Mevsimlerden kış, günlerden gece, zamanlardan alacakaranlık. Gecenin büyüsünün biz kayıp ruhlar tarafından hâlâ canlı tutulduğu, itinayla korunup sahiplerine aktarıldığı zamanlar… Günün artık hasadını toplayıp gecenin içlerine doğru serpmeye hazırlandığı dakikalar…
Dostumla sözleştiğimiz üzere, akşam şehrin kilisesinde verilecek flüt resitali için hazırlanmaya başladım. Gecenin ve soğuğun rengine uygun siyah güderi, boyun kısmı deri iplikli gömleğimi üzerime geçirip ıssızlığı kuşanarak evden çıktım. Gümüş tokalı, mavi süet ayakkabılarım ay ışığının altında yürüdüğüm yola bıçkın parıltılar saçıyor, karanlıkta saklanan kedileri ürkütüp kaçırıyordu.
Çok geçmeden nahif kalabalığın arasında, kilisenin bahçesindeki yerimizi alıp birlikte konser saatini beklemeye başladık.
Mor renkli, simli yeleğinin cebinden çıkarttığı fildişi tabakadan kendi hazırladığı özel Arnavut tütünü sigarayı, “Lord!” diyerek bana ikram etti.
Yaktığımda kokulu dumanı içime çektim ve eflatun rengi, yıldızlı gökyüzüne doğru savurdum; oldukça lezizdi ve kıvamındaydı.
Yanımda getirdiğim cep kanyağını eşlikçi olarak ona sunarken ben de “Sör!” diyerek vurgu yapmayı ihmal etmedim.
Hem çevremizi gözetliyor hem de ansızın başlayan grotesk sohbetimize içki ve tütünün de etkisiyle keyifle yön veriyorduk. Günün, gecenin ve zamanın biriktirdiği ne varsa, sözcükleri eğip bükerek, kendi motiflerimizle eterin içindeki yerine uğurluyorduk.
Konser saati yaklaşırken kalabalık hareketlenmiş, yavaş adımlarla kilisenin giriş kapısına doğru yönelmişti. Ansızın kalabalığın arasında peydahlanan, bahçeyi denetliyor gibi görünen, zangoç kılıklı, kısa boylu, gözleri yuvasından fırlayacakmış gibi bakan yalın ayak adamı fark ettik.
Kilisenin görevlisi olmalıydı, bizim cemaatten olmadığımızı anlamasın diye sohbete ara verip aniden Fransızca konuşmaya başladık. Neler söyledik hatırlamıyorum, zihnimize takılı ezber sözcükler sanki o anı bekliyormuş gibi itinayla döküldü dudaklarımızın arasından. Usulca kalabalığa karışıp izimizi kaybettirdik böylece.
Kendimizi demir kapılarından içeri attığımızda, iki kişilik ahşap bir kanepenin bulunduğu bekleme holünde köşeye çekilip beklemeye başladık. Beklemenin yarattığı gerginliği sessizliğin ardına gizlemeye çalışarak fısıltıyla da olsa sohbete devam eden insanları izliyor; kokularını ayırt etmeye, hangi kokunun hangisine daha uygun olduğunu kaş göz işaretlerimizle birbirimize anlatmaya çalışıyorduk. İzlerken de tüm bu sahnenin resmini yapıyorduk.
Yanımızdaki kanepede oturan ve Rumca konuşan iki kadının silüetlerine baktık. Solda oturan kadının beyaz kemikleri, âdeta derisini parçalayıp dışarı fırlamak istiyor; tenindeki mumsu doku, kalabalığın yarattığı hararet yüzünden her an eriyecekmiş gibi parıldıyor, bu parıltıya dayanamayan kulak memesinde biriken ter damlası kendini hemen ele veriyordu.
Kadının yüzündeki siyah dantelanın altında yer alan yarı kapalı gözlerindeki ölümü ve istese bile bizden gizleyemeyeceği erotomaniyi taşıyan anlama vakıf olmaya çalışıyordum.
Konuştukları dili iyi bilmediğim için boyalı dudaklarından taşan tınıları takip ettim. Bu canlı hâliyse eğer, morgdaki ölü ve çıplak bedeninin nasıl olabileceğini düşlemeye başladım…
Bunu düşlerken duvardaki incelikle işlenmiş dini motifleri seyrediyordum. Doğrusu gece için oldukça verimli bir hasattı… Kışın solgun gecesine renk veren dakikalar bizi içine almış ve kendisiyle birlikte meçhulün uçurumuna doğru sürüklerken dostumdan sağımdaki bakır levhadan yapılmış içi boş su teknesinin vaftiz havuzu olabileceğini öğrendim. İlginçti!
Haznesinde yüzeye doğru uzanan, içlerinden su fışkıracakmış gibi duran boruların, buraya eğilen narin başlara zarar vermemesinin imkânsızlığını düşündüm. Arındırmakla aşındırmak anlam buldu. Tüm o saniyelik nefessizliğin bahşettiği kutsanmış ömürler, bu havuzdan teker teker savrulmuştu; çevremize ve nerede olduğumuza dair ürküntü dolu bir his sunuyordu bize.
Derken, zanaatla sanatın yıpratmış olduğu ellerce oyulmuş, kabartmalarına titizlikle yön verilmiş, barok motifli, oldukça yüksek çift kanatlı ahşap kapı bekleyenleri an’a kilitlerken tüm heybetiyle açılıverdi önümüzde…
Hepimiz açılan bu boşluğu harelendirerek, fısıltılar, tıkırtılar ve birbirine sürtünen hışırtılar eşliğinde içeriye adımımızı attık.
Dışarıda bahçeyi gözetleyen zangoç kılıklı adam bu sefer de bulunduğu ortama tezat oluşturacak biçimde, elinde misafirlere sunulmak üzere uzattığı sıcak şarap tepsisiyle, yuvalarında fır dönen gözleri hariç, kıpırtısızca dikiliyordu.
Billur kadehi telaşla alıp tuhaf bakışlarından kaçınarak kuruyan dudaklarımı ıslatırken şapelin karşısıdaki kanepelerden birine doğru yerimizi almak üzere yürümeye devam ettik.
Tam o anda kızıl saçlı meleği fark ettim. Ardımdan hızla süzülüp davetkâr şekilde ilerlediğinde yaydığı lavanta, ardıç ve limon kokusunun çağrısına karşı koyamayarak onun yanına doğru yürüdüm.
O, bal rengi iri gözleriyle beni incelerken bir buz kalıbının içerisinde hapsolan bedenim onun bakışlarının ve içkinin de etkisiyle çözülüyor; tarifi imkânsız, sessizce parıldayan bir hükmün egemenliği altında ruhum ona teslim oluyordu.
Bir kitaptaki değiştirilemez satırlar gibi yan yana dizildik ve az sonra başlayacak olan konserin verileceği boş sahneyi seyretmeye daldık.
Ilık şarap boğazımdan aşağıya usulca yayılıyor, kekremsi ve aromatik tadı tüm duyularımı uyarırken damarlarımdaki gezisine başlıyor; yukarıya, tüm bu sahneyi şekillendiren beynime vardığında mola veriyor; tekrar gerisin geri inerken gözlerimin ardındaki bölgeyi yakıyor ve bu his gitgide artarken önümdeki manzarayı ıslak bir aynadaki yansıma gibi şekilden şekle sokuyordu.
Sanatçılar şapelin önündeki yerlerini almış, beyaz narin parmakları enstrümanlarına hafifçe sarılmış hâlde hazırda beklerken tüm izleyiciler kanepelerdeki yerlerine geçmişlerdi ve son gıcırtılarına dem vurmaktaydılar.
O anda hafif bir gong sesiyle tüm sesler, üflemeli çalgılardan dışarı akın edip boşlukta birbirinden ayrı uzunlukta ince birer ışık hüzmesi bırakarak danslarına başladılar. Seslerin havada bıraktığı ışık hüzmeleri, bana ve yanımdaki meleğin gözlerine ulaşıp aramızdaki sessiz iletişime anlam katıyor, düşüncelerimizin birbirine akmasına imkân veren kanalı canlandırıyordu.
İlk ben duydum.
Kendinden emin şekilde, “Senin için buradayım,” dedi.
Şaşırarak, “Neden?” diye sordum.
“Seni korumak için!” dedi telaşla.
Tekrar şaşırdım ve bu sefer, “Kimden?” diye sordum.
“Sus ve elimi sıkıca tut!” dedi davetkâr biçimde.
Eros’un oklarına mı hedef olmuştum yoksa? Bu teklife dünden razıydım, ansızın soğuk elini avucumun içine alıp şarabın da verdiği ısıyla ona ruhumu bütünüyle açtım.
Tüm koro, öndeki soliste uyum sağlamak için kıvrıla kıvrıla, her an birbirine dolanacakmış gibi hareket eden bedenleriyle altın parıltılı çubuklarına üflemekteydi.
Seyirciler mest olmuştu, huşu içinde bulundukları bu uhrevi mekânın gerçekliğine minnet duyar hâlde büyülenmiş gözlerini şapele dikmişlerdi; solistin bir sonraki nefesinin havada alacağı yolun izini sürüyorlar, dualarına cevap almak umuduyla kendi başlarına konması için notaların oluşturduğu ışık tacını yalvarır gözlerle izliyorlardı.
Atonal*
Ben de izliyordum… İzleneni izleyeni izleyip koruyucu meleğimin görkemli kanatları arasında mest olmuş hâlde, lavanta ve mür kokulu kızıl saçlarına yüzümü bırakmamak için kendimi zor tutuyordum.
İçkinin verdiği ateş, gözlerimi bulanıklaştırıp iki gözümden iki ayrı sahne açana kadar bu durumdaydım. Sol gözümle şapelde sürüp gitmekte olan ve malum sebeple asla sona ermemesini dilediğim konseri izlerken sağ gözümün karşısında gördüğüm sahne, aklımı başıma getiremedi. Birbirinin aynı iki şapelin önünde iki ayrı sahneyi görünce meleğimin elini o anki ürküntüyle daha da sıkı kavradım ve korkuyla dikleşen sırtımı ardıma yasladım.
Neler oluyordu? Yoksa şu doğulu mistiklerin bahsettiği üçüncü gözüm mü açılıyordu? Gördüklerime inanmakta zorluk çekerken onun sesini tekrar duydum:
“Korkma, yanındayım.”
Korkumun ve şaşkınlığımın iç içe kenetlendiği zihnim küçük bir çığlık attı, başka cevap veremedim.
Sağ gözümün karşısındaki sahnede; Uzak Doğu’daki tapınaklara özgü dev ebatlarda bir fil, cüssesine uyum sağlayan mihrabın altında kıpırtısızca oturuyordu. Kalın derisinin buruşuk kısımları arasındaki kir izleri, bir heykelin karşısında olduğum sanrısına yol açarken o anda karanlık bakışlarıyla göz göze geldik. Dişlerinin her iki ucuna dikilmiş, yanmakta olan siyah mumların yaydığı ışıkla gözlerini bana dikmiş bakıyordu.
Korkudan sağ gözümü kapatıp tek gözümle süregiden konsere ve meleğime döndüm. Bu hâlimle yanımdaki dostumun ve seyircilerin beni fark etmemesini dilerken onların konseri keyifle izlediğini ve bu yaşananların şahitlerinin sadece koruyucu meleğim ile ben olduğumuzu anladım.
Oldukça derin bir ürpertiyle, merakıma yenik düşerek gözümü tekrar açma cesaretinde bulundum. Sağ gözümün salonundaki seyirciler filin karşısında kendilerinden geçmiş, tapınır vaziyette ön saflara sıkışmışlardı. İri gözleriyle seyircileri izleyen filin karşısında, herkes bir ağızdan, anlamını bilmediğim Latince bir dua mırıldanıyor ve hayvanın bakışlarıyla göz göze gelmek için yalvarıyorlardı.
Âdeta deliye dönmüş seyircilerden birkaçı kendinden geçmiş, üzerlerindeki giysileri çıkartarak çırılçıplak biçimde el ele tutuşmuş, başlarını arkaya devirmiş, dudaklarından dökülen ezgiler eşliğinde salonun tam ortasında hızla dönmeye başlamışlar, kendilerince kutsal saydıkları bu an’ı egzotik bir ritüele dönüştürmüşlerdi.
Yüzü siyah dantelayla örtülü olan holdeki kadın, çemberin tam ortasında mum gibi erimişti; geriye yağdan parıldayan beyaz bir eriyiğin içinde yanmış bir fitili andıran siyah elbiseleri kalmıştı sadece.
Dışarıdan yaklaşan yağmurun gök gürültüleri duyuluyordu. Çakan şimşekler havada kristalize yansımalar bırakırken bu sefer yaşanan sahneden korkup gözlerini kapatan, alnını omzuma yaslayıp sahneyi kendisinden gizleyen, saçlarını kucağıma seren koruyucu meleğimdi.
“Çok korkuyorum!” diyen çaresiz fısıltısını işittim.
Heyecanla, “Korkma! Yanındayım!” diyebildim.
“Şimşeklerin parıltısı kanatlarımızı yakar, o zaman seni koruyamam,” dedi üzüntüyle.
Yaşananların bir düş olduğuna kendimi ikna etmeye çalışarak kendimden beklenmeyen o cümleyi sarf ettim:
“Ben seni korurum, yeter ki kanatlarına sahip çık!”
Buradan bir an önce çıkmalıydık, bakışımı tekrar delirmiş gibi seyircilere bakan dev yaratığa çevirdim. Kendisine baktığımı fark edince dişlerinin üzerindeki mumların ışığıyla harelenmiş gözlerindeki hüznü, sadece bize belli eden bakışlarıyla veda eder gibi üzerimize doğru yaydı.
Hemen önünde, iki ayağının arasında kıvrılmış hortumunun altında Hint fakiri görünümlü bir genç; yüzü, kolları ve bedeni çamurla desenlenmiş, belinde kuşağı ve başında turuncu sarığıyla yerini alıp elinde tuhaf çalgısıyla ezgisine başladı.
Sivri tırnaklarıyla dokunduğu tellerden yayılan büyüleyici ezgi herkesi esir alıyor, seyircilerden yayılan kalabalık miyavlamalarla tekil iniltiler eşliğinde tüm salona yayılıyor, ortamı acı, zevk ve tapınmanın karışımı kirli bir renk cümbüşüne boğuyordu.
Sanki vaftiz anında kutsal suyun temizleyemediği tüm günahlar su yüzüne çıkmıştı, intikam alırcasına ete kemiğe bürünüp tapınçla başlayarak cehennemi bir ritüele dönüşen bu kara lekeye dönüşmüştü.
Kalan aklımı olabildiğince başıma toplayarak konserin seyrine dalmış olan yanımdaki arkadaşıma dönüp biraz temiz hava almak için izin istedim. Tuhaflığımı fark etmiş olmalı ki anlayışlı bakışlarıyla beni onaylamayı esirgemedi. Aceleyle gözlerimi yumup meleğimin elini sımsıkı tutarak süregiden kaosun arasından, az sonra derin bir nefes alacağımız hole doğru adımlarımızı attık.
Vaftiz havuzunun bize bir şey ima etmek istiyormuş gibi duran ıssız görüntüsüne göz ucuyla son kez bakıp hızlı adımlarla bahçeye çıktık. Dostumun vaftiz havuzu dediği şeyin bahçedeki havuzun fıskiye düzeneği olduğunu anladım o an!
Bahçeden dış kapıya kadar yürüyeceğimiz karo taş döşeli yolu aydınlatan meşalelerin arasından ilerlerken yaşadığım dehşetin izlerini bir an önce silmek için temiz havada derin nefesler alıp veriyordum.
Aniden çok mühim bir şeyi unutmuşum da son anda aklıma gelmiş gibi meleğimi çakan şimşeklerin ışığından korumak için elimdeki siyah pardesüyle sımsıkı sarmaya başladım. Buna itiraz edemezdi.
Artık simsiyah bir hayalete dönüşmüş olan meleğimin kızıl saçları pardösünün yaka kısmından dışarı fırlamış iken sanki geride bıraktığımız dehşet yeterli değilmiş gibi bu sefer de dışarıdaki dehşete adım atmıştık. Bizi görenler durup gözlerini faltaşı gibi açıyor, hayalet görmüş gibi uzağımıza kaçıyorlardı.
Hızlı adımlarla eve doğru yürürken çakan şimşeklerin ışığından meleğimi korumaya çalışıyor, yağmurdan sırılsıklam olmuş, âdeta aşkın gücüyle sarsılmaz ve çılgın bir hâlde, tüm korkuma rağmen kendimi Zeus’un haşin öfkesine siper ediyordum.
Bir gece odamın camından içeri giren şimşek, sağ avucumun içerisine düşüp yakmış, üç gün, üç gece avucum yandığı için elim sımsıkı kapalı dolaşmıştım. Hiç kimse buna inanmamıştı.
Appassionata*
Nihayet eve vardığımda âdeta bir öngörüymüşçesine şimşekten korkmamın asıl sebebini o anda anladım. Kapının önünde içinde yeller esen, elime yapışmış gibi kalan boş siyah pardesüye bakıyor, saçlarımdan damlayıp yanaklarımdan süzülen yağmur damlalarının bana söylediklerini duymaya çalışıyordum.
Yutkunup duran hüsranıma eşlik eden donup kalmış hâlimle, üzerimdeki ıslak elbiseleri çıkarmadan doğruca yatağıma yürüdüm. Buz tutmuş yanık pardesüyü, üzerine sinmiş lavanta, mür ve limon kokusuyla başımın üzerine kadar çekip düşlerimin sıcak gözeneklerine daldım…
Scherzo*
Uyandığımda dün gece yaşadıklarımın bir rüya olduğuna kendimi inandırmaya çalışarak arkadaşımın verdiği Noel hediyesini açtım.
Lacivert renkli bir kumaşın üzerinde simle örülmüş, üzerinde iki sürücüsü olan bir fil deseni vardı.
Notlar:
Impromptu: İçe doğan anlamında, tek bölümlü fantezi karakterinde çalgısal parça.
Atonal: Hiçbir ton ve makam kuralına bağlı kalmadan oluşturulan (beste).
Appassionata: Acılı, tutkulu, ağulu, yaslı.
Scherzo: İtalyanca “şaka” anlamına gelen kelime. Müzikte, canlı ve parlak biçimde çalınan parça.
Engin Yetişkin
Comentarios