top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ercan Gümüş- Sönük Bir Yüz

Uykularım günlerce başka bedenlerde beni kallavi şekilde aldatıyordu. Halbuki ben hiç mi hiç aldatılacak biri değildim. Yarım kilometre uzaklıktaki köpeklerin yalnız olmadığıma ikna edercesine havlamalarına rağmen aksini hissediyordum. Belki yorgundum, belki habersiz gecede boğuldum. Ya da hepsini es geçip kendime sordum, "Acaba insan delirdiğini nasıl anlardı," İşte huzurlarınızda Hasan. Soğuk bir espri kadar sıcakkanlı, bir mahkeme kararı kadar misafirperverim. Misafirperverliğin yanında emanetçilik premium paket olarak sunuluyor merak etmeyin. Gerisini de aramızda halledelim. Siz de diğerleri gibi “Kırık” demeyin yeter. Biraz da dinlerseniz iyi olur. Nedense birilerini duymak, şöyle bir durup dinlemek, dibi delik şişeye su doldurmak gibi. Nedense...

Hayatta sevgiyi sevilmeyi tattığım tek insan çok uzaklara gidince her gece bu köşede dört tane devirip eve yol alırım. İlaçlarımı kullanmayı üç yıl önce bıraktım. Umarım sır saklıyorsunuzdur çünkü bıraktığımı kimse bilmiyor. Bizim mahallenin en eski kahvehanesinde ocakçıyım. Askıcı olmadan ocakçı olunmaz. Sadık dayı, sağ olsun bardakları, tabakları çamaşır suyuna yatırır; kaşıklar bardağın içinde dansözlüğe hazır olunca tabaklardan kırmızı-beyaz kuleyi diker, kazanın derecesini de ayarladıktan sonra on iki buçuğa kadar kahvehanede demlenmeme izin verirdi. Bunu da kimse bilmiyor. Burada tek sorun, abim on iki buçuğu geçince eve almıyordu. Tecrübeyle sabitti. Rüyalarımı iskambil kağıtlarının, okey taşlarının makam masasına serdiğim epeyce gece olmuştu. Sennur, çok uzaklara gitmeseydi abimlerde kalmayacaktım ben. Bir yengem, dört yeğenim vardı. Hepsi adımla seslenirdi. Adımla seslenmeyen de “Kırık,” derdi. Kırık. Sakallarım uzunken elli beş, sinek kaydı olunca kırk beş gösteriyordum. Doğumum Metin Oktay'ın jübile yaptığı yıla tekabül ediyordu. Her gün üç paket sigara taşıyordum. Cepli gömlek giymeye Sennur alıştırdı. Böyle daha yakışıklı oluyormuşum. Sennur çok uzaklarda çünkü baş başa izlediğimiz filmlerde öyle derlerdi. Birlikte çok film izledik. “Dila Hanım’ım, Al Yazmalım, Sultanım,” Sennur. İlmühaberinde lösemi yazıyordu. Kronik. Meğer anası babası biliyormuş. Meğer benle evlenmesine bu yüzden müsaade etmişler. Meğer Sennur evde kalmamış, hastaymış. Sanki memlekette doktor, ilaç bitti. Sanki hastaneleri böcekler bastı. Günler sonra hastaneye gidip doktora sormuştum. “Nasıl bir anda hiçbir şey yokken Sennur’um gitti,” diye. Erken teşhis olsaymış kurtulabilirmiş, halk ağzında kan kanseri, tıp literatüründe lösemiymiş. Kronik. Bir de bana Kırık diyorlar. Şu hâle bak! Ana-baba olmak nasıl bir his bilmiyordum. Babamı on ikime kadar gördüm. Sonrası zaten okul yüzünü unutup kire, pasa toza yüz sürmekti. Üç beş lafın belini kıramadığım ve karizması dillere destan babam. Eskiler beni rahmetliye daha çok benzetirlerdi. Huyunu da suyunu da. Bakın sır sakladığınıza inanmak istiyorum. Hele bu devirde, nelerini görmedik ki? Neyse tadımız kaçmasın. Tadımız... Kaçmamış hâli bu evet. Sırrım ise her gün cıvık karanlığa gömülen biri olmak istemiyordum. Eğer şimdiki zamana dönersek şu an belki dünyanın merkezinde hilen ve fiilen; tavana şapşalca gözlerimi dikmiş, ağzım yarı açık, kollarım Mevlâna’nın felsefesinden feyz almış, zeminde paspas görevini üstlenmiştim. Bekliyordum. Üstelik kafam karışıktı. Karış karış, mışıl mışıl kulaçsız bozkır, buruş buruş deniz, baş başa sofra kurmak, yığın yığın yumuşaklık arzusu. Üstelik kafam çok karışıktı.

“Üç çay bi oralet!”

“Kronik”

“Bi çay iki nes!”

“Annen kaçıp gitti.”

“Altı çay ikisi açık!”

“Sana hep ceplisinden alalım.”

“Sadettin Bey!”

Ve saklana saklana geldi. Ne çabuk. Sinsi bir şey. Tanımıyorum. Yine hadsizce arkamdan dolanıyor. İnsan bir kere kıyak geçer pezevenk! Kaç yıllık münasebetimiz var. Bir kere göz göze gelmedin benle. Gelsen neler olacak biliyorsun çünkü. Açıkça söyle “Götüm yemiyor,” de hepimiz rahatlayalım. Haksızlık lan bu! Benim düşmanım bu kadar korkak olamaz, haksızlık lan bu! Anca izmarit parmak aramı yakınca sıçradım. Gerisin geri arkamı döndüm. İn cin top oynuyordu. Metal kül tablasında izmariti ezdim. Tam derimi çekiştiren teri silecekken müthiş katı bir ışık yüzüme yapıştı.

***

Amacım sizlere anlatacaklarımı, sıkıntılar göğsünüze çökmeden usulünce taptaze anlatmaktı. Kimse tanımadan anlam doğuramazdı. Hem biliniz efendim. Bırakınız bilsinler, bıraksınlar biliniz. N’olacak sanki?

Bolluk bereket içinde kaymaklar tereyağına dönüşmüştü. Ama ne hikmetse belimi doğrultamamıştım. Daha dün geldiğim bu semtte, açık market olmadığından petrol ofisine gidiyordum. Nerden başladım şu merete, tek kalemde de bırakılmıyor. Sana sert poyrazın iğnelerini paşa paşa yediriyordu. Sıkıntı, stres saçlarımızı döktü, ciğerler eksik kalmasın. Ahh ah, iflasının da borcunun da çekinin de ta... Başımıza nerden bu musibet geldi? Anamız, babamız, karımız, topyekûn kurtulmaya çalışıyoruz. Ama az kaldı az. Son on bin, ondan sonrası hava cıva. İki arabamı icradan çıkaracağım. Elde son kalanlar onlardı. Asıl suç bende. Ya sen kimsin ki kendi işini kuracaksın, patron olacaksın, kimsenin eline bakmayacaksın? “Zımba Dekorasyon” Bak bak. Tamam, tamam işinde iyisin. Elin, kafan yatkın, ölçümse ölçüm. Sanırsın atalarımız Pisagor'a dayanıyor, kaliteli malzemeyse malzeme, civarda üstüme tanımam. Koordineydim. Seviyordum. Tasarlamanın büyüsü içine çekiyordu. Gel gör ki lanet bir çek onca emeği, onca hevesi tufaya getirdi. “Aha,” dedim sonunda bir şeyi başarıyorum. Dümeni açık maviliklere kırıyorum. Bu sefer oldu. Nah oldu. Üç yıldır gezmedik memleket kalmadı. İş nerede Aydın orada. Ayrıca bende bela paratoneri mi var anlamadım. Liseyi harala gürele bitirdik. İki sene rötarlı. Birinci sene sınıfta kaldık. Son sınıfta karşıdan karşıya geçerken araba çarptı, dört ay alçıyla yattık. Kız istedik, vermediler; kaçırdık, popomuzdan kurşun yedik. “Maneviyata yönelim, ruhumuz arınsın,” dedik, amcalar ruhumuzu bile araklayacaktı. Sonuçta nefesleri kuvvetli. İş kurduk, vurdumduymazın teki yüzünden paramız pul oldu. Oh be içim açıldı. Harbiden rahatladım. Galiba bir süre sonra bu istem dışı doğallığı benimsedim. Fevkaladenin fevkinde bir hayat değil mi? Süpersin Aydın Kaptan! Dümenini kırıyorlar, aman verme sakın. Simyacı cemiyeti, senin bahtının ölümsüzlüğünü bulmalı koçum. Kem gözlerden ırak… Yanlışlıkla bir kupon yapıp at yarışı oynasam Bold Pilot sonuncu gelirdi. Tü tü nazar değmesin! Biri görse şu halimi deli diye ihbar eder. Ciddi ciddi kendi kendime konuşuyordum. Hâlbuki sadece uyumak için gireceğim kovuğuma, her zamanki gibi hayıflanarak gidiyordum. Nedir yani, kendi öz bedenimizle münakaşa edemeyecek miyiz kardeşim? Kimle edelim? Şu an tek başınayım hem belki ben tek başına seviyorum. Hemen böyle bir yaftalamalar, etiketlemeler. Yargı mekanizması dedikodu üzerine kurulu ne de olsa. Bazen bütün uzuvlarımın sinir operasyonuna karışması gözlerimi sulandırıyordu. Ben hoşlanmıyorum başıma gelen durumların dramasından, çare olarak alaya alıyorum. Yoksa biliyorum, yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın.

Nihayet ayaklarımı sürüye sürüye gidip geldim. Diğerleri gibi iş de çok yorucuydu. Koca yirmi dört saatin on altı saati çalışıyordum. Anahtarı yuvasına yerleştiriyordum ki sarsıldım. Bir tek ben sarsılmadım. Sessiz sokaklar, televizyon karşısında uyuklayanlar, buzdolabında atıştırmalık arayanlar, çöp konteynerlerindeki kediler, birbirine bıçak çekenler, el freni çekip yanlayanlar, telefon ekranına bakmaktan geçici şaşı olanlar, hepsi hepsi iradelerini serbest bırakıp sarsıldı. Öylesine şiddetli, öylesine yıkıcı bir gürültü... Ne tepki vereceğimi bilemeden kendimi caddeye attım. Karşımdaydı. Alevlerin süt dişleri geceyi kendinden geçiriyordu. Karanlığın buna ihtiyacı varmış gibi. Çarçabuk bahçeli kahvehaneye koştum. Ahalinin evlerinden dökülmesi çok uzun sürmedi. Morg beyazına bürünmüş fırın ustalarından biri itfaiyeyi aradı. Kahvehaneye paraleldi fırın, yedi yirmi dört açıktı. Sanırım sahibi kimseyi ekmeksiz bırakmamaya yeminliydi. Neyse itfaiye, polis, ambulans onarlı beşerli dakika aralıklar içinde geldi. Eski yapılardan olduğu için genetiğinde yanma olan her şey çatırdayarak geceye nam salıyordu. Lakin itfaiye ekipleri işini layıkıyla yerine getirip yangın yerini nemli küllere bırakıyordu. Arka kapıdan iki itfaiyeci kontrol amaçlı içeriye girmesiyle ambulans görevlilerine bağırmaları bir oldu. Toplanan ahali panikle kim olduğunu tahmin etmeye çalıştı. Fırıncı en son Hasan diye birini gördüğünden bahsediyordu. Kısa bir süre sonra sedyenin üstünde bir adamı ambulansa götürülürken şöyle göz ucuyla bakıyordum ki gözlerim fal taşı gibi açılıverdi.

-Sadettin Bey!

İki yıl önce mimarlık ofisinde temizlik görevlisi olarak çalışmaya başlamıştım. Altı ay geçtikten sonra mesleği bırakacağını söyleyince ben de ayrılmıştım. Tanıdığım hiç kimseye benzemeyen bir insandı. Bana yaptığı yardımları anlatmanın zamanı değil. Burada ne işi olabilirdi?

***

Sönük bir yüzün mesafeleri kuşattı odamı, daha karanlığın keşfi ateşin teftişinden payına düşeni almamışken. Ayrıntılı bakarsan karikatürü andırıyordu. Mizahı çokça izahı yoktan bolca. Aslında susalım istiyordum. Olması gerektiği gibi akıntısız ve küskün ortaya kordu duvarlar nasılsa. Fakat pek sonra güvercinler havalanır ya hani, öyle bir sessizlik bozulup zangır zangır bir sessizliğe yerini bıraktı. Bıraktı denemez ya, görmezden geldi çünkü mesafeler dile gecikemezdi.

Sönük bir yüzün ellerinde ne olabilirse onlar vardı: yırtık biletler, mezar taşları, mantar panoya raptiyelenmiş hatalar, iş işten geçmeden yapılması gerekenler, yapılması gerekenler için güç yoksunluğu, pişmanlıkların basıncı, altın saat, ev-araba anahtarları, kristal işlemeli bir kadeh, şizofreni ilaçları vesaire… Anlayacağınız sönük bir yüzün elleri her bakımdan zengindir. Müdanası farkında değil, çoğu zaman halkasında özüne başkadır. Tamamlanmıyor duygularım, adımlarım tamamlanmıyor. Asık suratlı ömrümün geri kalanını biraz kızgın hissediyorum. Ama şu var; her şeyi kabul etme hakkı kadar reddetme hakkı da vardır. Ha babam de babam herkes aynıları sıralarken. Tabii ki anahtarları kör mesafelerde gezdiriyordum. Yapmak istediğim ne bir kıyas ne de yılışık bir maceraperestlik. Hasan oldum, Aydın oldum, Sadettin oldum. Sömürmek değil, sönmüşleri diriltmek kadirşinaslıktı; varsaydım, başkalandım. Ve sadece anahtarların mesafelerine ulaşmasını arzuladım. İlaçlarımı üç yıl önce kullanmayı bırakıp kaçtım.


Ercan Gümüş

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page