Evinin üç sokak yukarısındaki sabahçı kahvesinin önüne geldi. Siyah demir kapıdaki izbandut gibi adama bir yirmilik uzattı. Güvenlik, kolunu sıkarak içeri itmişti. Dönmeli bir kapı açıldıktan sonra yüzüne sigara dumanları çarptı. Durduk yere niye rahatını bozmuştu? Ne umuyordu da ne bulacaktı?
Gür bıyıklı, siyah kasketli bir adam, “Kime bakmıştın?” diye seslendi.
“Atilla” dedi, “Atilla Bulan.”
“Ne yapacaksın lan Atilla abiyi?”
İçi ürperdi. Belli etmemeye çalıştı.
“Önemli bir konu hakkında görüşecektim.”
“Paran var mı?”
Çıt çıkarmadı. Var dese de yok dese de başına büyük bir bela alacağı kesindi. Kararlılıkla mavi örtülü kahve masalarını izledi.
“Geç bakalım, Atilla abin içeride.”
Tam hareketlenmişti ki kasketli adam kolundan kavradı.
“Ulan, paran yoksa suratının tam ortasına yumruğumu yersin.”
Hızlıca içeriye yöneldi. İri gövdesiyle dönen koltuğunda daire çizen Atilla, karşısında kedi gibi boynunu bükmüş adamı görünce kahkahayı patlattı. Atilla, fosil karıncalı kehribar tespihini elinde salladıkça salladı.
“Abi geçenlerde vermiş olduklarından varsa alabilir miyim?”
Kendi ayağıyla önüne düşen kerizin durumunu anlayınca, eliyle masaya vurarak ritim tutmaya başladı.
“Biraz tuzlu olur koçum.”
Ağzından birden, “Olursa olsun abi,” çıktı. Gözlerini kapadı. Gelecek olan malzemeyi beklemeye koyuldu. Kendisine odanın dışına çıkması söylendiğinde ocağa yakın bir masaya geçti. Masanın ucundaki örtü tutacağını söktü, söktü, taktı. Kahvehane görünümlü kumarhanede canı epey bir daraldı. Karşısındaki aynadan yüzüne bakıyordu. Gözlerinin altı kararmıştı, biçare bir hali vardı.
“Gel ulan içeri.”
Atilla, beyazlıkları Eriş’in önüne attı. Boş kutuyu göz ucuyla gösterdi. Eriş cebindeki son paraya kadar boşalttı. Kadife gecenin içinde seri adımlarla evine vardı. Onu bu eyleme iten neydi, çözmeye çalışıyordu. Yatak odasının camından incir ağacının solgun yapraklarını izliyordu. Gözleri pencereden yansıyan, ülkede matbu yoluyla çıkan son gazeteye takıldı. Raftan eline aldığı gazetede bitmek bilmez kuraklık nedeniyle, geleceğimiz için kâğıt imalatının yasaklanacağını, kurallara uymayanları ihbar edenlerin de ödüllendirileceğine dair haberi okudu. Sekiz yıldır, gazeteler bile sadece elektronik ortamlarda yayımlanıyordu. Eriş yapılan bu ani değişikliğe birçok kâğıt aşığı gibi alışamamıştı.
Kâğıdı kokladı, bağrına bastı. Cemre’nin kızıl kıvırcık saçları Eriş’in gözlerinin önüne düştü. Açık sarıdan koyu kahveye doğru kayan kirpiklerini anımsadı. Sakladığı mavi tükenmezin kapağını açtı, mektubuna başlamadan önce alıştırma yaptı.
“Sonbaharın turuncu dünyası havada zikzak çizdikten sonra otlara, ağaç dallarına, toprağın killi yapısına karışıyor; sanki rengiyle insanların gözlerinden, has kokusuyla burunlarından, dingin ritmiyle de kulaklarından içeriye girip tüm bedeni etkisi altına alıyordu,” diye yazdı. Ardından başka bir A4 alıp mektubuna girişti.
“Sevgili Cemre,
Çok tehlikeli ve yasak olduğunu bilsem de sana yine bu yolla sesleneceğim. Çünkü yıllardır içimde saklamış olduğum gizi ancak bir kâğıt tutabilir.”
“…”
Mektubu katladı, gri paltosunun cebine koydu. İş yerine gittiğinde Cemre’ye verecekti. Birbirlerini tehlikeye soktuğunun farkındaydı. “Ne var canım,” dedi içinden, “saklayacak değil ya, okuduktan sonra yakıp kül edecek.”
***
Dün gece sabaha kadar yazı masasında kaldığından geç uyanmıştı. Dar merdivenlerden inerken kapıcıyla sert bir şekilde çarpıştı. Çelimsiz kapıcı bir sinek gibi merdivenlere yapıştı. Eriş arkasına bile bakmadan, çağırdığı taksiye bindi.
İş yerine geldiğinde gözleri biriciğini arıyordu. Bulamadı. Ofisteki çalışma arkadaşlarına tek tek Cemre’yi sordu. Cemre hastalanmış, bugün gelemeyeceğine dair rapor almıştı. Şirket koridorunda tek tabanca volta attı.
İşten çıkarken eliyle paltosunun iç cebini yokladı. Mektup yoktu. Başından aşağıya kaynar sular döküldü. Etrafa bakındı. Masasına tekrardan geri döndü, çekmeceleri karıştırdı ancak kâğıt… Ofis kapanıyordu. Kafasındaki birçok kuşkuyla evine doğru yol aldı.
Alt sokaktayken binaların duvarında beliren kırmızı-mavi ışıkları gördü. Ne yapacağını bilmeden, sokaktaki ince belli ağaca sarılmış bekliyordu. Ayakları sararmış yaprakları çiğniyor, hışırtılar çıkarıyordu. Yoldan geçen arabanın uzun far ışıklarından dolayı gözlerini kısmaya çalışırken, sol elinin ani bir refleksle kalkması sonucu, dala takılan paltosu yırtılmıştı. Dudağını oynatmadan küfürler savurdu.
Apartman kapısı daha açılmamıştı. Arkadan dolanarak kapıcının evini buldu. Açılana kadar yumrukladığı tahtadan yapılma kapı, sonunda ona geçit oldu. Yazı masasına vardığında kağıtlarını alıp iç cebine koydu. Otomata basılmıştı, polisler yukarı doğru çıkıyordu.
Gözünü kararttığı gibi terasa çıktı. Kapının önüne çatıdaki ıvır zıvırları çekti. Aşağıya doğru bakmaya çalıştı. Fark edildiği anda hoparlörle kendisine seslenildi. Beyaz güvercin gibi cebine sinmiş kâğıtları yokladı. Polislerin gözünü korkutmak ümidiyle terasın korkuluklarına çıktı.
Yüreğinden de, “Keşke Cemre’ye ulaşabilseydim,” diye sızlanıyordu. Kapıya vurulmaya başlanınca irkildi. Cebindeki kâğıtları uçak yapıp hızlıca uçurdu. Bir kuş gibi süzülen kâğıtlar kapıcının ayağına çarpıp durdu. Kapıcı, Eriş’in paltosu gibi yırtılan kâğıtları alırken pos bıyıklarının altından gülümsüyordu.
Enes Dündar
Comments