İkisinin de kurumuş dudaklarından saçılan cılız, ürkek kelimeleri duyamıyor ama kalp atışlarının güçlü uğultusunu kulağında hissediyor. Dudakları birleşiyor yavaşça. İki saniye sürüyor. Rüzgâr yine esmeye başlıyor. Dere aynı cılızlığıyla akmaya devam ediyor. Patika yoldan gelen arabanın gürültüsü, ineklerin boynundaki çanın tiz sesine karışıyor. El ele verip ağaçların arasına doğru kaçıyorlar ama uzun sürmüyor gözden kaybolmaları, birkaç dakika sonra etekleri rüzgâra karşı koşarak uzaklaşıyor kız.
Genç kızın peşinden yokuş yukarı tırmanırken ağaçların dallarından sarkan elmaların olgunlaştığını, birkaç adım ilerideki bostanda kendi ektiği kivilerin boyunu geçtiğini fark ediyor. Dalları uzamış, budanması gerek. Zamanı gelmiş, diye söyleniyor. Ahşap kapıya vardığında bıraktığı her şeyi yerli yerinde buluyor. Yanından süratle geçen geçen kardeşi odasına doğru gidiyor. Annesi mutfakta, babası mutfaktaki sedirde uzanmış haberleri izliyor. Yine aynı kanal, diyerek sessizce gülüyor. Babasının yanına oturuyor sessizce. Yaşlı yüzünden yayılan tıraş losyonu, annesinin yaptığı yemeğin kokusunu bastırıyor.
Beline dolanan ellerin farkına vardığında bu cansız dokunuşun mu, yoksa karabasan gibi yayılan ağır kokunun mu mutsuzluk saçtığını anlamaya çalışıyor. Cevabını bildiği ama söylemeye korktuğu diğerleri gibi bunu da aklında oyalıyor. İçeri doğru çekiliyor soğuk ellerle.
“Sana kaç kez söyledim şöyle çocuk gibi sarkma pencereden diye!”
Uslu bir kız çocuğu gibi koltuğa, henüz soğumamış yerine oturuyor. O da oturuyor. Televizyondan gelen gürültüye dönüyorlar.
Gecenin bir vakti kötü bir rüyadan uyanır gibi telaşla doğruluyor yatağında. Rüya görmemişti. Sağ tarafına uzanıp onu arıyor. Yok. Elleri boş nevresimde bir süre sürtünerek dolaşıyor. Onu uyandıranın ne olduğunu anlaması birkaç saniye sonra salondan gelen kesik hıçkırık sesleriyle son buluyor. Kötü bir rüyadan daha kötü bir şeyle karşılaştığına emin. Son üç ayda dördüncü kez tekrarlanıyor. Bu sefer yataktan çıkmaya karar veriyor. Boşluğa üç adım atıp el yordamıyla kapıya tutunuyor. Holün serin duvarını avuç içleriyle geçerken hıçkırık sesleri kesiliyor. Birkaç bebek adımı ve artık yanında. Ter kokuyor, gözyaşı kokuyor.
“Neyin var? Neler oluyor sana? Bilmediğim bir şeyler mi var?
Tam o an bilmediği bir şeylerin olduğu hissi, kalbini dev bir canavarın elleri arasındaymışçasına sıkıştırıyor. Sorduğuna pişman. Nefesi kesik, elleri soğuk.
“Senden saklı neyim olacak ki?”
Sesi öylesine titriyor ki yalan söylediğini anlamamak imkânsız.
“Bildiğin şeyler işte, her şey çok üstüme geliyor bu aralar. Seni üzmek istemezdim.”
Gerçeği gizlemek için sığınılan dünyevi klişeleri sıralıyor. İş, fazla mesai, para, acımasız patronu. O an yüzündeki ifadeyi görmek için her şeyini verebileceğini, ama şeytanla pazarlık yapmak için bile bir şeyinin olmadığını düşünüyor. Saçlarına, omuzlarına, çenesine dokunan elleri hissetmiyor artık. Avucunun içi gibi bildiği karanlık sanki daha da kararıyor.
“Yatalım artık. Üşüyeceksin böyle.”
Onun kolları arasında daha hızlı dönüyor odaya. Karanlık aynı karanlık. Göz kapakları iniyor, gözleri başka bir yerde açılıyor.
Kardeşinin hazdan kızarmış yüzünü izliyor odasında giyinirken. Ne kadar da büyümüş. Oyuncak bebeklere elbise diktikleri zamanlar artık çok geride. Masumiyet yaşları geçeli çok olmuş ve kışın sert rüzgârlarından habersiz göğsünü gererek meydan okuyor her şeye. Onu odasında bırakıp mutfağa dönüyor. Televizyonun sesi biraz daha açık. İkisinin de yüzü hem endişeli hem de heyecanlı. Babası her zamankinden daha yavaş konuşuyor, belli ki konu ciddi.
“Hasan haber gönderdi dün. Artık zamanı geldi, diyor. Sen ne dersin?”
“Ne zaman geldi çocuk? Daha dün gitti.”
“Bunların yaptığı da askerlik işte! Ne söyleyelim, ne zaman gelsinler?”
“Sen bilirsin. Aslında tam zamanı. Havalar da güzel.”
İki küçük tabureye oturmuş, kapıdan bahçeye, oradan da dağların üstünden usulca süzülüp yıldızları bir yorgan gibi örten kara bulutlara bakıyorlar. İçlerindeki sıkıntıyı hissedebiliyor. İkisinin arasına oturup dizlerini göğsüne doğru sarıyor. Gelen kara bulutların kimin için yolda olduğunu biliyor. Zamanında kendisi için de geldiğini ama bunun sadece birkaç dakika sürecek bir yaz yağmuru olmadığının farkına vardığında çok geç olduğunu hatırlıyor. Ayağa kalkıp öfkeyle bakıyor yüzlerine. Yumruğunu hissedeceklerini bilse acımadan vuracağına emin. Küfürler etmeye başlıyor. Cansız nesneler ve dalların arasına saklanmış birkaç kuş dışında kimse duymuyor onu. Yapacak hiçbir şeyi yok. Gözlerini kapatmaktan başka.
Sabahlar hep aynı. Hiçbir farkı yok. Zamanı, saati yok. Bir parça farklılık için yine pencerenin kenarına yavru bir kuş gibi tünüyor. İçinde bir çocuk telaşı, yeni çiçekler var kokusunu dünyaya yaymak istercesine heyecanlı. Onları karşılıyor bembeyaz yüzüyle. Ciğerlerini dolduruyor onların coşkusuyla. Bir şeyler yapmak istiyor. Kara bulutları evinden uzak tutmak istiyor. Olduğu yerden bunu yapamayacağının farkında olmak yüzüne kara bir leke gibi oturuyor. Leke büyüyor, çürüyor, kokmaya başlıyor. Omuzlarına basıp gelen sigara dumanıyla hafifçe arkasını dönüyor.
“Bu kadar sevdiğini bilmiyordum çiçeklerin kokusunu. İlk defa bu yaz bu kadar ilgini çekti.”
“Evimi özledim galiba. Annemi yani. Bir de kardeşimi.”
Sigara kokan nefesinin sıcaklığını, sırtına dayadığı göğsünün soğukluğu dengeliyor. Mutsuzca atan kalbi bir anda, kendi içinde hissediyormuş gibi hızlanıyor, suyun değmesiyle canlanan bir yaprak gibi titriyor.
“Ne zaman istersen gidebiliriz. Hem bana da iyi gelir. Ne zamandır aklımdaydı aslında.”
Son cümledeki hırıltılı pişmanlığı kulağında yankılanıyor. Sesin ürkekçe ama bir yandan da coşkuyla dengesizleşen ekşimsi tadı akıyor kulaklarından.
Altı saat sonra ilk defa arabanın camını açıp havayı içine çektiğinde sanki yanından süratle geçtiği her şeyin kokusunu mühür gibi yapıştırıyor ciğerlerine. Yeşilin, toprağın, hatta kara bulutların bile kokusunu en saf haliyle duyumsuyor.
“Tüm bunları görmek için neler vermezdim. Bir kere, sadece bir kere…”
Çakmak sesini duyuyor, sigarasından çektiği hırıltılı nefesi. Eve gidene kadar onun sesini duymayacağından emin.
Kapıdan girer girmez o kapıdan çıkıp gittiği gün geliyor aklına. Annesinin sesi, onu kucaklaması, babasının artık devrilmesi mümkün olmayan bir çınar ağacı gibi kucaklaması, kardeşinin gözyaşları, birkaç komşu ve akrabanın kısık mutluluk gülümsemeleri. Hepsi aynı. Değişen hiçbir şey yok. Babasının her zaman uzandığı koltuğa oturuyor. Bir yanında annesi, diğer yanında kardeşi. İkisinin de elleri üzerinde. Korunmuş hissediyor kendini bir anlığına da olsa. Annesinin her geçen yıl kısılan sesi kardeşinin kalınlaşan sesine karışıyor. Birilerinin büyümesi için birilerinin de çürümesi gerekiyordu. Babasının tok sesini duyuyor.
“Gel bakalım damat, anlat hele ne var ne yok?”
Uzaklaşıyor sonra sesleri. Uzun süre duyulmuyor.
Evin kargaşasından kurtulup düşe kalka ulaştıkları derenin kenarında kardeşiyle oturuyor. Hiç görmemiş olsa bile avucunun içi gibi biliyor her tarafı. Katlanır plastik sandalyelerinde oturup ayaklarını derenin cılız suya daldırıyorlar. Oysa dereyi canlı gördüğüne emin. Çocukluğundaki gibi coşkulu olması gerekiyordu.
“Bütün dere böyle mi? Yoksa sadece olduğumuz yer mi bu kadar cansız Nilay?”
“Sen buraya her gelişinde daha da cansızlaşıyor dere. Ölüyor artık. HES midir nedir, katlettiler her yanı.”
Derin bir nefes çekiyor.
“Kokusu hiç değişmemiş ama… Hiçbir şeyin. Ağaçların, derenin, toprağın…”
Nilay gülümsüyor. Ama kardeşini gülümsemesinden tanıyacak kadar bağlı ona. Göz kenarlarının milim oynamadığına emin. Konuya girmek için en uygun ânın geldiğini fısıldıyor sanki bir ses.
“Kaç git buradan Nilay. Burada seni sadece annem gibi berbat bir hayat bekliyor. Onun gibi biri olup çıkacaksın.”
“Ne diyorsun sen abla? Niye kaçayım? Ne olacak ki? Bir şey mi duydun yoksa?”
Gördüm diyemiyor. Bunu anlatması zor, onun anlaması daha da zor.
“Söyle o çocuğa, kaçın beraber. Eğer gelmezse tek başına çık yola. Ayağın tutuyor, gözün görüyor. Elbet doğru bir yola saparsın.”
“Kimle abla? Hangi çocuk? Abla sen nereden biliyorsun tüm bunları? Babam biliyor mu? Bak öldürürler beni.”
“Dediğimi yap Nilay. Kimse bir şey bilmiyor. Elini çabuk tut. Ne de olsa artık ben…”
“Sen ne abla?”
“Hadi gidelim artık, çok yorgunum. Konuşuruz sonra.”
Söyleyemiyor ona. Her şeyi baştan anlatması gerek. Yaşadığı evden çıktığı günü, sesini iki kez duyduğu bir adamla büyük bir şehre gidip yeni bir dünya kurmak zorunda bırakıldığını, karanlık dünyasının o küçücük evde daha da karardığını, kocasının artık onu istemediğini, aldattığını ve biçimsiz, kullanışsız, işe yaramayan bir eşya gibi tekrar aldığı yere bırakmak için aylardır büyük bir savaş verdiğini, sonunda da şimdi burada olduklarını ve onu bırakıp gideceğini adı gibi bildiğini anlatıp kardeşinin küçük dünyasını daha fazla acıyla doldurmak istemiyor.
El ele tutuşup tek kelime etmeden yolu tırmanıyorlar. Ayakları artık geri geri gidiyor. Omuzlarından tutup onları çeken hissi artık görebiliyorlar. On beş dakikalık yol bir saat sürüyor.
Çocukluğunun geçtiği odada, yayları hâlâ gıcırdayan yatağına serili yorganı parmak uçlarıyla gezindiği desenlerden tanıyor. Geçmişe dönmenin huzurlu ama bir o kadar da kasvetli havası aralık pencereden içeri süzülüp yatağın boş tarafına kuruluyor. Hissediyor artık sadece onunla uyuyacağını, kâbuslarından kurtulup ona sarılacağını, güne onun serin tarafıyla uyanacağını. Sarılıyor sıkıca ona. Onun boşluğuna. Fırtınadan saklanan bir çocuk gibi sığınıyor yorgana.
“Hadi kızım kalk, akşam oldu neredeyse.”
Annesinin ürkütmeyen sesi ve yumuşak ellerine uyandığında yüzündeki gülümseme tepedeki güneşi bastırıyor. Yanı boş. Biliyor. Odasından çıkıp hiçbir yere çarpmadan banyoya gidiyor, yüzünü çocukluğundan beri değişmeyen aynı marka sabunla yıkıyor. Mutfağa yürüyüp küçük masaya oturuyor. Hiçbir şey değişmemiş koca evde. Bazı şeylerin asla değişmeyeceğini, yerinden bile kıpırdamayacağını biliyor. Masaya gelen yumurtanın kokusu, sıcaklığı, annesinin yanı başına oturup çay bardağını doldurması, sandalyenin hiç değişmeyen gıcırtısı, arka odadan gelen televizyonun sesi görünmez bir kalkan gibi koruyor onu. Yine de bu kalkanı delmeye çalışan annesinin nefesini hissedebiliyor. Her şeye hazır. Her şeyi biliyor.
“Güzeller güzeli kızım. Gece telefon gelmiş, çalıştığı yerden. Büyük bir sorun olduğunu söyledi. Sabah söylene söylene çıktı erkenden.”
Sıcak çay boğazında öyle kalıyor. Ne tükürmek ne de yutmak istiyor. Canının yanması lazım. Yakıyor yakabildiği kadar. İçten kızarmaya başlayan yanaklarını annesinin serin, toprak kokan avuçlarına bastırıyor.
“Gelecek kızım, üzülme bu kadar. Uyandırmaya kıyamamış seni. Hem varmış sayılır, aradı az önce. Hadi sen de ara istersen, için rahatlar biraz.”
Bedeninden yayılan yalanın kokusunu çekiyor içine. Usulca. Yavaş yavaş. O koku onu evine, türlü çiçeklerin kokusunu içine çektiği penceresinin önündeki koltuğa götürüyor. İlk defa görüyor evini. Eski bir filmin son sahneleri gibi bozuk görüntü. Gelip gidiyor. Renkler orantısız. Sesler birbirine girmiş. Koltuğuna dokunuyor. Televizyona, halıya, raflardaki kitaplara, duvarın rengine bakıyor. Tüm evi kaplayan bilmediği bir yemek kokusu ve her yere sinmiş tanıdık losyon beynine bir çivi gibi saplanıyor. Kaçması lazım. Avuçlarıyla gözlerini kapatıyor. Olmuyor. Görmek, duymak istemiyor ama gerçekleşecek bir ânın önünde durmak imkânsız. Tam o an yavru bir kedi gibi ensesinden tutulup, daha önce hiç bilmediği bir parfüm kokusuna doğru sürükleniyor. Mutfağı geçip yatak odasının aralık kapısında duruyor. Akşam güneşi gibi eriyen bedeni ilk dizlerinden kırılıyor. İçine doğduğu karanlığa rağmen görebiliyor olmanın, bunu başarabiliyor olmanın kederiyle omuzları, başı, kolları tüm güçlerinden feragat ediyor. Bir su birikintisi gibi olduğu yere yığılmaktan annesinin kolları kurtarıyor.
“Kızım? Kızım iyi misin?”
Ayaklarında, on üç yıl sonra evine dönen, kaybedilmiş bir yolculuğun ve heba edilmiş umutların yüküyle doğrulurken annesinin omzuna kalkma dercesine eliyle hafifçe bastırıyor. Artık ayakları doğduğu eve, gerçek evine daha alışkın. Yakında benzer bir acıyı yaşayacak olan annesinin yanından mutfağa doğru süzülüyor.
“Su bardakları aynı raftaydı değil mi anne?”
Emre Ocaklı
Comments