Gecenin tüm renklerini ruhuma çektim ve şimdi tüm cüretkârlığımla boğazıma takılan yıldızları kusarken kulağıma değen o tanıdık şarkıyı dinliyorum. Çok uzak olmayan bir yerden vapurun düdüğü tırmalıyor derimi.
Terasın korkuluklarına uzattığım ayaklarımı saatler sonra sertçe yere indirdiğimde, plastik masanın üzerinde duran kararmış meyveleri örten sinekler birden hareketlendi. Bebek adımlarıyla yürüdüm. Mini buzdolabından soğuk bir bira alırken fark ettim votka şişesinin boş olduğunu. Aynı yavaşlıkta yerime döndüm. Havada birkaç tur atan sinekler benim aynı hareketsizliğe döndüğümü görünce yavaşladı ve eski yerlerine konmaya başladı.
Teras bir süredir sessizdi. Daha fazla dayanamadım. Nemli ellerimle telefonun ekranına birkaç kez dokunup bir şarkı açtım. Katatonia, Right Into The Bliss. Sessizlik beni hep korkutmuştur ve en az onun kadar insanların olmadığı dar sokaklar, aniden beliren rüzgâr, sahibini kestiremediğim gölgeler.
Pansiyonun dört odasını dolduran insanlar kaçtıkları kalabalık şehrin yorgunluğunu daha büyük kalabalıklara girerek unutmaya çalışıyordu. Kimse durmak istemiyor; herkes hareketsiz veya yalnız kaldıklarında üzerine bastıkları zeminin çökeceğini ve uzun bir süre yüzeye çıkamayacaklarını düşünüyordu. Onların bu korkaklığını anlayabiliyorum. Kimse bataklıkta tek başına olmak istemez.
Biz de iki yıl önce o taşı toprağı altın dedikleri, bacalarından her saniye zehir tüten, kalabalıklaşan, çoğaldıkça çirkinleşen, güzelliği yok oldukça öfkelenen, delirdikçe düşmanlaşan şehirden beraber kaçmıştık. Ütopyaydı çoğu insan için şehir hayatını bırakıp kilometrelerce uzakta bir pansiyon sahibi olmak. Cebimizdeki son kuruştan bile olmuş, yetmemiş, ailelerimizin kenara köşeye attıkları ne varsa hepsine çökmüştük. Bencildik, bataklık alev alırken uzaktan seyredip umursamazlığımızla mutlu olmak istemiştik.
Karanlık her geçen dakika renk değiştirirken yıldızlar da soluklaştı. Katlanılmaz bir araf sıkıntısıyla taşıdığım tüy kadar ağırlığın telaşı beni aşağı doğru çekerken duydum o hiç sevmediğim ve ayaklarına yakıştıramadığım parmak arası terliğin fayansa vuran sesini. Terası aydınlatan tek lambanın ışığı gölgesini serdi bir anda yanıma. Buzdolabının gıcırdayan kapağını yavaşça açtı. Birbirine çarpan şişelerin tiz sesi ince bir çizik gibi geceye dâhil oldu. Biliyor beni rahatsız eden her şeyi. En uzaktaki sandalyeyi sürükleyerek yanıma geldi. Uzattığı şişeyi ona bakmadan aldım. Eminim o da bana bakmadı. Bir sese ihtiyacım var ama bu ses onunki olmamalı. Dokunuyorum tekrar ekrana. Röyksopp, Something In My Heart. Korkuluğa uzattığı ayakları geceyle arama sızarken aklımda tek soru vardı, ne istiyorsun benden?
Sakin kalmalıydım. Nasıl başlarsa öyle giderdi. Küfürler, eşyalar havada uçuşmamalı ve buz gibi ellerimle öfkeden kıpkırmızı olmuş yüzümü soğutmak zorunda kalmamalıydım. En azından o an, o gece, o sabah sakin olmalıydım. Yine de cevabını bildiğim sorunların ruhumda ve bedenimde yarattığı o hazdan vazgeçemedim.
“Neredeydin tüm gece? Meraktan öldüm!”
Şarkı bitmeden cevap vermeyecekti. Bekledim. Aynı şarkı her zamankinden daha uzun sürdü. O sırada şişesini çoktan yarılamıştı. Hep hızlı içerdi zaten. Diğer şişeyle arasına zamanın o ekşi tadını sokmak istemez. Bitti şarkı. Yüzünü dönmedi. Anlamsız bir soruyla güzelim şarkıyı bok ettiğimi düşünüyordu. Öyle olmasa bana bakardı.
Cevabını boşluğa savurdu.
“Bu ölmüş hâlin mi?”
Vapur bir kez daha bana sesleniyor o boğuk, ürpertici sesiyle. Her zamanki gibi kaba ve otoriter. Halimi bilse, görse, biraz daha nazik seslenebilir miydi? Sanmıyorum.
Öfkelenmemi istediği çok belli. Yüzündeki tüm değişimleri hissediyorum. Sinsi gülüşünü, dudaklarını büzmesini, kaşlarını kaldırmasını. Öfkelenirsem kaybedeceğimi biliyor. Ona her zamankinden daha farklı cevaplar vermeliydim.
“Müzik dinledim ve içtim. Başka türlü nasıl ölünür bilmiyorum.”
“Ve ben döndüğüm zaman yapacağın konuşmayı tekrarladın içinden. Ezberleyene kadar. Değil mi?”
Haklıydı, ama bu seferki konuşma biraz daha farklı olsun istemiştim. Ona artık içimdeki kuşların ortalığı toz duman edip kanatlandığını ve asla bir daha aynı yere konmayacaklarını söyleyecektim. Geride kalan ne varsa artık umursamayacağımı, bedeli ne olursa olsun zihnimden bu ayrıldığım yeri kazıyacağımı anlatacaktım. Olmadı. Küçük bir yaprağı nefesiyle yerinden oynatıp üstüme bir fırtına salmıştı. Damarlarımda dolaşan kanın bir yerlere koşturduğunu duyuyordum. Yarım asırdır yerinden oynamamış ahşap bir kapı gibi ağır ağır, devrilmemesini sağlayan paslanmış menteşelerine aldırmadan iç acıtan bir gıcırdamayla yüzümü ona döndüm. Sesim benden daha ağırdı.
“Neredeydin tüm gece dedim?”
Aslında nerede olduğunu, ne yaptığını uzun zamandır biliyorum. Bazı geceler ortadan kaybolur, dağınık bir yatağı andıran soluk yüzüyle sabahın köründe belirir odanın içinde. Saçlarına yapışan kum, bacaklarındaki kırmızı lekeler tüm uyku sersemliğime rağmen gözüme çarpar. Sonra yatağın kenarına oturup bir sigara yakar. Bazen de elindeki şişeyi yutmak istercesine kafasına diker, incecik dudaklarının kenarından akan damlaları elinin tersiyle siler. Böyle sabahlarda hiç konuşmaz. O ürkütücü haliyle, gözlerini kırpmadan beni izler. Bir şeylerin olacağını düşünürüm hep ama hiçbir şey olmaz. En kötüsü de budur o berbat sabahlarda. Hiçbir şey olmaz.
Büyük bir zahmete girmişçesine sıkılıp yüzünü bana döndü.
“Neden odada değilsin sen?”
Soruma vermediği cevabı bu sefer gözlerimdeki ısrarlı bakışlarla tekrar istedim.
“Nerede olacağım, sahildeydim. Yıldızları izledim, viski içtim. Biraz da denize girdim.”
Sabahın ilk ışıklarından daha keskin vuruyor yüzüme nefesi. Onun nefesi değil bu. Ağzından yayılan bu koku, ensesinden başlayıp omuzlarına düşen ter onun değil. Başkası kokuyor tüm bedeni. Ne boynundaki lekeleri gizlemeye gerek duyuyor ne de dudağındaki kurumuş kanı. Öyle pervasız, öyle hınçla bakıyor sarhoş gözleri.
Ses uzaklaşıyor. Uzaklaştıkça evcilleşiyor. Benim hayal ettiğim gibi, kendimi düşündüğüm gibi tam da. Son bir kez daha sesleniyor. Belki bana belki yeni başlayan güne. Elimi sağ cebime doğru atıyorum, burada olmalı ama bileğimden yayılan bir acı omzuma kadar fırlıyor. Onu alıp çıkartacak gücüm yok. Parmak uçlarımla orada olduğunu anlıyorum. Bununla yetinmeliyim.
Başı öne düşüyor. Artık gücü tükenmek üzere. Ne zaman onu dokuz yılın sonunda kendimden daha iyi tanıdığımı düşünsem beni şaşırtmayı, biraz da hayal kırıklığına uğratmayı başarıyor. Dilinden mükemmel bir tınıyla süzülüyor o basit sözcükler.
“Ve biraz da… seni… tekrar sevmeye… çalıştım.”
Bataklığa dönmüş o şehirden kaçarken birbirimize söylemeye cesaret edemediğimiz tek bir şey vardı. Bu bizim son şansımızdı. Ütopyalar umurumuzda değildi. Kimsenin hayali bizi ilgilendirmiyordu. Aramızda çürümüş olan ne varsa orada bırakıp yeniden başlayacaktık her şeye. Yeni insanlar tanıyacak, para kazanacak, sabahlara kadar içip şarkılar söyleyecektik. Yaşlanan bedenlerimizi ilk tanıştığımız zamana geri götürecektik. Kalbimizin çoktan karardığını göremeyecek kadar kördük.
Ayağa kalkıp sırtımı terasın korkuluklarına dayadığımda ufku yırtıp gelen güneş hafifçe ensemi okşadı. Uyumak istiyordum. Yüzümü iskeleye döndüm, gelen giden yoktu ama birazdan rengârenk bavulların asfaltta çıkaracağı gürültü yakındı. Ceplerimi yokladım hızlıca. Birkaç parça kâğıt paranın arasına sıkışmış bileti buldum. Ağırdı. Her şeyden daha ağırdı sanki. Benden, dünyadan, tüm vapurlardan, bavullardan, arabalardan, midesi balık ve simit dolu martılardan, her şeyden.
Ona son kez, bu ana biraz da dramatik bir anlam yükleyerek uzun uzun, kısık, bulanık, sarhoş gözlerimle baktım. Beni sevmeye çalıştığına inansam gider miydim hiç? Şimdi uyansa, gideceğimi görse, kalmam için her şeyi yapacağını, kaldığımda ise her gün ruhuma bıçaklar savurup beni delik deşik edeceğini biliyordum. Acıdan kimse ölmez, derdi, yine çokbilmiş bir edayla. İşte bu yüzden ona görünmeden gitmeliydim. Yoksa acıdan ölecektim.
Buruşuk bileti yeniden cebime sıkıştırdım. Kedi sessizliğiyle sigaramı, telefonumu aldım, masanın üstündeki meyve tabaklarını ve boş şişeleri usulca çöp tenekesine attım. Pansiyondan ve sokaktan insan sesleri yavaş yavaş yükselmeye başlıyordu. Yine de hiçbiri onun hırıltılı nefesi kadar güçlü değildi. Yanına yürüdüm, ayaklarının dibine bıraktığı bira şişesini aldım ve güneşi selamlarcasına bir işaret yapıp kafaya diktim. Ne olduysa o an oldu. Enseme saplanan acı aynı saniye içinde beynime yürüdü. Güneşin tüm parlaklığına rağmen gözlerim karardı. Midemden yürümeye başlayan bir şeylerin ayak sesleri kulaklarımı sağır etti. Güç bela korkuluğa tutundum. İçimdekilerden kurtulmam gerekiyordu. Boşluğa yüklendim birkaç kez. Yutkundum. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Onu uyandırmak istemiyordum. İyice yüklendim ısınmaya başlayan ucuz, parlak demirlere. Boğazımdaki barikatı delip geçen ne varsa onlarla birlikte boşluğa süzüldüm.
Güneş kiraz ağacının hafifçe sallanan yaprakları arasından gözüme çarpıyor. Örtemiyorum gözlerimi. Dizlerimi kıramıyorum doğrulmak için. Kaçan vapurun, yeniden başlayacağım bir hayatın, elimden kayıp giden ilk gününün çaresizliğine saplanıp kalıyorum. Burnumda geceye dair içime çektiğim tüm acıların ekşi kokusu var.
Yapraklarla güneşin arasına giren karartıyı ilkin seçemiyor gözlerim. Olabildiğince ağır belirmeye başlıyor; karabasan gibi örtüyor aydınlığı saçları, sinsi gülüşü, deli gözleri. Elindeki telefondan yükselen şarkı tüm dünyaya yayılıyor. Depeche Mode, Wrong. Hiçbir bataklığın kendi bataklığım kadar benden uzak olmadığını anlıyorum.
Emre Ocaklı
Comentários