Birazdan Belkıs gelecek. Hüsniye yine sırt üstü yatıyor olacak; ağzı açık ve tavana bakarak. Belkıs, onu öyle görünce söylenecek. “Geberip gidemedin, ömrümü zehir ettin zehir.” diyecek. Boştaki elini hışımla yastığın altına sokup kirden rengi atmış, üzerindeki pisliklerle kuruyup kalmış mendili alacak ve Hüsniye’nin ağzını silecek. Tiksinecek Belkıs, yorganın altındaki zapt olmaz koku midesini kaldıracak ve daha da hiddetlenecek. Avazı çıkana kadar bağıracak. Hilmiii! Adın batsın Hilmi, hangi cehennemdesin lan yine?
Hilmi, Belkıs’ın oğlu. Kaşlarının kalınlığı anasına, ensesinin kalınlığı da babasına çekmiş, geç anlayan ve hiç sorgulamayan bir çocuk irisi. Okula güç bela gider. Hatta çoğunlukla gitmez. Aşağı mahallelerde eğleşir, caminin avlusundaki ihtiyarlarla laflar. Parası varsa köşedeki büfeden hakiki Maraş alır bir külah, parası yoksa caminin orta yerindeki yosunlu havuza taş atar. Canı sıkılmaz hiç. Bir canının olduğunu da ekseri karnı acıkınca fark eder. Ana, der. Canım ekşili köfte çekti. Yanında da mis gibi ayran.
Canına tüküreyim, der Belkıs. Onca işimin arasında başlatma ekşine de köftene de. Git dolapta ne varsa ziftlen. Sonra şu yatalağın çorbasını da içir. Ben Nurten’e geçeceğim, az nefes alayım. Buralardan ayrılma yemin olsun derim babana, kemiklerini kırar…
Hilmi’nin babası öyle kemik kıracak cinsten bir adam falan değildir. Hepsi Belkıs’ın uydurmasıdır. Belki de olmasını dilediğidir. Belkıs kocasını sevmez. Hoş, sevilecek bir yanı da yoktur zaten. Sararmış dişlerinin arasından tıslamaya benzer bir sesle üç cümle ekseninde konuşur. Sadece, “Canımı sıkma. Ne haliniz varsa görün. Para ver,” diyerek tüm yaşamını idame ettiren bu adama kaçtığı güne lanetler eder Belkıs. Bazen sesli sesli söver kendine. On beş yaşında fingirdemek neyine, ilk gördüğün adama sevdalandım sanırsan olacağı bu işte salak Belkıs, diye dövünür. Hilmi anasının bu haline güler. Ben de kız kaçıracağım, der. Senin gibi değil. Güzel kız kaçıracağım. Çalıştıracağım onu. Senin gibi. Sonra ben de ganyan… Lafın sonu gelmeden ensesine bir tokat yer. Hilmi’nin umurunda bile olmaz. Güzel bir kız kaçırıp ganyan oynamanın zevki bir tokattan daha baskın gelir ve yüzünde alıklara has bir sırıtışla Huriye’nin çapaklı gözlerine bakar kalır.
Belkıs bir kez daha bağıracak “Hilmi!” diye. Tuvalette mahsus oyalanan Hilmi elini yıkamaya lüzum görmeden uyuşuk adımlarla gelecek odaya. Anası çocuğun bu yavaş hareketlerine kızıp açacak ağzını yumacak gözünü. Ne gün yüzü gördüğünü ne de iki kuruş para kazanabildiğini anlatacak. Ona reva görülmeyen saraylardaki yaşamı kendine layık bulacak, kimden ne eksiği olduğunu soracak yüce Yaratıcı ’ya. Güzellik desen var diyecek, boy bos o biçim. Saçlarını bir açtı mı mankenlere taş çıkardığını gösterecek yine aynı makama, sanki yarattığından haberi yokmuş gibi. Anasının saçlarını salıp da ne halt ettiğini anlamayan Hilmi’ye de çatacak Belkıs. Ondan adam olmayacağını, babası gibi ipsiz sapsız dolanacağını haykıracak çocuğa. Hilmi anasının öfkeden iyice çirkinleşmiş bulduğu, dağınık saçları arasındaki biçimsiz yüzüne bakacak. Ne var, diyebilecek. Beni ne demeye çağırdın yine?
Belkıs daha da cinlenecek. Yatalak kadının mendilini elinden fırlatacak. Mendil Huriye’nin sağ gözüne çarpacak. Kadının ağzı seğirecek, mendildeki salya gözüne bulaşacak. Belkıs ise Hilmi’yi yakasından tutacak, “Ne demeye çağırdım öyle mi? On elim mi var lan benim? Hem karıyı tutup hem de sırtına yastık mı koyayım? Lafın uzunu kime denir adı batası?” diyerek yağdan kat kat olmuş cüsseyi Allah verdi demeden bir güzel ırgalayacak. Gözlerinden çıkan ateş Hilmi’ye değmeyecek bile. Çünkü Hilmi o esnada başka şey düşünecek. Anasının cüzdanından çaldığı para ile gazoz alacak, yanına da kâğıt helva. Sonra caminin bahçesine gidecek. Ağacın altına çökecek, akşam olana kadar da gelmeyecek. Hele şu yastıkları koysun da.
Hilmi, Belkıs’ın elinden çiçekli yastıkları alacak. Burnuna kesif bir ter kokusu dolacak. Tiksinecek tam yağlı Hilmi, kendi kokmazmış gibi horlayacak kötürümü. Ölü gibi yatan Hüsniye’ye boş boş bakacak ve anasının çemkirmesiyle istifini pek de bozmadan Huriye’nin arkasına yastıkları koymaya çalışacak. Tam da bu anda üç şey olacak:
Belkıs bir deri bir kemiğe dönmüş Hüsniye’yi oturtabilmek için pis ayaklarıyla yatağa çıkacak. Altındaki etekliğin uçlarını yukarı toplayacak, içindeki eski pazen görünecek. Hilmi’nin aklına kuşlar gelecek ve bir sapanım olaydı, diyecek. Belkıs diz üstü çökecek ve olan kuvvetiyle bacaklarının arasına aldığı kötürümü iki omzundan çekiştirip kaldırmaya çalışırken söylenecek:
Allah’ın cezası her yerin yara bere; bit pire. Nasıl yetişsin Belkıs, diyen yok. Aman hanıma iyi bak, aman hanımı pis bırakma. Hanımmış. Pabucumun hanımı. Verdiği iki kuruşla hanıma bu kadar bakılır valla, kimse de kusura bakmasın. Sen de sus be cadı karı! Konuşabiliyormuş gibi inil inil sabahtan akşama kadar. Ah konuşabilsen neler fitlerdin değil mi kızına? Antika radyoyu sattığımı, parayı da Nazif’e at parası diye verdiğimi hemen gammazlardın. Kokuşmuş eşyalarından da senden de nefret ediyorum. Sürtük kızın iki ayda bir gelip de kıyının köşenin tozu alınmış mı diye bakacağına, seni ters çevirip de sırtındaki iltihaplı yaralara baksın bir kere de. Geçen gelişi neydi öyle? Kıyı kenar yosmasından farkı varsa Allah da canımı alsın. Kafasına kocaman bir fötr şapka kondurup dudağını kıpkırmızı bir dudak boyasıyla boyayınca hanım olunmuyor. O etek neydi öyle? Dizinin beş karış üstünde… Yanacak o bacaklar yanacak, yandım dedikçe de zebaniler odun atacak bacaklarının arasından. Hilmi! Allah’ın cezası az daha itsene şu yastıkları. Yerinde duramıyor bu adı batasıca.
Sonra bir soluk susacak Belkıs, güç bela da olsa Hüsniye’yi yaslayacak Hilmi’nin koyduğu yastıklara; düşmemek için duvara tutunup yataktan inecek. Ayağına terliklerini geçirmek isteyecek, bir gariplik sezecek. Olmaması gereken bir şey olduğunu hissedecek. Şöyle bir bakacak yere doğru. Tam da o anda dizlerinden aşağısının ıslak olduğunu fark edecek. Bir saniyeden daha kısa süren bu anlama ve anlamlandırma hali Belkıs’ı dellendirecek. Hüsniye’nin sapsarı idrarı, Belkıs’ın paçalarından yol bulup kesif bir koku ve şiddetli bir sinir harbi şeklinde beyninde zuhur ederken Belkıs yıllarca pişmanlığını yaşayacağı bir şey yapacak. Ömrünce biriktirdiği ezilmişliğin, hizmetçiliğin, onun bunun eline bakmanın, insan yerine konmamanın, sevilmemenin acısını Hüsniye’den; şu üstündeki idrarlı pazenden bilecek. Öfkesi hıncıyla bir olup sağ eline hücum edince Hüsniye’nin buruşuk suratında gürültülü bir tokat patlayacak. Oturunca yatak yaraları bir nebze de olsun hafifleyen, televizyonu da daha rahat görebilen Hüsniye tam biraz keyiflenecekken nereden geldiğini bile anlayamadığı bir tokatla sol yanına doğru savrulacak ve kafası duvara çarpacak. Küt diye bir ses ve korkan bir çocuk çığlığı havada asılı kalırken duvardaki kan, kötürümün vedası olacak.
Hilmi, gördüğü manzara karşısında zaten yarım olan aklını hepten yitirip, “Anam, hanımı öldürdü!” diye avazı çıktığı kadar bağırarak sokağa doğru koşacak. Anasından çaldığı bozukluklar sağa sola savrulurken gazozu da kâğıt helvayı da unutacak.
Hüsniye aklındaki son sahne ile sıyrılacak yatıp kaldığı bu dünyadan. Yıllardır düşlediği bir vuslata kavuşmuş olmanın saadeti her şeyin önüne geçecek. Öyle ya hep ölmeyi dilemedi mi o? Öldürülmüş olsa da nihayetinde ölmüştü işte, ne şekilde ölmek istediğini beyan etmemişti ki Yaratıcı’ya, demek ki o, böyle uygun görmüştü. Kötürüm kalması da onun fikri değil miydi hem? Belkıs ona vurmadan az evvel televizyonda gördüğü atlıkarınca bile onun bir şakasıydı sanki. Ölmeden önce biraz gülümse, der gibi. Yıllar evvel Şebnem daha küçükken Şadi’nin bir işi için Frankfurt’a gitmişlerdi. Hayatında ilk kez bu denli büyük bir lunapark gören Şebnem başta biraz ürkmüş olsa da Şadi’nin kucağında bindiği türlü oyuncaklarla kahkahalar atıp anne ve babasını mesut etmekten de geri kalmamıştı. Atlıkarıncaya binmek istedi Şebnem. Şadi kızı kaptığı gibi oturttu bir atın üzerine, arkasındakine de kendi bindi. Şebnem huysuzlandı, anne sen de gel, diye tepinmeye başladı. Şadi desen büyümeyi unutmuş koca bir çocuk, hadisene Hüsniye eteklerini toplayıp altına alıver. Bak göreceksin çok eğleneceğiz, kırmasana çocuğu der durur. Başta kati suretle binmem, diyen Hüsniye baba kızın temaşasına dayanamayıp atıverdi kendini atlıkarıncaya. Bir eliyle uçuşan şapkasını tutarken, diğer eliyle oyuncağı kavradı; kızının ve Şadi’nin kahkahaları karşısında o da nedensiz ve sonsuz bir gülme hali ile kahkahalar attı. Döndü, döndü… Uyuşana kadar güldü ve döndü… Şadi ölmemişti, Şebnem mutluydu ve Hüsniye’nin bacakları tutuyordu.
Tokat yüzüne inince Şebnem, Şadi ve atlıkarınca zihninden uçtu gidecek. Ölüm anılardan daha baskın gelecek. Ağzında biriken kanı zapt edemeyecek. Kapanan gözlerinin ardında bir atlıkarınca dönedursun, Hüsniye Şadi’yi aramak için yola düşecek. Kan kurumadan silse bari, leke kalırsa Şebnem pek bağırır Belkıs’a diyerek gidecek.
İş bu hikâyede üç şey oldu.
Belkıs üzerine bulaşan idrar yüzünden Hüsniye’ye bir tokat attı, onu öldürdü.
Bu cinayeti gören Hilmi hepten kafayı yedi; annem Hanım’ı öldürdü, dedi başka da bir şey demedi.
Hüsniye kârlı çıktı. Ve öldü…
Hikâye dışı unsur: Sesleri duyan Nurten odaya girdi. Açık kalan televizyona baktı. Düğmesine basıp kapatmadan evvel aklına geldi, ben hiç atlıkarıncaya binmedim ki.
Esra Kahya
Comments