*Bu hikâyede bahsi geçen her şey hayal ürünü olamayacak kadar gerçek olsa da gerçekliği ispat edilemeyecek kadar hayal ürünüdür.
Bir ölümden sorumlu olduğunu düşünmek, yıllarca bu pişmanlık ile yaşamak düşünsel manada katil eder miydi insanı? Peki bir kâse irmik helvası cinayet aleti sayılır mıydı? Her şey yıllar yıllar önce yaşandı…
Bilmem ne mahallesi, adı lazım değil sokakta dört katlı bir apartman vardı. Bu apartmanda yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve dona dona geçerdi. Sekiz haneden mütevellit apartman sakinleri her yeni güne mevsimine uygun bir olayla uyanırdı. Kışın donan su saatleri bodrumdan katlara uzanan odun-kömür sevkiyatı apartman sakinlerini canından bezdirirken yazın da apartmanı basan börtü böcekten yaka silkerlerdi. Bahar yüzünü göstermeye başladı mı saklandıkları deliklerde daralan haşereler özgürlük yolunda ant içmiş birer cengâver olur, her köşeye dağılırdı. Yılda iki kez evini ilaçlattığı halde bu kara, küçük, çirkin şeylerle baş edemeyen Tomris Hanım teyze alt katta oturan gelinine avazı çıktığı kadar bağırırdı: “Ayol yetiş, bütün hububat çuvallarına girmiş bunlar!” diye… Gelin hanımın doğaya karşı savaşında kazanan hep minik askerler olurdu. Bütün çuvallar çöpü boylarken kilitli tel dolaba gizlenen yeni erzaklar ise böcekleri kışkırtan bir ganimetten başka bir şey değildi.
Feriştah da böceklerden tiksinirdi. Yazın terliksiz dolaşmaz, gördüğü yerde çat diye indirirdi terliği kafalarına. Yerde kalan irinli, iğrenç böcek cenazesini görünce kusmamak için kendini zor tutardı. Her insanın en müşkül durumunda söylediği o sihirli kelimeye yaslardı tüm mecalsizliğini “Anne!” diye bağırırdı. Annesi söylene söylene gelir, Feriştah’ı rahatsız edecek denli aleni bir öfke ile böcekten kalanları siler, gitmeden, “Bir daha karışmam, öldürüyorsan kendin temizle!” diye ekler, bu dediğini daha sırtını döner dönmez unuturdu.
Sırf bu böcekler yüzünden kış bir an önce gelsin isterdi Feriştah. Ama kış yüzünü gösterince de sokak kapısının yanındaki su saatlerini sarıp sarmalamak lazım gelirdi. Feriştah pek komik bulurdu bu durumu. İlahi derdi annesine, “Şu soğukta seni sarıp kapının önüne koysak donmayacaksın sanki.” Ve evet haklı da çıkardı, evde ne kadar eski yünlü mamul varsa bulup buluşturur, onlarla boruları sararlardı ama donardı işte su saatleri. Feriştah’ın annesi hemen “Eyvah, eyvah!” halet-i ruhiyesine bürünür, karşı dairenin kapısını tıklardı. Beyaz teyze apartmanın pelerinsiz süper kahramanı “derdinizin çaresine itinayla bakılır” kavlinden, dünya tatlısı bir kadıncağız. Kapardı hemen pürmüzü, piknik tüpünden de gazı basar, donan boruların ciğerinden kızgın ateşi geçiriverirdi.
Borular ısınıp da su akmaya başladı mı ev ahalisi kendi damarları açılmış gibi akışkan bir gevşeklikte hayatına devam ederdi. Akşama yakın saatlerde Feriştah üzerine yeleğini geçirir, üç kulhu, bir elham okuya okuya bodruma kömür almaya inerdi. Karanlık bodrumda ışığı bulana kadar titreyen bacaklarına söz geçirmeye çalışır, zihninde beliren hayalet, hortlak, bilumum üç harflileri gözünün ününden kovana kadar da soğuk soğuk terlerdi. Ama en büyük korkusu örümcek ağları ile o ağların örücüleriydi ki bu, her yaşında kâbuslarının sebebi, en büyük korkusu olacaktı.
Sahi kimdi bu Feriştah? Hikâyenin başkişisi, kat iki- daire dörtte oturan, komşuların “Allah’ım evlerden ırak!” dediği, akıllara zarar lakin bir o kadar da şahsına münhasır gariplik ve sevecenlikte bir kız çocuğu şeklinde betimlemek mümkündü onu. Okuduğu Kerime Nadir romanlarından esinlenerek günün birinde muhakkak roman olacak bir yaşamın taşıyıcısı ve yaşayıcısı olmayı düşlerdi.
Bir kız çocuğu ne kadar sıradan olabilirse o kadar sıradandı. Normal boyda, normal kaş göz yapısına sahipti lakin normal olmayan ağırlıktaydı… Eskittiği sekiz günlükte şişman olmaktan duyduğu hüzün ile utançtan yakınsa da günlüklerinin tek okuyucusu kendisi olduğundan bir de şişko olmaktan duyduğu utancı ‘çok gizli’ söylediğinden olsa gerek sesini kendi bile duymazdı.
Kontrolsüz bir haylaz, ağırbaşlı bir ev hanımı, çalışkan bir talebe, psikopat bir mahalle arkadaşı… Ondan her şey olabilirdi. Canı sıkıldı mı Halim Ağa’nın bakkalından bir külah çekirdek alıp kimseye görünmeden apartmanın çatısına çıkardı. Çatıdaki ağır kapağı zorla iter, sığacağı kadar büyük bir boşluk açılınca da düşme korkusunun verdiği kalp çarpıntısı ile kasabayı en yüksekten seyrederek çekirdek yemekten garip bir haz alırdı. Bazen, kendini çok cesur hissettiğinde kalkar, yürürdü kırmızı kiremitler üstünde. Arka mahalleye bakardı, sıyrılmış perdelerden evlerin içini gözetlerdi. Hastalıklı bir şekilde duvarların, pencerelerin ardını merak eder dururdu. En çok da şu karşıdaki yaşlı kadını. “Evinin içi nasıl, ne yer ne içer, ne düşünür?” ölesiye merak ederdi. Evlerin içini merak etme huyu büyüyünce bile geçmeyecekti.
Bir yaz günüydü. Feriştah çatıda biraz çekirdek çitledikten sonra saç diplerini yakan, göz açtırmayan güneş ışınlarından kaçıp aşağıda çılgınlar gibi bağıran arkadaşlarının keyfine ortak olmak istedi. Aslında aklından türlü şeytanlıklar geçiyordu ama sokaktan gelen seslere bakılırsa Gülşen hala dut silkelemişti, bunu kaçıramazdı. Bir solukta dört kat inip kendini bahçedeki dut ağacının dibinde buldu. Kadınların dört bir yanından gerdiği eski çarşafın içine gökten iri iri dutlar, yemyeşil dut böcekleri yağıyordu. Feriştah bu dut yağmuruna bayılsa da sırtından içeri böcek kaçacak endişesi ile silkeleme işi bitene kadar kenardan izler; çarşaf çimenlerin üzerine serilince de onlarca çocuk elini iterek dut yeme yarışına girişirdi. Yine öyle oldu. Bir çarşaf dolusu dut ile onların altında yaşam savaşı veren dut böceği çimenlerin üzerine seriliverdi. Böcekler bir yol bulup kaçma gayesi ile yeşilliklerin arasına dalarken Feriştah içindeki tiksintiye dut yüzünden katlanıyor olmakla teselli bulup midesi ağrıyana kadar yedi, yedi…
Yerdeki çarşafta sadece çürük dutlar kalana kadar ne var ne yoksa yiyip bitiren çocuklar, iddialı bir saklambaç oynamaya karar verdiler. Kurallar katıydı, kazanana leblebi tozu vardı. Mahalleyi yarıdan böldüler. Bahçeyle apartmanlar, köşedeki eski ev dâhil geniş bir saklanma alanında ebe olanın işi gerçekten zordu. Saklanma sırası kızlardaydı ve Pele ebeydi. Feriştah, ondan iki yaş büyük, bıyıkları terlemiş, futbol ustası bu terlek çocuğa uyuz olurdu. Ebelikten kurtulamasın, akşam ezanına kadar onu arasın, en sonunda da pes etsin diye şeytanla işbirliği yaptı.
Tüm cesaretini toplayarak duvardan atladı, kendini o yaşlı kadının-Şerife annenin- bahçesinde buldu. Daha önce defalarca bu duvara tırmanıp bahçeyi ve hemen duvarın dibindeki harabe evi izlemişliği vardı ama bu tarafa ilk kez geçiyordu. Karnı çok acıkmıştı, itiraf edemese de çok korkuyordu. Duvardan atlarken aklındaki tek şey, ne olursa olsun eve hiç bakmayacak, olur da Şerife anne görünürse çığlık atıp yerini belli edecekti. Ebe olmaya razı idi yeter ki Şerife anneyi görmesindi.
Pele, kurallar gereği yüze kadar sayıp da, “Önüm arkam saklanmayan sobe…” dediği anda Feriştah bahçedeki duvarın dibinde, “Allah’ım ne olur…” ile başlayan cümleler ile aslında Pele’den değil de Şerife anneden saklanıyordu. Duvarın diğer tarafında ise Pele arkadaşlarını sinek avlar gibi avlamaya başlamıştı, sokaktan birbiri ardına, “Sobe!” sesleri geliyordu. Feriştah karar verdi, ne olursa olsun çıkmayacak, bu gıcık çocuğun ekmeğine yağ sürmeyecekti.
Şerife anne çocuklar arasında bahsi geçen en korkunç cümlelerin öznesiydi. Hikâyeyi anlatan kişiye göre bazen bir katil, bazen çocuk hırsızı, bazen hayalet, bazen de bin yaşında bir cüce ya da hayvan kasabı olabilirdi. Zira perdenin arkasından görebildikleri sadece geniş bir alın, bembeyaz saçlar, buruşukluklar içinde kaybolmuş iki göz idi. Kaş yoktu. Belki bir zamanlar vardı ama şimdi yoktu. Gövdesi de vardı elbette ama onu da gören yoktu işte. Ayda bir kez kırmızı Toros’la bir kadın ve bir adam gelirdi. Adam yemekten iyice semirmişti, bagajdan poşetleri alırken nefes nefese kalır birkaç kez mola verirdi. Kadın da tam tersi üflesen uçacak, iki çöp bacağın üstünde bir koca kafa. Feriştah bazen balkondan izlerdi bu garip ikilinin eve erzak taşıma sahnesini. Adam sürekli memnuniyetsiz; kadın da hep telaşlı olurdu. Birkaç kez sokakta onlara seslenip yardım istemişlerdi. Büyük çocuklar poşetleri sırtlanıp evin merdivenlerine kadar taşımış, üç beş kuruş harçlık da kapmıştı ama yine de bu riske değmezdi.
Ablası bir kere yeminler ederek anlatmıştı, Şerife annenin bahçesinin duvarından geceleri kan sızıyormuş da bunlar bahçede kestiği kedilerin kanıymış da yok efendim o kendi gözleriyle görmüşmüş de… Ölümü göreyim ki doğru demişti, yemin billah etmişti. Sevgi de bir keresinde yukarı mahalleden bir oğlan çocuğunu zorla eve soktuğunu görmüş. Hatta sonra da çocuk içerden, “N’olur vurma!” diye bağırmışmış. Feriştah bunu dinleyince, “Sonra ne oldu, kesip suyuna da çorba mı yaptı?” dese de korkuyordu işte.
Aslında korktuğu şey anlatılanlara olan inancından ziyade neyle karşılaşacağını bilmemesiydi. Hep böyle değil miydi? İnsan en çok bilmediğinden korkardı. Ah bir görse idi kendi gözleriyle. Kimdi bu kadın? Neden yalnızdı? Dışarı niye çıkmıyordu? Gerçekten cüce miydi? Kedi kesiyor, çocuk kaçırıyor muydu? Bilmek istediği ama deli gibi korktuğu o kadar çok şey vardı ki. Hem duvardan atlarken ne demişti, “Ne olursa olsun eve bakma!” Bakmıyordu işte. Dakikalar geçiyordu. Pele saklananların çoğunu bulmuştu ve güneş bahçeden elini eteğini çektiğine göre akşam ezanı okunmak üzereydi. Çare yok, tükürdüğünü yalamak gibi bir huyu da olmadığı için burada kalıp bulunmayı bekleyecekti.
Şerife anne dört direk üzerinde emanet gibi duran bu garip evin sokağa bakan penceresinin önüne iki büklüm oturmuş, hep yaptığı gibi tül perdenin ardından oyun oynayan çocukları izliyordu. Açık camdan içeri çocuk sesleri, tatlı bir akşam güneşi ve mis gibi helva kokusu doluyordu. “Karşıdaki yeni gelin yapmıştır kesin, pek becerikli maşallah. Oğlan da Tuzsuz Deli Bekir, nerden bulduysa bu güzelim kızı.” Diye içinden geçirirken yıllardır irmik helvası yemediğini anımsadı. En son, adam öldükten sonra Neriman mı kavurmuştu ne? Sonrasında zaten gün yüzü mü görmüştü ki helva yüzü görecek? Şu şişkoyla karısına dese belki getirirlerdi amma o beceriksizde nerde helva kavuracak bilek? Mis gibi de kokuyordu…
“Dur hele canımın ne çektiğini unuturum belki biraz sonra, yaşlı kafam artık her şeyi unutuyor zaten. Kafam unutuyor da işte, kalbim deyiveriyor bazı bazı, o hatırıma getiriyor çoğu şeyi -adamı, çocukları, köyü hatırlıyorum ya arada, onu diyorum- Sokaktakiler bana deli diyorlar duyuyorum ama değilim ben. Ellerime bak, ne çok yaşlanmışım hem yürürken de canım çıkıyor. Oturduğum yerden kalkamıyorum. Kamburum artık batar oldu, yatsam uyuyamıyorum. Ellerimi, kafamı tutamıyorum zangır zangır titriyor. Ağzımda diş, kafamda saç kalmadı. Bre Yaradan bitmedi mi hesabın? Adam gitti, çocuklar gitti. Paramı yiyen o iki çulsuzun eline niye bakıtırsın beni. Öleyim desem ölemem. Gelsem gelemem. Durma sen aldır beni gayrı. Amma dur bir yol, irmik helvası yemeden de alma. Vallahi canım çekti. Anacım rahmetli sütle kavururdu, şekerini en son kordu. Topak tutmasın diye de şimşirle sıkı bir çevirirdi,” diye kendi kendine konuşurken az işiten kulakları bir gariplik sezdi.
Damağında ve dimağında irmik helvası ile güç bela kalkıp sesin nereden geldiğine bakacaktı. Çok yorulacaktı, canı çıkacaktı ama yapmalıydı. Kimsesiz yaşayan herkes kadar korkaktı çünkü o da. Ağır adımlarla gezeledi evin içinde. Mutfak, oturduğu odaya birdi zaten. Tuvalet banyo da Allah’a emanet, kara taşlı, musluklu bir dolap içi. Bir de dip oda vardı, otuz yıl, olmayan bir adamla üç çocuğu aha orda yaşattı. İçi almasa da bakındı göz ucuyla ama evin içinde kimse yoktu. İhtiyar kulaklarına hâlâ bir ses çalınıyordu. Bahçeden geliyor olmalıydı fakat kim gidecekti şimdi bahçeye? Kedi köpektir belki. Ya da sıçan, sansar, çocuklar? Ama ya değilse? Bu topal bacak, bu kör gözle bahçeye inmek de nasıl eziyetli işti. Hadi bismillah, dedi Şerife anne. Besmele kolaylaştırır, hadi bakalım.
Feriştah midesindeki gurultu, susuzluk, üstüne bir de korkuyla imtihan olan zihnini kontrol etmeye çalışadursun duvarın diğer tarafında Pele saklanan herkesi bulmuş, bir tek Feriştah kalmıştı. Hatta durum o kadar ciddi bir hal almıştı ki diğer çocuklar da meraklarından Feriştah’ı aramaya katılmıştı. Feriştah her nereye saklandıysa çok akıllıca bir yer olmalıydı, acaba neredeydi? Çok garipti, Pele, Feriştah’ın saklandığı duvarın önünde duruyor ama onu göremiyordu. Duvarlar işte, bazen en yakınımızdakini gizlerdi bizden.
Feriştah karnından gelen sesleri, korkuyu unutup bu işten keyif bile almaya başladı. Pele, “Alacağın olsun Feri! Kesin eve gitti de annesine yok dedirtiyor, ben size söyleyeyim,” diye bir aşağı bir yukarı hırsla dolanıyordu. Feriştah bunları duyunca eliyle ağzını kapatıp kıs kıs güldü. Hatta o kadar çok güldü ki karnına ağrılar girdi, nerede olduğunu, nereye bakmaması gerektiğini unuttu. Gülmekten iki büklüm olmuş bir şekilde, gözünden gelen yaşları silerken kafasını kaldırıp eve baktı. Onu gördü. Korkudan, en çok da hayretten olduğu yerde kaldı.
Merdivenin en son basamağında ikiye katlanmış bir şey vardı. Gördüğü şeye, yaşlı bir kadın, diyemiyordu çünkü gerçekten garipti. Aralık duran ağzında hiç diş yoktu, kafasının üzerinde saç niyetine birkaç beyaz tel, göz olması gereken çukurlarda da buruşuk deri parçaları… Kadının üzerinde Nuh Nebi’den kalma garip bir elbise vardı. Elinde baston niyetine bir sopa tutuyordu ve Feriştah hayatında ilk defa kambur birini görüyordu. Şerife annenin yüzü yere o kadar yakındı ki Feriştah acemi bir korkuyla toparlandı.
Kadın titreyen kafasını zapt edemiyor, dudakları bağımsız birer et parçası gibi kontrolsüzce sallanıyor; dişsiz ağızdan bir cümle çıkmaya çalışıyordu. Saniyeler dakikalarca uzarken Feriştah korkudan bembeyaz kesilmişti, sobelenmek falan umurunda değildi artık. İlk fırsatta atlayacaktı duvarın diğer tarafına, şu kadın gözlerini bir çekseydi üzerinden. Ağzında bir şey geveledi kadın, Feriştah o sesi duyunca çığlığını yuttu. Ses diyordu ki:
“İrmik helvası var mı sende? Neriman’a desene yine kavursun. Bana irmik helvası getirirsen sana para veririm bak. Mis gibi helva kokuyor duyuyor musun? Neriman’a salık ver de yapsın bana bir kâse. Evde bulamazsan gazinoya gitmiştir. Geç vakit çal kapısını, yorgun da olsa yapar. Benim istediğimi söyle, irmik helvası çekmiş canı, de. Sende var mı sende?”
Feriştah midesine yumruk yemiş gibi kasıldı, kusacak gibi oldu ama tuttu kendini. Kadın ona doğru bir adım atmıştı. Feriştah onu oyalamak için, “Var evet, irmik helvası var ama duvarın diğer tarafında, evde kaldı. Sen gelme, yukarı çık. Bekle ben sana irmik helvası getireyim,” dedi.
Kadının dişsiz ağzı aralandı, garip bir gülümseme belirdi yüzünde. “Geç kalma, canım çok çekti,” dedi, kıza sırtını dönüp yavaş yavaş merdivenlerden çıkmaya başladı. Feriştah, “Allah’ım bu bir kâbus,” diyerek kendini zor attı duvarın diğer tarafına. Saklambaç umurunda değildi, akşam ezanı okunuyordu. Yani tüm çocuklar için eve giriş zili. Pele sobe duvarının dibinde volta atarken duvardan atlayan Feriştah’ı gördü, koşup sobeledi. Fakat asıl bomba Feriştah’ın saklandığı yerdi. “Nasıl yani, Şerife annenin bahçesinde miydin,” dedi Hanfedâ. “Hadi canım sen de mümkün değil,” dedi diğeri. Biri, “Helal!” diye bağırdı, biri de, “Onu gördün mü yoksa, neye benziyor?” diye sordu. Feriştah irmik helvası dese, hepsi birden kahkaha atacaktı delirmiş bu, diye. Çok çirkindi dese, ayıptı. Annesi duysa yaşlı bir kadına böyle dediğini, nasıl da kızardı. O nedenle sustu, leblebi tozunu erkekler kazanmıştı. Kızlar üzüldü, erkekler çocukluktan çıkmış adamlığa da henüz kabul olmamış o bet sesleriyle sevindi.
Anneler balkondan göründü, takribi on dakika sonra da evlerden -bir ev hariç- kaşık sesleri duyulmaya başlandı.
Feriştah o günden sonra ağız tadıyla uyuyamadı, ne zaman dalacak olsa rüyalarına irmik helvası, kambur gölgeler girdi. Sokağa çıktığında ise korkudan kafasını kaldırıp bakamasa da kadının camdan onu izlediğini biliyordu. Saklandığı yerde neler olup bittiğini soran arkadaşlarını, “Sıradan bir bahçe, ne olmasını bekliyordunuz ki?” diyerek ustalıkla geçiştirdi. Onu gördüğünü kimseye söylemedi, irmik helvası istediğini de içindeki garip hisleri de...
Bir gün balkonda oturmuş annesinin yaptığı keteleri yiyordu. Kırmızı Tofaş patlak egzozundan çıkan heybetli sesle mahalleye girdi, Şerife annenin evinin önünde durdu. İçinden yine aynı oldukça şişman adam ile oldukça zayıf karısı indi, yine aynı memnuniyetsizlik ve gerginlikle poşetleri eve taşıyıp birkaç dakika içinde gittiler. Acaba irmik helvası getirmişler miydi? Yemiş miydi o kambur kadın tüm helvayı dişsiz ağzıyla? Yok, bu böyle olmayacak bir yol bulup Şerife anneye irmik helvası bırakmalıydı ama nasıl? Kendisi yapsa, yok olmaz. Annesi daha küçüksün der, kızardı ocakla oynamasına. Annesi, evet tabi ya annesinin ağzını aramalıydı.
“Anne sen irmik helvası yapabilir misin?”
Güldü annesi, O da nereden çıkmıştı. Annesi irmik helvasını hiç denememişti ama un helvası yapabilirdi. O olur muydu?
“Yok, hayır olmaz. Kızlar konuşuyordu geçen gün, canım ondan çekti sadece. Anne, Neriman kim?”
Endişeyle baktı annesi. “Bilmem, Neriman kim sahi? Yıllar evvel mahalleye bir Neriman gelirdi, gazinoda sanatçıymış öyle derlerdi. Bir içim su… Şerife anne var ya şu eski evde oturan yaşlı kadın. Onun görümcesiydi, yıllar önce öldü gitti ama bu da nereden çıktı şimdi?” dedi.
“Hiç… dedi Feriştah, bir yerden çalınmış işte kulağıma.”
Demek Neriman dediği görümcesiydi ve dediğine göre çok güzel irmik helvası yapardı. Lakin bu bilgi Feriştah’ın yüreğini hafifletmek yerine daha da ağırlaştırdı. Yıllardır irmik helvası yiyemediğini düşündü kadının. Bir de garibanlığını, çirkinliğini, kamburunu… Bütün bunlara kendisi sebep olmuş gibi dertlendi. Sokağa inmek ya da balkona çıkmak gelmedi içinden. Günlerce evde oturup kitap okudu. Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nu okurken Ferit’in annesini Şerife anneye benzetti. Helvayı yemezse veremden ölüverecek sandı. Kabuslarında irmik helvası yiyip kusan örümcekler görüyor, kan ter içinde uyanıyordu. Bu böyle olmayacak, dedi, ablasına sordu, irmik helvası yapabilir miydi? Terslemişti ablası, manyak mıydı Feriştah. Aşçı falan mı sanıyordu ablasını iki yumurta kırıp da önüne koydu diye. Ama yol da göstermişti. Sevin teyzenin irmik helvası harika oluyordu. Bingo, Sevin teyze! Ama nasıl? Ne deyip de yaptıracaktı ki kadına? Bir plan yapmalıydı, tek anahtarı annesiydi. Anlatmayı düşündü annesine ama annesi geç vakitte oraya saklandığını duyarsa çıldırırdı. “O koca duvardan nasıl atladın? Hiç mi düşünmedin olabilecekleri? Bu sorumsuzluğun cezasını ödeyeceksin küçük hanım?” benzeşiği halden bilmez birçok cümleyi peş peşe sıralayacaktı. O nedenle anlatmaktan vaz geçti.
Bu arada günler ellerinde ufalandı, yüreğinde irmik helvasının ağırlığıyla yaz tatilini bitirdi. Eylül sonunda okulların açılmasına sevinmiyor değildi. Hem öğretmenini ve arkadaşlarını çok özlemişti hem de zihni başka şeylerle meşgul olursa kâbuslar da yakasından düşerdi artık. Okula gidip gelirken her sabah her aksam Şerife annenin evinin önünden geçiyordu. Havalar soğumaya başlamıştı ve yaz boyu açık duran pencere artık kapalıydı. Tül perde de hiçbir şey görmesine imkân vermeyecek kadar aralık duruyor, her gün baktığı halde milim kımıldamıyordu.
Feriştah’ın deli gibi merak ettiği evin içinde Şerife anne irmik helvasını çoktan unutmuştu, ağrıları artık yerinden kalkmasına bile imkân vermiyordu. Fırsat düşkünü iki çulsuzun getirdiği üç beş öteberi divanın kenarındaki masada duruyordu lakin onları kemirmeye dişi mi vardı. Su bile olurdu? Ah sıcak bir çorba olaydı. Sahi Ayşe neredeydi? Kaç saattir yoktu ortalıkta. Taşlıkta kilimleri yıkayacağım dediydi ama bunu diyeli otuz sene olmuştu. Yoksa o da mı ölmüştü? Şerife annenin yanağından incecik bir yaş süzüldü, buruşuk ellerinin üzerinde kurudu gitti. Çorba olaydı, Neriman pek güzel mercimek yapardı. Neriman da mı öldü? Şarkıcı Neriman… Adamın yıllarca konuşmadığı, Şerife annenin gizli gizli görüştüğü görümcesi Neriman. Ölmüştü tabi, yirmi yıla yakın oluyor. Vurularak ölmüştü. Gazinodan çıkarken bir gece. Neydi onu vuran adamın adı? Gazetelere bile çıktıydı hani. Aşığı şarkıcıyı vurdu, diye. Ah Neriman ne güzeldi sesin. Ölmeseydin keşke. Bir ince yaş da Neriman için süzüldü yanaklarından. Sana kim ağlayacak Şerife kadın, bak onlara bir ağlayan var asıl sen kendini düşün, dedi.
Karşı balkondan halı silkeleyen güzel geline bakarken uykuya daldı. Düşünde Neriman’ı gördü, ne zaman dara düşse Neriman koşardı yardımına. Elinde bir kâse mercimek çorbasıyla merdivenin başında durmuş, ona bakıyordu. Şerife anne, “Neriman sen misin?” diye sordu. “Benim tabi ya, gel dedi güzeller güzeli Neriman. Gelemem üstüm kirli,” dese de Neriman ısrarlı, “Bir şey olmaz, köydeki bahçeye gideceğiz. Yemyeşil her yer, senin adam da orda, gel hadi.” Gitse miydi? Ama üstü başı kirli. Hem adam da ordaysa güzelleşmeli biraz, yıllardır görmemişti kocasını, nasıl da özlemişti. Bir çorba içse kan gelecekti yüzüne. Utana sıkıla Neriman’a söyledi. “Çok açım kız Neriman, bir tas mercimek olaydı…” Neriman elindeki kâseyi uzattı. Şerife anne içtikçe Neriman doldurdu, düşünde bir tencere mercimek çorbasını içti, içti, içti... Nefessiz kalıncaya kadar içti. Nefessiz kalıncaya kadar…
Feriştah o sabah da okula giderken kafasını kaldırıp pencereye baktı. Yine bir değişiklik yoktu. Hanfedâ’ya kafasıyla evi işaret edip, “Baksana uzun zamandır hiç hareket yok,” dedi. Hanfedâ, “İlahi Feri sanki normalde evde eğlenceler tertip ediyordu. Mahallede o kadını gören bir tek çocuk yok farkında mısın? Annelerimiz bile çocukken görmüş, yıllardır dört duvar arasından kafasını uzatmıyor kadın. Sen de tutmuş, hareketten bahsediyorsun,” dedi. Haklısın demekten başka cevap bulamadı Feriştah, ellerinde annelerinin yerli malı kutlamaları için yaptığı kurabiye ve börekle okula doğru yürüdüler.
Yerli malı haftasını çok seviyordu Feriştah. Hem dersler boş geçiyordu hem de bu kadar çok pasta böreği yerli malı dışında ancak rüyalarında görürdü. Sabah kahvaltı bile yapmamıştı, tıka basa yiyecekti, özellikle de Yeliz’in annesinin sarmalarından. Eğer artarsa eve bile getirebilirdi, o kadar güzel yapıyordu ki Seher teyze, şimdiden iştahı kabardı.
İlk iki dersten sonra yerli malı hazırlıkları başladı. Müzik öğretmenleri Suzan Hanım ile sınıfın kızları hummalı bir şekilde paketleri açıp masayı kuruyor, erkekler de Niyazi’nin getirdiği teybe koyacakları karışık kaseti seçmeye çalışıyordu. Feriştah sınıfı kaplayan mis gibi kokular içinde kendinden geçmiş, eski neşesine kavuşmuştu. Öğretmen masasından bir poşet daha aldı. Paketi özenle açarken bir yandan da arkadaşlarına laf anlatıyordu. Poşetin içindeki tencereyi masaya koymak için kapağını açtı ki ne görsün. Sıcağı üzerinde, tane tane, mis gibi irmik helvası... Sevinçten ağlayacaktı neredeyse. Heyecandan yerinde duramıyor, küçük çığlıklar atıyordu. Bu durumu fark eden öğretmeni, “İrmik helvasını çok mu seviyorsun,” diye sordu. Feriştah ufacık pembe bir yalan söylemenin kimseye zararı dokunmayacağını düşünerek, “Ben değil de anneannem çok sever. Helvayı görünce o geldi aklıma, müsaadenizle ona da bir kâse götürebilir miyim?” diye sordu. Öğretmeni, “Hay hay,” dedi, “selamlarımı da ilet, öp o pamuk yanaklarından…” Öpmek, pamuk, yanak ve Şerife anne… Ne kadar uzaktı birbirine. Feriştah yalandan gülümsedi, ellerinde tuttuğu sıcacık helvaya zarar gelmesin diye okul hırkasıyla sardı, çantasının en dibine koydu. İddiayı kaybetmişti, birkaç sarma dışında hiçbir şey yemedi. Zil çalar çalmaz kimseyi beklemeden mahalleye doğru koştu, koştu. Koşarken düşündüğü tek şey mutluluktu, yok hayır artık Şerife anneden, çirkinliğinden, bet sesinden ya da kamburundan korkmuyordu. Kapısını çalacak, helvayı uzatacak hatta içeri davet ederse girecekti. Neden olmasındı?
Mahalleye geldiğinde soluk soluğa idi. Nefeslenmek için durup kafasını kaldırdı. Şerife annenin evinin önünde duran kırmızı Toros’u gördü. Şişko adamla zayıf karısı da oradaydı. Onlar görmesin diye helvayı sakladı hırkasının altına. Fakat o da ne, ağlıyor mu bu çırpı kadın? Adam da mutsuz, Allah Allah. Toros’un arkasında beyaz bir belediye aracı duruyordu. Kapının önünde mahallenin kadınlarından oluşan küçük bir kalabalık ve kadınların yanında… Aman yarabbi, kadınların yanında bir tabut vardı. Feriştah olduğu yere çöktü kaldı. Kulağına gelen cümleler birer ok gibi saplanıyordu yüreğine.
“Kız abla, kamburu yüzünden tabuta da sığmaz bu. Bana baksana sen, kamburlar ölünce düzleşiyormuş, derler. Olmadı görevliler düzeltir."
“Nasıl düzeltsinler Ayfer tövbe tövbe, ekmek hamuru mu kadın? O değil de açlıktan ölmüş, diyor belediyedeki Rıza. Bir damla su akmamış musluğu çevirince. Hiiy, aç susuz gitti kadın. Hem de pisliğinin içinde. Kokudan girilmiyor eve baksana. Kız Nurten gelin, senin karşı komşundu hiç mi aklına gelmedi kapısını çalmak? Ben çok geldim de açmadı işte.”
“Yalan söyleme diyordu,” aklı başında birileri, “Göz göre göre öldü gitti kadıncağız.”
“Açılın bayanlar, merhumeyi araca yükleyeceğiz. Artık susun da birer Fatiha okuyun. Bundan sonra yapacak bir şey yok.”
Feriştah’ın duydukları küçük yaşına ağır gelmişti. Önce irmik helvası düştü elinden. Kapak açıldı ve irmik helvası dağıldı toprağın üstüne. Sonra da Feriştah irmik tanelerinin yanına doğru düşüverdi.
“Aaaa!” dedi kadınlardan biri, “Feriştah değil mi şu bayılan?”
“Vallahi o. Koşun hadi kaldıralım yerden. Ay n’oldu ki bu kıza şimdi?”
Feriştah’ın yerli malı kutlamalarından binbir hevesle getirdiği tereyağlı, mis kokulu irmik helvası toprağa karışırken Şerife anne de toprak olmak üzere mezarlığa doğru yola çıkmıştı. Kim bilir belki bu minik irmik taneleri bir yolunu bulur da mezardan içeri girerdi. Şerife anne de bu tanıdık kokuyu duyunca yattığı yerden başını uzatıp sorardı,
“Neriman, sen misin?”
Feriştah yıllar boyunca bu ölümden sorumlu olduğunu düşünüp pişmanlık urganını boynunda bir yular gibi taşıdı ve düşünsel manada hep katil hissetti kendini. Bir kâse irmik helvası cinayet aleti sayıldı. Feriştah cinayet aletini yüreğinin en derinine gizledi. Olay mahalline sıkça geri dönse de bir daha asla irmik helvası yemedi. Saklambaç da oynamadı.
Esra Kahya
Sayın hocam toros ve tofaş araba sanirim iki ayri araba degil.Konunun bütünündeki tek araç??