Memduh Şevket Bey, tren garının bir asrı geçmiş bekleme salonunda ahşap bir bankta oturmuş, demiryolu hikâyeciliği yaptığı gençlik yıllarını düşünüyordu. Aklına bir kuş sürüsü gibi üşüşen anılarının kiminde sırtında taşıdığı heybesinden çıkardığı hikâye sayfalarını yolculara satmak için çırpınıyor, kiminde kazandığı üç beş kuruşla günlerdir aç kalan karnını doyuruyor, kiminde ise yeni hikâyelerini yazmak için heyecanla daktilonun başında oturmuş elleri tetikte bir türlü bulamadığı o ilk cümleyi bulmak için pür dikkat ilham bekliyordu. Memduh Şevket Bey’in gözü anılarının arasında kanatlanmış bir kuş gibi gezinip dururken, o sıra yanına yaklaşan genç bir demiryolu hikâyecisinin elinde tuttuğu daktilo edilmiş saman sarısı kağıtlara kondu hemen. Genç demiryolu hikâyecisi tahterevallinin diğer bir ucuna oturuyormuş gibi Memduh Şevket Bey’in oturduğu bankın köşesine oturuverdi. Uzun bir yolculuktan gelmişçesine yorgun bakıyordu gözleri. Hikâyelerini yazdığı saman sarısı sayfaları uzatıp ürkek bir sesle, “Hikâyelerim var, almaz mısınız efendim?” dedi. Memduh Şevket Bey, genç demiryolu hikâyecisinin satmak için bir umutla uzattığı hikâye sayfalarını merakla aldı eline. Birkaç sayfaya hızlıca şöyle bir baktı. Başını kaldırıp yanındaki hikâyeci gencin solgun yüzüne de baktı sonra, “Bir zamanlar ben de bir demiryolu hikâyecisiydim. Hatta hikâye memurluğu da yaptım,” dedi. Genç demiryolu hikâyecisinin gözleri uzak bir diyarda tanıdık birine rastlamışçasına sevinçle parladı o an, “Ne güzel bir tesadüf efendim,” dedi. Memduh Şevket Bey’in demiryolu hikâyeciliğinden ziyade hep hayalini kurduğu hikâye memurluğu daha çok ilgisini çekmişti. Konuyu hemen hikâye memurluğuna getirmek istedi, “Hikâye memuruydunuz demek?” diye sordu altını çizercesine. Memduh Şevket Bey, “Evet, hikâye memuruydum,” diye yineledi. Buruk bir tebessüm dudaklarının arasından tomurcuklanıp yüzünü bir sarmaşık gibi sarıverdi. Gözleri bir an yine dalıp gitmişti geçmişe. Birden genç bir memurken çalıştığı hikâye müdürlüğünün kapısının önünde buldu kendini. Usulca girdi kapıdan. Koridorlarda yankılanan daktilo seslerinin arasında yürüdü. Odasının önüne geldiğinde hikâyesini yazmaya dalmış gençliğini gördü. Derken, bir meyhanede genç memur arkadaşları ile kadehler yeni hikâyeler için havaya doğru kaldırıldı. Sonra, bakanlıktan iki müfettiş ile sorgu odasında göz göze geldi. Gözünden yüzüne doğru bir pınar gibi aktı hüznü, yüzündeki hüzün ile istasyona döndü yeniden, döner dönmez de genç demiryolu hikâyecisinin meraklı bir gözle kendisine baktığını fark etti. Konuşmaya az önce daldığı yerden devam etti, “Fakat haksız bir iftiraya maruz kaldığım için atıldım memuriyetten. Uzun sürmedi benim memuriyet,” dedi. Genç demiryolu hikâyecisi duyduğu bu hadiseye önce şaşırdı, sonra yüzündeki şaşkınlık meraka dönüştü hemen. Memuriyetten atılma konusunu sorup sormamakta bir an tereddüt etti. Fakat deniz mavisi gözlerinden taşıp yüzünün kıyısına doğru dalgalanarak büyümüştü merakı. Birden cesaretini topladı ve hafifçe öksürüp sesini temizledi, “Peki neden atıldınız memuriyetten?” diye sordu nihayet. Memduh Şevket Bey, “İşte bu biraz uzun hikâye,” diye cevapladı. Ardından paltosunun cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Derin bir nefes çekti içine. Burnundan savrulan dumanlar bir lokomotifin bacasından çıkarcasına bir sis bulutu gibi dağıldı fötr şapkasının etrafında. Duvardaki büyük saatten şıp şıp diye akan zamana baktı. Beklediği treninin gelmesine hikâyesini anlatmaya yetecek kadar bir vaktin olduğunu düşündü, “O halde anlatayım, kim bilir belki size de yazacak bir hikâye çıkar anlatacaklarımdan,” dedi gülümseyerek. Genç demiryolu hikâyecisi de bu gülümseyişe kendi gülümsemesiyle karşılık verdi, “Neden olmasın efendim,” dedi. Memduh Şevket Bey, o günleri yeniden yaşıyormuşçasına değil de daha önce yazıp bitirdiği bir hikâyeyi yeniden yazıyormuşçasına anlatmaya başladı hikâye memurluğunu.
“O zamanlar da tıpkı bugünkü gibi çok zordu hikâye memuru olmak. İltimas gerekiyordu. Bakanlık müsteşarına akraba olan bir kız arkadaşım vardı. Onun yardımıyla oldu benim memuriyet. Büyük bir şevk ve ilhamla vazifemi ifâ ederek ülkeme sayısız hikâyeler kazandırdım. Genç bir demiryolu hikâyecisiyken memuriyete başladığım sırada halihazırda yazıp da satamadığım bir kitap dolusu hikâyem birikmişti elimde. Tam da umudumu kaybettiğim bir sırada olmuştu işim. Büyük bir heyecanla başlamıştım memuriyete. Yazacağımız hikâyelerin konuları her ay bakanlıktan muntazam bir şekilde listeyle geliyordu. Biz de bakanlıktan gelir gelmez Müdür Bey’den listeyi imza karşılığı alıyorduk hemen. Sonra da büyük bir heyecanla masamızın başına geçip başlıyorduk yeni hikâyelerimizi yazmaya. Müdürlüğün koridorlarında yankılanan daktilo sesleri sanki büyük bir senfoni orkestrasından eş zamanlı çıkan müzik notaları gibiydi. Biz Modern Hikâye Şubesi’ydik. Karşımızda bulunan oda ise müdürlüğün ilk hikâye şubesi olan Klasik Hikâye Şubesi’ydi. Şube olarak her ne kadar birbirimizden pek haz etmesek de bizi ortak bir paydada buluşturan tek şey piyasa hikâyecilerinin ortak düşmanı olmamızdı. Fakat söz konusu yazdığımız hikâyeler olduğunda birbirimize karşı bir o kadar acımasızdık. Ne biz onların yazdıklarını beğenirdik ne de onlar bizimkileri. Kimi zaman birbirimizin yazdığı hikâyeleri Editör Şubesi’nde gizlice okuyorduk. Elbette kendi yazdığımız hikâyelerin daha iyi olduğunu düşünerek ve okuduğumuz hikâyelere burun kıvırarak yapardık bu okumaları. Bu arada Editör Şubesi yalnızca bizim hikâyelerimizi değil aynı zamanda piyasa hikâyecilerinin üç beş kuruş kazanmak için getirip teslim ettiği hikâyeleri de okuyup raporluyorlardı. Bakanlığın belirlediği usul ve esaslara uygun olan hikâyeler editör raporlarından teknik ve estetik bakımdan da olumlu görüş aldığında, Edebi Kurul onayına sunuluyor ve nihai olarak satın alınıyordu. Altı kişiden oluşan edebi kurulumuzun dördü memleketin önde gelen hikâyecilerindendi. Hoş hepsi de bizim müdürlükten emekliydi zaten. Bakanlıkta bir tanıdık bulup kapağı edebi kurula atmışlardı. Böylece bir maaş daha kazanıyorlardı. Kurulun diğer iki kişisi ise müdürlüğümüzün başeditörü ile hikâye müdürüydü. Kurulda hikâyecilikle ilgisi olmayan yalnızca başeditörümüz olan hanımefendiydi. Sekreterlikle başladığı memuriyet hayatına başeditörlükle devam ediyordu. İnsan memur olunca iltimasla her şey olabiliyordu o zamanlar. Gerçi şimdi de öyle ya, neyse biz konumuza geri dönelim. Edebi Kurul yılda altı defa toplanır, iki ayda bir çıkan Devlet Hikâye Dergisi ile yılsonunda yayımlanacak olan toplu hikâye kitaplarımızda yer alan hikâyelerimiz görüşülürdü. Toplantıda hikâye tetkikinden ziyade daha çok anılar anlatılır, dedikodular yapılır ve bol bol yenilir içilirdi. Edebi Kurul’daki üyeler kendilerine toplantıdan aylar önce gönderilen hikâyeleri okumaz kolaylık olsun diye sadece editör raporlarını okurlardı. Yüzlerce sayfa yerine birkaç sayfalık hikâye özeti okuyup geçmek daha kolaydı pek tabii. Editörlerin olumlu ve olumsuz görüşleri sonuca etkili olduğundan, biz de kaleyi içeriden fethetmek adına editörlerle ilişkilerimizi iyi tutmaya çalışıyorduk, ara sıra küçük sürprizler yaparak onları içkili yemeklere bile davet ediyorduk. Hoş onlar da yemeğin tadını fazlasıyla çıkarırlardı. Kimi zaman aldığımız ikramiyelerimize bile göz dikip geri istemeyeceğimizi bildiklerinden borç adı altında rüşvet bile alıyorlardı bizden. Biz ise bu durumu başlarda sorun etsek de zamanla hiç sorun etmemeyi öğrendik tabii. Kaz gelecek yerden tavuk esirgemiyorduk yani anlayacağın. Bizim dışımızda bir de piyasa hikâyecileriydi kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyenler. Onlar da Editör Şubesi’nden olumlu rapor aldıkları takdirde hikâyelerini Devlet Hikâye Dergisi’nde yayımlattıkları için aldıkları telif ücreti ile editörleri gizlice hoşnut ediyorlardı. Bunu yapmak zorundaydılar çünkü piyasa hikâyecilerinin büyük çoğunluğu hikâyesini ne devlete ne de vatandaşa pek satamadığından yarı aç yarı tok geziyordu. Bu yüzden onlarda bu çarkın içindelerdi doğal olarak. Ayrıca insanlar ellerine tutuşturulmaya çalışılan birkaç sayfalık hikâyelerin yerine devletin bastığı güzel ve renkli kapaklı toplu hikâye kitaplarını tercih ediyorlardı daha çok. (Söz meclisten dışarı bu arada) Piyasa hikâyecilerinin devlet ile rekabet etme şansları hiç yoktu senin de bildiğin üzere. Kimi zaman odadaki arkadaşlar ile onların yoksul ve zor yaşam koşullarına samimi olarak üzülmüyor değildik doğrusu. Sonuçta biz de bir zamanlar tıpkı onlar gibi hikâyelerimizi tren garlarında, otobüs terminallerinde ve vapur iskelelerindeki yolculara satmaya çalışan dar gelirli hikâyecilerdik. Ne zaman ki piyasa hikâyecilerini müdürlüğün koridorlarında, hikâye teslim biriminde ya da editör odasında ellerinde büyük bir özenle tuttukları hikâye sayfalarıyla görsek, bize karşı yüzlerindeki o imrenme ve kıskançlığı da görüyorduk. Bizler onların gözünde bakanlıkta adamı olan bir grup şanslı hikâyecilerdik. Haklıydılar da. Fakat bu düzeni biz yaratmamıştık. Hem bizim yerimizde onlar olsa onlar da aynı şeyi yapardı hiç kuşkusuz. İşte bu yüzden piyasa hikâyecileri tarafından hiç sevilmezdik. Hatta her iki ayda bir ikramiyemizi aldığımız vakit gittiğimiz meyhanede ne zaman ki bu piyasa hikâyecilerden birileriyle tesadüfen karşılaşsak keskin bakışlar ve alttan alta iğneleyici laf sokmalara muhatap olurduk. Yazdığımız hikâyeleri beğenmedikleri gibi hepimizin birer emir eri olduğunu, elimize tutuşturulan emir ile hikâye yazdığımızı, bu yaptığımızın sanat olmadığını ve hepimizin sanata ihanet eden birer hain olduğumuzu bize duyurmak için kendi aralarında yüksek sesle konuşur ve ara sıra dönüp suratımıza alaycı ve kindar bir yüz ifadesiyle bakarlardı. Biz ise onlarla hiç muhatap olmazdık. Bir kalemi tutar gibi tuttuğumuz ince belli rakı bardaklarımızı havaya doğru kaldırarak yazacağımız yeni hikâyelerin şerefine içerdik hep. Verilecek en güzel cevabın da bu olduğuna inanırdık. Bu halimize en çok bozulan ve sinir olanlar ise demiryolu hikâyecileri olurdu. Çünkü gittiğimiz meyhane genellikle istasyonun hemen karşısında bulunan “Kürdün Meyhanesi” olduğundan en çok da demiryolu hikâyecileri ile karşılaşırdık orada. İşte ne olduysa böyle bir meyhane buluşmasından sonra olmuştu. Sonradan öğrendiğime göre bu demiryolu hikâyecilerinden biri bakanlığa imzasız gizli bir dilekçe gönderip hakkımda asılsız iddialarda bulunmuştu. Söz konusu şikâyetin Devlet Hikâye Dergisi’nde yayımlanan bir hikâyemden kaynaklandığını öğrenmiştim. Güya dergide yayımlanan bir hikâyem başka birçok hikâyeden intihalmiş. Bundan dolayı da hakkımda şikâyette bulunulmuştu. Bir sabah işe geldiğimde Müdür Bey’in odasında beni asık suratla bekleyen bakanlıktan iki hikâye müfettişiyle karşılaştığımda bu nahoş durumu öğrenmiştim. Şaşkınlık içinde çok müteessir olmuştum. Böylesi bir iftiranın ciddiye alınması dahi beni çok kırmış ve onurumu zedelemişti. Şikâyetin tam olarak ne olduğunu müfettiş beylere sorduğumda ise aldığım cevap beni hem şaşırtmış hem de açıkçası biraz da korkutmuştu. Yazmış olduğum bir hikâyenin Çehov’un “Memurun Ölümü” hikâyesinden intihal olduğuna dair bir şikayetti bu. Tam açıklama yapmak için ağzımı açmıştım ki müfettişlerden özellikle uzun boylu ve zayıf olanı sonradan Çeviri Hikâyeleri Müfettişi olduğunu öğrendiğim kişi, “Acele etmeyin, vaktimiz bol,” diyerek, beni Müdür Bey’in tahsis ettiği odaya davet etti. Bense şaşkınlık ve birazda maruz kaldığım bu nahoş durumun verdiği öfkeyle takip ettim her ikisini de. Odaya vardığımızda diğer müfettişinde Klasik Hikâye Müfettişi olduğunu öğrendim. Oysa ben bir modern hikâye memuruydum. Bakanlıktaki Modern Hikâye Müfettişi başka bir görev için şehir dışında olduğundan yerine Klasik Hikâye Müfettişi görevlendirilmişti. Bu durum benim için son derece aleyhime bir durumdu. Zaten klasikçiler ile modernistler arasında bakanlıkta bile büyük bir çekişme ve kavga vardı. Şimdi gel de derdini anlat bakalım bir klasikçi müfettişe. Müfettişler işlerini son derece ciddiye aldıklarından suratları da bir o kadar sert ve ciddiydi. Bu kadar sert ve ciddi suratlı iki müfettiş karşısında açıkçası biraz tedirgin olmadım değil. Soğuk terler dökmeye bile başlamıştım. Odanın ortasındaki masanın tek sandalye bulunan tarafına buyur edildim şişman ve kısa boylu müfettiş tarafından. İki müfettiş ise karşıma geçip asık suratlarıyla oturdular. Sanki suçüstü yakalanmış bir katilmişim de polisiye bir sorgudaymışım gibiydi içinde bulunduğum bu durum. Uzun boylu müfettiş çantasından büyük ve kapalı olan saman sarısı bir zarfı çıkarıp koydu masanın üzerine. Diğer müfettiş ise paltosunun iç cebinden küçük not defteri ile kalem çıkardı. Uzun boylu müfettiş büyük zarftan çıkardığı belgelerden birini önüme koydu ve usulen, “Bu hikâye size mi ait?” diye sertçe sordu. “Evet,” dedim. Hikâyenin başlığını okuyunca bu hikâyenin “Turne” adlı hikâyem olduğunu gördüm. Çantasından çıkardığı bir diğer hikâye ise Çehov’un “Memurun Ölümü” adlı hikâyesiydi. Uzun boylu müfettiş gözümün içine bir suçluymuşum gibi bakarak, “Bu iki hikâye arasında çok ciddi benzerlikler saptadık. Benzerlik bir yana çoğu cümle hatta cümle de değil paragraf olduğu gibi alınmış. Üçüncü sayfada yer alan birinci paragraf buna bir örnek mesela. Ayrıca dördüncü sayfa olduğu gibi alınmış. İşte burada bakın. Gerçi siz yazdığınıza göre biliyorsunuzdur zaten,” dedi. Sonra da üst perdeden bir sesle, “Bunlar hakkında bir açıklamanız var mı? Varsa sizi dinliyoruz. Buyurun,” dedi. Öksürerek boğazımı temizledim önce. Onlara yazdığım hikâye ile Çehov’un hikâyesi arasında bir tür edebi ilişki kurmak istediğimi anlattım. Bu amaçla hem sevdiğim bir yazara gönderme yapmak istediğimi hem de hikâyemi başka bir hikâye ile ilişkilendirerek edebi bir zenginleştirme maksadı ile yaptığımı, bu tür tekniklerin ve edebi oyunların batıda da sıkça yapıldığını hem artık hikâye sanatının başka bir noktaya doğru ilerlediğini dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Fakat bütün çabam nafileydi. Maalesef yine de eser hırsızlığı ile itham edilmekten kurtulamadım. Sonuç olarak memuriyetten atıldım. Sonradan benim yerime giren memur hikâyecinin ise beni şikâyet eden demiryolu hikâyecisi olduğunu öğrendim. Meğer her şey büyük bir kumpasmış. Memur hikâyecilikten ayrıldıktan sonra yeniden demiryolu hikâyeciliğine döndüm. Yıllarca tren istasyonlarında zar zor sattığım hikâyelerimden kazandığım paralarla ödediğim sigorta primleri sayesinde sonunda emekli olabildim. Şimdi ise senede bir bu çok sevdiğim şehre gelerek buranın güzel havasını soluyorum. Emekli hikâyeci arkadaşlarla dernekte bir araya gelerek eski günleri yâd ediyoruz. Sonra da işte şimdi olduğu gibi memleketime dönüyorum yeniden.”
Memduh Şevket Bey, hikâyesini bitirdiği sırada her şey, tam tahmin ettiği gibi olmuştu. O sıra istasyona doğru yaklaşan trenden uzun bir ıslık sesi duyuldu. Memduh Şevket Bey, “İşte benim tren de geldi,” diyerek toparlandı. Genç demiryolu hikâyecisine cebinden çıkardığı parayı uzattı, “Alın bunu, üstü kalsın,” dedi. Genç demiryolu hikâyecisi aldığı paradan oldukça memnun görünerek teşekkür etti. Memduh Şevket Bey elinde tuttuğu hikâye sayfaları ile trene doğru hızlı adımlarla yürüdü sonra. Genç demiryolu hikâyecisi ise onu uğurlarcasına arkasından baktı bir süre. Sonra da sırtında taşıdığı hikâye heybesinden “Hikâye Memurluğu” adlı hikâyesinin yeni bir kopyasını çıkardı. Üç beş kuruş daha kazanıp karnını doyurmak umuduyla yeni bir müşteri bulmak için etrafı dikkatlice şöyle bir süzdü yeniden.
Enver Özkardeş
Comments