Toprak vıcık vıcık çamur. Pencerenin pervazları, oyukların dipleri nemli. Yağmuru görmesem rahat edeceğim. Ama varlığı her yerde. Bana yanmış tahta parçalarını, kopmuş bakır telleri, bağrışan insanları ve acı acı gıdaklayan tavukları hatırlatıyor.
Kasım ayının soğuk akşamıydı. Zaten ne olduysa kışın gelmesiyle oldu. Hava erken karardığından tavuklar çabuk tünüyor, mideleri sabaha kadar boş kalıyordu. Karanlık işin cabası. Çiftliklerde ışıklandırma süreleri yaz kış aynı. Yumurta verimi yüksek olsun diye, dış bölmeden geçen uzatma kablosu çekmiştim. Duylara sarı ampul koymuştum. Akşam ezanıyla beraber fişi takıyor, gece on bire kadar kümesi ışıklandırıyordum. Duyun açık kalan yerine yağmur damlaları temas edince tahtalar hemen tutuşmuştu. Kümesin içindeki laminat parkeden yapılma folluklar, yirmilik kerestelerle dikilmiş tüneme yerleri ve çatısını oluşturan sac birden parlamış bize cehennemi yaşatmıştı. Bahçe hortumunu çekmiştik ama nafile. Müdahalemiz ateşe su taşıyan karınca misaliydi. Şehir merkezinden gelen itfaiye, alanı kuşatarak yangını boğmuştu. Birkaç kara tavuk, yanmış olmalarına rağmen canlıydı. Komşular boğazlayıp sancılarına son vermişlerdi.
Annemin, “Tavukların günahına girdin,” sözü kulaklarımda yankılanınca bıçağı alıp evden çıktım. Yanan kümesin ardında kalan, birinde ördeklerin, diğerinde süs tavuklarının bulunduğu kümeslere geldim. Çok ördeğim yoktu. Bir Amerikan, iki de Pekin ördeği. Pekinler, pazarda satılan makine horozları gibi biraz piçtir ama yine de kendilerine has duruşları vardır. Adamın yüzüne insan gibi bakarlardı. Bir de bu veletlerin koca leğende suya girip yüzmesi, ardından da güneşlenmesi var ki tam keyiflik. Anam onun için sevdalanmıştı ördeklere.
Hayvanlara uzunca bir süre baktıktan sonra zift gibi yakama yapışan öfkeyle Pekin’i kucakladım. Gözlerine bakmadan kestim başını. Beyazlığına al kan damladı. Ahalinin, “Duyu gevşek bırakmış, cahil bile düşmez bu hataya,” yargılamaları yıldırım gibi düştü aklıma. Düşünmeden ikinci Pekin’i de boğazladım. En son kümeste tek kalan Amerikan ördeğinin de siyah tüylerine kan damladı.
Parça parça kızıllığa bürünmüş ellerimi temizleyip dolabı açtım. Siyah kot pantolon, siyah kadife gömlek ve siyah sahte deri ceketim. Yas tutan birisi olarak dışarı çıktım. Alt kümes sessiz, ördeklerin kümesi sessiz, bir süs tavuklarının kümesi hareketliydi.
Tavuk işi de tutmayınca, iki köy ötedeki kozmetik fabrikasında işçi olarak yeniden çalışmaya karar verdim. İçimde büyük bir hınç vardı.
Meydandaki bakkala giderken önümden odun taşıyan traktör geçti. Kadife gömleğime dokundum, babam da hep gömlek giyerdi. Sigarayı parasızlığın getirdiği gurursuzluktan bırakalı yaklaşık bir yıl olacaktı. Bu sefer hiç oralı olmadım. Şevket Efendi’nin Yeri adlı köyün girişindeki lokantaya geçtim. Yeşil kayar kapıyı yana doğru çektim. Tekerleklerin çıkardığı tiz ses kulağımı tırmaladı. Römorku odun dolu mavi traktör yükünü döküp arka girişten lastik izlerini bırakarak ayrılıyordu.
Şehirden kaçanların güzergâhıydı burası. O yüzden alan hafta sonları canlanırdı. Bir de bu hafta sonu yılbaşı tatiliyle birleşecekti. Şevket abiyi fabrikadan tanırdım, oranın aşçısıydı. Gençliğinde mutfakta çırakken kıyma makinesine iki parmağını kaptırdığından, ona parmaksız da derlerdi.
Mekânın ikindi güneşini gören cephesinde ahşaptan yapılma küçük bir balkon var. Kırık beyaz görünümlü, pofuduk yastıklarla bezeli sallanan sandalyeye oturuyorum. Dalları çıplak kalmış taflan ağacının altındaki kesilmiş odunları izliyorum. Alandaki çardakların oturma yerleri ve masaları muşambalı. Damlalar birbirlerine eklenip büyüyor, örtülerden dökülerek çardakların ayaklarında su birikintilerini oluşturuyor. Şevket abi gümüş tepsideki iki demli çayla yanıma geliyor. Sigara uzatıp bir tane de ben tellendiriyorum.
Yanındaki çuvalı açıp balkonun giriş kısmına odun talaşından döküyor. Daha derinden kokluyorum, babamı anımsatıyor bu koku.
“Gençlik başında duman, fabrika bacası gibi tütmek istiyon amma bu kadar oluyor be evlat,” deyip kül tablasını üç parmaklı eliyle önüme uzatıyor.
“Allah beni kırk beşimden sonra baba etti. Mücadelemiz çocuk için. Sen de mevki yok diye gama düşme, sarıl işe.”
Dalı bitirmesiyle Şevket abi ayağa kalktı. “Bizimkiler gelmiş, çocuk sana emanet. Pazardan alışveriş yapıp döneriz. Hanımın babasının kabrini de ziyaret edeceğiz. Bildiğin gibi ölülerin duası olmadan dirilerin işleri rast gitmez.”
Ali bordo kapüşonun şapkasını açtı. Dağılmış kıvırcık saçlarını küçük elleriyle toplayıp koyu kahverengi tırabzanlara gerinerek oturdu. Canı acımasın diye sırtımdaki yastıklardan birini uzatıp, halini hatırını sordum. Beni hiç duymadı. Gözleri, gökyüzünde kümelenmiş bulutlara dalmıştı.
Ayaklarımla sallanırken köyün girişinde sattığım yumurtaları düşledim. Nisan ayının başında edindiğim yüz Ligorin tavuktan çıkan beyaz yumurtalar için müşteriler köy yumurtasına benzemiyor diyorlardı. Ardından anneme yalvar yakar bozdurduğum çeyreklerle yüz tane Ataks cinsi tavuk almıştım. Boğazlarının altı sarı, gözleri de soğuk hayvanlardı. Annem, “Nereden buldun bu kadar kara tavuğu,” dediğinde onlar kara tavuk değil Ataks diye karşılık vermiştim. Kolilerin yarısını kırmızı yarısını da beyaz yapıyordum. Böylelikle yumurtalarım satılıyordu. İki yüz tavuktan seksenle yüz on arası yumurta elde ediyordum. Aradaki fireleri çiftlik değiliz ya, köy ortamında da bu kadar diyerek geçiştirmiştim.
“Annem diyor ki beyaz bulutlar, yeryüzündeki iğrençlikleri gördüğü için kararırmış. Gördüklerini içlerinde saklayamadıklarında da dökerlermiş.”
İlkokula yeni başlamış çocuğa mevsim olaylarını anlatmak istiyorum. Annesi böyle anlattığından susuyorum.
Birden, “Üzülme sana yumurta tavuğu veririm,” diyor. “Sen de bana süs tavuklarının yumurtasından verirsin, gurk tavuğun altına koyarım.” “Olur,” diyorum. Tebessüm ediyor. “Senin kümesin şampiyonlar ligi gibi?”
“Ne?” deyip eğiliyorum.
“Essah, diyorum. O güzel tavuklar köyde başka kimde var?”
Ali’yle Şevket abiler gelene kadar ayakları paçalı, tepeleri gugullu, ibikleri gül şekli tavuklarımdan konuşuyoruz. Kapalı alanda yanan şöminenin üzerindeki altıgen şekilli saate bakıyorum. Gün bitiyor. Akşam ezanına yarım saat kala dönüyorlar. Yumurtaları biriktirip vereceğime dair bir kez daha söz veriyorum.
Evin asma kapısını açtığımda annem ön balkonda mermerlere yaslanmış ördeklerin kümesini seyrediyor. Dedemin beyaz atını sattığında ananemin bağıra bağıra köyü yıktığını, atın ananeme ölen oğlunu hatırlattığını içini çeke çeke anlatıyor.
“Baban sen ufakken beyaz ördekler aldığıydı. Girişi çamur ediyorlar diye istemediydim. Satarken ağladığından vermedi. Varsın çamur olsun çocuk ağlamasın dediydi. Ördekler babanı hiç mi hatırlatmadı?”
İğne oyalı tülbentinin uçlarını geriye doğru atarak eve geçti.
Odunluktan baltayı aldım. Kütüğün etrafını kaplamış odunları kırmaya başladım. Burnuma çam kokusu geldi. Beni üniversite için yolculuğa uğurlamadan önce babamın gömleklerine hep bu koku sinmişti.
Belki de babam gibi odunları daha sert kırmaya başladım. Annemi beyaz ördekler, beni de çam kokusu yakalamıştı. Gökyüzündeki bulutlar daha da karardı. Yağmur bir yaş gibi dökülmeye başlayınca içimdeki kiri daha fazla tutamadım. Temizlenmek için bulutlar gibi ağladım.
Enes Dündar
Comments