Burası bir dünya. Kendim yarattım. Tam altı günde. Yedinci günün sabahı balkona bir kahvaltı sofrası hazırladım. Patates kızarttım. Patlıcan ve biber de. Patatesleri biraz yaktım. Patlıcan ve biberi de. Aslında sadece fazla pişirdim. Neyse ne canım. Sonuçta herkes yedi. Hepsi bitti. Tabakta bir tane bile patates kalmadı. Patlıcan ve biber de…
Hepsinin bitmiş olması önemli. Kızartma kalınca tabakta o gün ne yapacağımı bilemem ben. Çöpe atmaya içim el vermez. Ben yiyemem. Midem almaz. Aslında yaptığım hiçbir kızartmayı yiyemem ben. Küçükken yerdik ablamla beraber. Annem pişirirdi. Ben küçüktüm o zamanlar. Ablam büyüktü. En son kızartma yediğimiz gün annemiz öldü. Ben artık o kadar küçük değilim ama ablam hâlâ büyük. Neyse, ne diyordum. Annemiz. Öldü. Aslında ölmedi önce bize kızartma yaptı sonra da gidip banyoda kendini astı. Annemi en son gördüğümde. Yani ayaklarını. Boşlukta sallanırken ayakları, benim ağzımda patates kızartması vardı.
Yani bugün kızartmaların hepsinin bitmiş olması önemli. Kalanları küçük bir tabağa koyup mutfak masasına bıraksam tüm gün kimse el sürmez. Gider gelir tabaktaki kızartmaların bayılışlarını izlerim. En sonunda dayanamam bu işkenceye tabağı kaptığım gibi çöpe dökerim hepsini. Bunu yaparken nedense hep nefesimi tutarım. Neyse ki yedinci gün yani bu evdeki ilk kahvaltı sofrasını kurduğum gün, üstelik balkona kurmuştum. Kızartma bile yaktım. Fazla pişirdim aslında. Neyse ne canım bunları zaten biliyorsunuz. Tabakta tek bir kızartma tanesi bile kalmadı. Bu iyi. Bu, bu evdeki her şeyin yolunda gideceği anlamını taşır.
Her şeyin yolunda gitmesi önemlidir. Son iki yılda tam dört defa yeni dünyalar kurup dağıtmak zorunda kaldım. Kiracı olmak zor bu devirde derler. Kiracı olmak her devirde zor bence. Evimizi sırtlanıp bu koca şehre geldiğimizde anlamıştım. İlk evimiz! Biraz aceleye gelmişti. Daha taşınır taşınmaz anlamıştım, orada yaşayamazdık. Her şeye rağmen bir dünya yaratmayı denedim ama kızartma bile yapamıyordum mutfakta. Mutfak salonun ortasındaydı doğal olarak penceresi yoktu. Aspiratörü sadece ışığı için kullanmayı severim. Asla tahammül edemem o tekdüze sesine. Evdeki eşyaların ses çıkarması beni çılgına çevirir. Annem banyodayken, ayakları boşlukta sallanırken, terlikleri kayıp düşmüşken ayağından çamaşır makinesi çalışıyordu. Bütün mekanik sesler birbirine giriyor bazen. Tam bir kâbus. O ev tam bir kâbustu. Ucuz diye tutmuştuk. Bir şehre yeni geldiğinde en ucuz ev en iyisi gibi geliyor. İki ay içinde beş defa su deposu patladı. Su deposunun patladığı duvarın arkasında yatak odamız vardı. Bütün mobilyalar küfleniyordu. Neredeyse ben de küflenecektim o evde. Çünkü apartman sakinleri. Yani ev sahibi olanlar bir konuda anlaşamıyordu. Depoyu üst kattakiler tamir ettirmek istemiyor alt kattakiler de çok masraflı buluyordu. Ben gün geçtikçe küfleniyordum. Sonunda pılımızı pırtımızı toplayıp çıktık o evden. Bunu kocam söylemişti. En iyisi, demişti, pılımızı pırtımızı toplayıp çıkmak bu evden. Çıktık.
Yeni evimiz çok tatlıydı. Bir çıkmaz sokaktaydı. Birkaç sokak aşağısındaydı eski küflü evin. Toplu taşımaya daha yakın olmuştuk böylece. Benim için pek anlamı yoktu ama evdekiler bu duruma çok sevinmişlerdi. Bu evi de yeni baştan yarattım. Altı günde. Balkon yoktu ama salonun pencereleri büyüktü. Çıkmaz sokağımıza bakıyordu. Sokakta tam da pencerenin önünde bir yabanmersini ağacı vardı. Pencerenin önüne bir masa koymuştuk. Masa önemliydi. Tam her şey yoluna girmişti ki talihsizlikler yapıştı yakamıza. Bir gün masada oturmuş yabanmersinlerini seyrederken ki olgunlaşanlar teker teker düşüyordu dalından. Bazen bir dala odaklanır, düşmesini beklerdim. Beni epey şaşırttığı anlar olurdu. Sanki ağaçtan en son düşecek olanlar patır patır düşüverirdi. Neyse yine böyle bir günde bir daldan kopan yabanmersinleri büyük, oldukça büyük bir gürültüyle yere düştü. İlkin anlamadım. Alt tarafı bir yabanmersini nasıl bu kadar büyük gürültü çıkarır diye düşündüm. Sonra anladım. Anlamaz olsaydım iyiydi ama anladım. Gürültü mutfaktan gelmişti. Mutfak dolapları duvardan kopmuş ve olduğu gibi düşmüştü. İçindeki seksen altı parça yemek takımımla birlikte. Bir umut bütün porselenleri yokladım. Yalnızca iki tabak sağlam kalmıştı. Onları da kendim kırdım. Seksen dördü kırılmış bir yemek takımından kalma tabaklardan ne hayır gelirdi? Ben öyle paramparça olmuş porselenlerin içinde ağlarken telefonum çaldı. Ev sahibi! Bir anlığına olanları gördü de başsağlığı dilemek için arıyor sanmıştım. Başsağlığı dilediklerinde çok küçüktüm, şimdi o kadar küçük değilim. Oysa o ne yaptı biliyor musunuz? Nereden bileceksiniz. Daha anlatmadım. Yemek takımının bütün parçaları kırılmış bir kadına asla söylenmemesi gereken bir şey söyledi. Evi satılığa çıkarmış. Müsaitsek gelip bakabilirler miymiş? Bakamazsınız efendim! Daha cenazeyi kaldırmadık. Mutfağın ortasında yatıyor mevta! Üstelik bıçak koydum üzerlerine, kefenlemedim daha, yok! Bir haftaya çıkıyoruz uğursuz evinizden. Sonra kime isterseniz gösterirsiniz! Telefonu kapattım. Çok bağırmışım boğazım acıdı. Evdekiler bu işe çok kızdı. Ben evi bir gecede topladım. Mutfakta toplayacak bir şey kalmadığından bu işi kolayca yaptım. Gidecektik bu evden bu kesindi. Söz ağızdan bir kere çıkmıştı işte. Gidecektik ama nereye?
Emlakçıların pençesinde üç gün boyunca süründüm. Evdekiler bu arayışıma asla yardım etmiyorlardı. İçine düştüğümüz durumdan beni suçlayıp durdular. Cezasını da elbette ben çekecektim. Çektim de ama artık başka bir çare bulmalıydım. Dördüncü gün erkenden uyandım. Sokak sokak dolaşacaktım gerekirse. Sokağımızdaki caminin önünden geçerken sabah namazı yankılandı kulaklarımda. Hayyalelfelah! Haydi kurtuluşa, demekti. Annem öğretmişti bu sözün anlamını. Kurtuluşa doğru koştum ben de. Sabah namazına yetiştim. Namazdan sonra cemaat dağılmadan bağıracaktım. Eyyyy cemaati müslimin! Allah rızası için bana bir ev bulun! Bağıramadım. Herkesten önce çıktım camiden. Şadırvana koştum. Yüzüme su çarptım. Sokağa attım kendimi. Sıkıntıdan, sıkı sıkı sıkmaktan içimi bütün bedenim zangır zangır titriyordu. Sahile kadar koştum. Bir banka oturdum. Titreyen ellerimle bir sigara çıkardım, yakamadım. Çantamı aradım taradım bir tane çakmak bulamadım. Etrafta sigara içen birini aradı gözlerim. Güzümü alan sabah ışıklarının arasından gördüm dumanı. Ateşi bulmuş ilk insan gibi sevindim. İşin garibi elinde ateşi tutan adam gözüme bir kurtarıcı, lider gibi göründü. Gidip ateşiniz var mı demek yerine, hiç kiralık eviniz var mı diye soruverdim. Sorduğum soru kendi kulaklarımda yankılandığında en az karşımdaki adam kadar şaşkındım. Aldığım cevap karşısında ise iyice afallamıştım. Evet var.
Yarım saat sonra adamın kiralık evindeydik. Dün oğlu taşınmış. Başka bir ülkeye gitmişler. Henüz ilana koymamışlar çünkü çok üzgünlermiş. Allah’ın işi işte kızım beğendiysen ev senindir, diyerek anahtarı uzattı. Beğenmiştim. Evin bütün odaları ışık alıyordu. Mutfak penceresi kocamandı ve bir bahçeye bakıyordu. Burada ne güzel kızartmalar yaparım ben diye düşünüp keyiflendim. İki gün içinde taşındık.
O evde de yepyeni bir dünya yarattım. Altı günde. Yedinci gün bir kahvaltı sofrası hazırladım. Patates kızarttım. Kabak ve biber de… Canım patlıcan da istemişti ama evde kalmamış. Kimse markete gitmek istemedi. Ben de gitmedim. Ben gidersem patatesler yanabilirdi. Yanmadılar. Kabak ve biber de yanmadı. Tabakta biraz kaldı. Keşke kalmasaydı. Bütün gün ne yapacağımı bilemedim. Mutfak masasında yeterince baygın hale geldiklerinde alıp çöpe attım. Bunu yaparken nefesimi tuttum elbette.
Her şeye rağmen bu ev çok güzeldi. Gereğinden fazla güzel! Kesin bir şey çıkacak diye korkarak geçirdim ilk üç haftayı, çıkmadı. Ara sıra duvarlar konuşur gibi oluyordu. Hatta bazen kavga ediyorlardı. Duvarın birinin ağzı fena halde bozuktu. Öfkeden delirince tokat sesine karışan küfürler havada uçuşuyordu. Bir gece neredeyse polis çağıracaktım evdekiler müsaade etmediler. Neymiş duvarların arasına girilmezmiş. Peki ya dedim ya üzerimize yıkılırsa? Nitekim yıkılmadı. Biraz ağladı. Sonra sustu. Sonra alıştık bu seslere karışmamaya.
Fakat durun, size daha en sevdiğim duvardan bahsetmedim. En sevdiğim duvar salonun büyük duvarıydı. Her sabah saat tam altıda sabah haberleri başlardı. Memlekette neler olmuş, kim kime ne söylemiş, kim ölmüş kim kalmış, dolar kaç tl olmuş filan… duvara bakar bakar adı geçen şehirleri hayal ederdim. Haberlerin ardından müzik faslı başlardı. Bazen içimden şarkı tutardım. Sıradaki şarkı benim olsun derdim mesela. Sıradaki şarkı benim olurdu. İnanamazsınız bir keresinde en sevdiğim şarkı denk geldi. Hangi şarkıydı hatırlamıyorum şimdi ama ben o gün çok neşelendim. Akşama evde ne varsa kızarttım. Bir de domates sosu yaptım. Yoğurt koydum kâselere. Üzerine dökmeyi sevmem ekşir çünkü. Hangi şarkıydı beni bu kadar neşelendiren? Mırıldanayım azıcık melodisinden hatırlayacağım. Yok çıkaramadım. Aklım başka şarkılara gidiyor. Bu şarkılar hep birbirine benziyor.
Duvarları konuşan o evde tam bir yıl üç ay on bir gün yaşadık. Kocam sitenin içinde bir ev bulmuş. Burada hep park sorunu yaşıyormuş. Gittik gördük evi. Ben de beğendiysem tutacakmışız. O sırada ben duvarlarımla nasıl vedalaşacağımı düşünüyordum. Alışmıştım konuşmalarına, evde ses oluyordu. Epeyce dinledim de bu evin duvarları pek konuşkan değillerdi. Mutfak çok güzeldi. Balkonu vardı. Karar vermeden önce balkona çıktım. Deniz görünüyordu. Gözlerimi kapattım. Dalga seslerini duyduğumda karar vermiştim. Tamam dedim, beğendim.
Bu sefer yavaş yavaş toparladım evi. Kaçar gibi değil vedalaşır gibi. Yani tam olarak vedalaştım denebilir. Her gün bir odasını toparladım. Duvarları dinledim. En sona tahmin edersiniz ki salonu bıraktım. Neşe duvarımla en son vedalaşacaktım. İnanamazsınız son gün bana veda şarkısı hediye etti. Sözlerini şu an hatırlayamıyorum ama ayrılıktan bahsettiğine eminim. Orada biraz ağlamışım. Burnum akınca fark ettim.
O sırada yeni evimizin duvarlarını yeşile boyuyordu ustalar. Akşam AVM’ye gidip yeni avizeler aldık. Ampullerden biri avizelerden daha pahalıydı. Şaşırdım. Ya patlarsa bu ampul! En iyisi siz onu bana verin, dedim. Mendili bohça gibi yapıp sardım. Çantama koydum.
Burası bir dünya. Kendim yarattım. Tam altı günde. Yedinci günün sabahı balkona bir kahvaltı sofrası hazırladım. Patates kızarttım. Patlıcan ve biber de. Yakmadım fazla pişirdim sadece. Bunları zaten biliyorsunuz daha önce anlattım. Bütün kızartma bitti, söylemiş miydim? Olsun yine söylemekte fayda var. Herkes kalktı sofradan. Denize baktım. Dalga sesleri çoğaldı. İçimi bir korku kapladı. Ya bu evden de taşınmak zorunda kalırsak? Aşağı baktım. Kocamın siyah arabası evimizin önündeydi. Nasıl da iki çizginin tam ortasına park etmişti. Çok iyi park ederdi zaten canım kocam. Ben araba kullanamam. Midem bulanır. Direksiyonun o kaygan derisine dokunamam. Kayar elimden. Yılana dönüşecekmiş gibi gelir. Kollarıma, boynuma sonra bütün vücuduma sarılır. Sonra kesin kaza yaparım. Her şeyi geçtim ben kesinlikle ve asla o iki çizginin arasına park edemem.
İçimden bir an metreyi alıp aşağı koşup arabanın kenar boşluklarını ölçmek geçti. Eşit olduğuna yemin edebilirdim ama edemiyordum işte. Ölçmemiştim ki! Martının teki kahkaha atarak geçti önümden. Utandım aklımdan geçenlerden. Bazen aklımdan geçenleri durduramıyorum. Bir ucundan tutulup sökülen örgü kazaklara benziyor. Sonsuza kadar sökülebilir. İpi tutup kopardım bu sefer. Hışımla masayı toplamaya başladım. Dizimi masaya çarptım. Bardak devrildi, yuvarlandı, yere düşüp parçalandı. Eğilip hemen toplamak istedim elim kesilebilirdi. Kesilmedi. Süpürgeyi taktım. Fiş bir türlü uzamadı. Bir yerde takılıp kaldı. Her şeyi orada öylece bırakıp salına geçtim. Duvara baktım. Konuşmadı.
Özlemiştim işte duvarların konuşmasını. Burası çok sessizdi. Dalga sesleri dindirmiyordu sessizliği. Sessizlik çoğaldıkça içimdeki gürültüler eksik olmuyordu. Veda şarkısını hatırlamaya çalıştım. Hani o son gün hediye etmişti. Ağlamıştım. Burnum akmıştı. Şimdi de akıyor burnum. Hatırlayamadım şarkıyı. Bari herhangi bir şarkı mırıldansam dedim. Yeter ki ses olsun. Yok. Olmadı. Sanki birisi hafızamın şarkılar çekmecesini boşaltmıştı. Ne bir söz ne de melodi. Çıkmıyordu bir türlü. Belki de diye düşündüm kendi kendime, taşınırken kaybolmuştur şarkılar. En son taşındığımızda mutfak leğenlerim kaybolmuştu. Ne çok severdim beyaz olanı. Ne zaman kızartma yapsam onun içine doğrardım malzemeyi. Annemin de vardı beyaz bir leğeni. O bulaşık yıkardı. Ne kadar arasam da bulamadım öyle bir beyaz leğen. Neyse geçen bir milyoncuda kırmızısını buldum. O da güzel ama bir milyon filan değildi. Gerçi artık bir milyon kalmadı. Her şey tele hesabı. Ben unutup arada yine söylüyorum, evdekiler sürekli düzeltiyor.
Burnum iyice akmaya başladı. Şarkıyı bir türlü hatırlayamadım. Duvar konuşmadı. Daha tuhaf bir şey oldu, duvarın üzerinde bir damla akmaya başladı yavaş yavaş. Sonra bir damla daha. Her şeyi anlamıştım. Bu duvarların gözleri vardı. Konuşmuyorlardı ama duyuyorlardı. Görüyorlardı da üstelik. Beni görüyorlardı. Burnumu sildim. İşte tam o sırada duydum şarkıyı. Kendi dilimden, dudaklarımdan dökülüyordu. Ölümden bahsediyordu bu şarkı. Özlemekten bir de. Demek böyle oluyordu. Dinleyen ve gören bir duvara karşı şarkılar söyleniyordu. Belki de bu ilk ve sondur dedim kendi kendime. Bağıra bağıra söyledim şarkıyı. En sevdiğim şarkıyı. Veda şarkısını. Ayrılıktan bahsediyordu. Ölümden.
Burası bir dünya. Kendim yarattım. Tam altı günde. Yedinci gün balkona kahvaltı sofrası kurduğum gün. Patatesleri fazla pişirdiğim. Bardağın düşüp kırıldığı gün şarkı söylemeyi öğrendim. Duvarların gözyaşları bittiğinde elime bir kalem bir de kâğıt aldım bu hikâyeyi yazdım. Yazmadım uydurdum. Uydurmadım yaşadım. Yaşamadım. Yaşamadım! Elimi cam kesmedi. Süpürge yetişmedi. Camı aldım elime ben kestim, bileklerimi. Bu evden de taşınmayı göze alamazdım. Yeşil duvarların gözlerinden bir damla yaş aktı. Yaş değildi kan sızıyordu. Kan değil tuzlu su. Dalga sesleri yankılandı. Dalga değil şarkı. Şarkı? Hangi şarkıydı? Dilimin ucunda. Yok, yine hatırlayamadım.
Burası bir dünya. Kendim yarattım. Daha önce de söylemiştim bunları size, tam altı günde. Yedinci gün kendi küçük kıyametimi kopardım. Her şeyi gördü duvarlar. Patatesleri biraz fazla kızarttım. Patlıcan ve biberi de. Neyse ki hepsi bitti.
Erva Kara
Comments