Gün tüm sıradanlığı ve telaşıyla başlamıştı şehirde. Her şey aynıydı yine. Güneş doğması gerektiği gibi doğudan doğuyor, insanlar farklı yataklardan, çok da farklı olmayan nedenlerle güne başlıyor ve geceyi -bir iki sarhoş vakası dışında- sükûnetle deviren kaldırımlar türlü hengâmeye kucak açıyor. Peki ya ben? Annemin kalıp sabun mikrop tutmaz, kör inanışıyla üç su çitilediği yorganın arasında, milletin işten döndüğü vakte kadar uyumayı hayatın lütfu sayıp yatmaktan yorulana kadar yatan ben, hiç de alışık olmadığım bir alarmla güne uyandım işte.
İş arayacak her insan kadar telaşlı olmayı dilerdim ama ne mümkün. Tabiatıma aykırı bu benim, duygularımı hayatıma sokmayı sevmem. Babam ruhsuz olduğumu söylese de annem -ana yüreği kıyımsızlığı ve kocaya karşı direngen bir edayla- bunun ruhsuzluktan ziyade baba tarafına çekmiş kötü huylarımdan biri olduğunu iddia eder. Ne ruhsuzdum ne de babama ya da babamgillere benziyordum. Ben sadece hayatı boşa almıştım ve yokuş aşağı iniyordum ki bence her insanın yapması gereken buydu. Tek kullanımlık ömürde her şeyi dert eden bir kafa insanı yarı yolda bırakır, vaktinden önce teklemeye başlar makine. Kim demiş, ne demiş, niye demiş ya da ne olmuş, eyvahmış da vah vahmış… Zerre umurumda değildi.
Sekiz yılı zorunlu, dört yılı ite kaka, iki yılı da devletin verdiği ek puanlarla hak kazanılmış eğitim öğretim hayatımda hiçbir şey öğrenemeden ve hiçbir şekilde eğitilemeden mezun olmayı başarmıştım. Elbette bununla gurur falan duymuyorum ama zorla da güzellik olmuyordu ki. Olmadım ben işte, olamadım. Defolu demeyelim de üretim hatası diyelim. Hatalı üretimden kaynaklı bir keyfe düşkünlük, dünya yansa umurumda değil gıyabında bir gamsızlık ile ben daha çok yaşardım. Yaşardım elbet yaşardım da babam serkeşliğime müdahale etti.
“Bana bak Gazanfer bir hafta içinde bir iş bulup çalışmazsan sana zırnık yok. Yemin olsun ne tek kuruş para ne de bir lokma ekmek. Eve köye sokmam lan seni. Anam avradım olsun sokakta yatsan dönüp bakmam. Ne lan bu böyle, paşa mısın sen?” şeklinde devam eden sevgisinden sıyrılmış, sövgüsünü konu komşunun da duyup, “A aaa!” diye yalancı bir nidayla şaşırdığı cümleler, iş bulmamı zorunlu kılmıştı. Bana kalsa yan gel yat Osman, ekmek elden su gölden ve babamın dediği gibi paşalara layık bir şekilde yaşayıp giderdim. Efeliğe şey sürmeyeyim aslında iş falan arayacağım da yoktu. O, gemileri yaktıysa ben de yakardım. Pilavdan dönenin kaşığına kibrit suyu hadi bakalım, diyordum ki tembelliğimin nedeninin kem gözler olduğunu düşünen, kurşun döktürmekten imanı gevremiş gariban anam, “Yapma etme Gazanfer’im, kalk da bir sor soruştur. Bakarsın masa başı bir iş olur, maaşı da yüzünü güldürür. Peşine de bir kız buluruz helal süt emmiş, Üst katı yaptırır, içini döşeriz size. Hadi oğlum, bak yemin verdi baban. Beni de mi düşünmezsin?” deyince olayın geldiği noktaya şaşırıp iş aramaya çıkmıştım. İki yıllık posta hizmetleri bitirip de masa başı iş, peşine helal süt emmiş gelin ve yanında bir de üst kat hayali kuran annemin pamuk gibi kafasına gıpta edip onun şansına iş bulurum belki, diye düşünecek kadar da umuda bulaşmıştım.
Mezun olduğum bölümün adından çağrışım yoluyla ilk adresim postane oldu. “Merhaba, şey ben posta hizmetlerinden mezun oldum da iş arıyordum,” deyince yetmişine merdiven dayamış, tam yağlı şef teyze bana garip garip baktı. “Oğlum, uzaydan mı geldin başvuru ile değil sınavla giriliyor buralarda işe. Kaç aldın bakalım sen sınavdan?” diye sordu. Sonra benim bu her lafı bilen ağzım dilim kilitlendi, “İyi günler,” dedim ve ardımdan zikri çekilerek ve son e’si uzatılarak söylenen tövbe tövbeleri duymamış gibi yapıp kendimi dışarı attım. Şuna bak ya, uzaylı sensin perma kafa. Göreceksin bak günün birinde postaneler müdürü olacağım ve hepinizin borusunu öttüreceğim. Siz kabul etseniz de ben çalışmam zaten, yeri güzel değil bu binanın. Çalışacağım masanın başı, deniz kenarında olmalı benim. Ruhumun şeceresi kayınca deniz ile şad olmalıyım ben. Ezberimdeki onlarca şiiri dalgaların sesinde okumalı, Orhan Veli’ye kaldırmalıyım çay kadehimi. O vakit, iş aramaya deniz kenarından mı başlasam, diye düşündüm ama büyük bir sorun vardı. Bu şehirde deniz yoktu ki. Oğlum Gazanfer tırıs tırıs dön bakalım geri, çarşı içindeki dükkânlara tek tek sor.
“Kolay gelsin abicim- ablacım. Eleman lazım mı?”
Eleman? Eleman mıyım lan ben? Ne diyecektim? Bir seksen yedi boyunda, geniş omuzlu, esmer kırması, yakışıklı olduğu kadar tembel bir paşa namzedi lazım mı? Eleman da ağır geldi ama yapacak bir şey yok. Adımızın başına sıfat kondurana kadar elemanla idare ederiz amma vakit vuku bulduğunda alayına da bileti keseriz. Uydurma raconuyla sokağın başında bol şans diledim kendime.
Birinci dükkân; her türlü cep telefonu alınır, satılır, tamir edilir dükkânı. Eleman lazım mı? Hayır, değil efendim. Elendim.
İkinci dükkân; ne alırsan bir doksan, iki doksan, en kötü on doksan dükkânı. Eleman lazım mı? Hayır, değil kardeşim. Elendim.
Üçüncü dükkân; günlük yoğurt, taze süt, köy yumurtası, bazlama ve türevleri dükkânı. Eleman lazım mı? Yok, yavrum camiye kadar gitti. Bunu ben eledim, teyze sağır geçinemeyiz.
Dördüncü dükkân; manikür pedikür salonu. Buraya sormaya gerek yok, ifrit olurum ben öyle şeylerden. Şeytan tırnakta yaşar demişti toprağı bol olası babaannem. Neme lazım şimdi şeytan meytan. Bunu da ben eledim.
Beşinci dükkân; her derde deva atom çayı, haftada yedi kilo zayıflatan mucize ot karışımı, sinüslere ve virüslere kafa tutan zerdeçallı zencefil harmanı ve daha nicelerini satan aktar. Eleman lazım mı? Kati suretle hayır beyefendi, işimizin patronu da elemanı da biziz. Buradan da elendim ama içimden söverek elendim. Sanki dükkânı üzerime yap, dedim denyoya.
E neresi kaldı caddede başka? Aradakiler kurumsal mağazalar, bankalar, tuhafiye ve incik boncukçular. Yukarıda oto yıkama var. Yok ya, babam evden kovacak diye cangıl cungul suyla oynayıp da gün boyu araba yıkayacak değilim. Şu, bilmem kaç yıl vade ile bindirilmiş fiyattan ev eşyası satan ve yıktığını değil de kurduğunu iddia eden möbleciyi de es geç. O adamların prensibini sevmiyorum ben. Yalvarsalar da çalışmam ben onlarla.
O zaman ne kaldı elimizde? Yufkacı verelim abime. Hayatta olmaz, Rambo’nun bal mumu heykelinden kopup gelmiş şu kas yumağı eller yufka mı açacak? O zaman kırtasiyede kalem satmaya ne derim? Basık be oğlum orası da. Tamam kitaplar, defterler falan ambiyans güzel ama bizim bütün hocalar da oradan alışveriş yapıyor. Her gün birine açıklama yapsam, her gün biri beni eğitememiş olduğuna hayıflansa kaç kafa yorulur. Onu da eleyelim. Ne kaldı? Terzi olmaz, o adam çok kokuyor. Ayakkabıcıya çok insan gelir hiç çekemem. Avizeci çok ışıklı, gözlerim yorulur. Balıkçıyı midem kaldırmaz, kımıl kımıl balıklar; parlak derileri falan beni tiksindirir. Simit mi satsam şu adam gibi? Bunun da işi çok; simidi alacaksın, tezgâha dizeceksin, türlü makamda ve anlaşılmazlıkta “Siğmiğtt, taze çıtır siğmiğt!” diye bağıracaksın. Sattın para üstü, satamadın başka yerde gezin. İş bitince dön patrona o günün cirosunu ver. Oho… Bu simit işi de bana göre değil. En iyisi üç simit alıp eve gitmek, derken hani olur ya bazen makûs kader ağlarını örer. Her şey sizin muhayyileniz ve tasavvurunuz dışında gelişir ve siz seyre bakarsınız. İşte tam da o ulvi anı yaşadım. Ben cebimdeki son paranın üçte biri ile simit alıp evdekilere de “İş bulamadım lakin pes etmedim. Yarın kesin bir iş bulacağım.” açıklaması yapmayı göze almışken simitçinin kirden helak olmuş şapkasının kıyısından o semavî yazıyı gördüm. Çiçekçinin camına yüz yirmilik punto ile yazılmış “Eleman Aranıyor” yazısı.
Gözümden sonra zihnim de durumu kavrayınca simitçiye, “Simitler kalsın abi, beni arıyorlar,” dedim ve dükkâna doğru koşar adım gittim. İçeri girip, açılın ben elemanım, diyecektim ki kapının önünde kendime geldim. Oğlum Gazanfer senin botanik âlemdeki tek ilmin gülü tanımak, ağaçlardan da çamı bilmektir. Bu engin bilgi deryasıyla bir çiçekçide çalışmak da n’ola diye sordum kendime. Birkaç saniye evvel yaşadığım iç huzur yerini bir anda, babası tarafından sokağa atılmış eşek kadar çocuğun dramına bırakmıştı. Tam boynumu büküp dükkânın önünden ayrılıyordum ki çiçekçinin kapısı açıldı. Kapının açılmasıyla yazlık dizilerde duyduğum o şıngır şıngır zil sesi sokağa dağıldı. Ortam aniden bir ada kasabasında çiçeklerin hüküm sürdüğü bir bahçede rastlaşan ve gözlerini birbirinden ayıramayan kız ile oğlan sahnesine döndü. Tek bir fark vardı ki bizim sahnemizdeki kız yaklaşık ellili yaşlarda, burnunun üzerinde yakın gözlüğü olan, kızıl kısa saçları ve kalkık burnuyla Balkanlardan kopup gelmiş izlenimi yaratan bir abla idi. Elinde bir deste çiçekle karşımda duran bu kadına ne diyeceğimi düşünüyordum ama o beni bu dar zaman çıkmazından kurtardı.
“İçerde daha fazla çeşidimiz var, görmek ister misin delikanlı?”
Hani olur ya, bazı seslerin tınısında şiir vardır. Yemin ediyorum kadın bu cümleyi söylerken şiir okuyor zannettim. Lan dedim, n’oluyor? Zaafımdan vurdu beni çiçekçi abla ve ben elbette girdim içeri.
“Bak delikanlı bu iris. Zarafetin sembolüdür. Bu kamelya; mağrurdur. Bu da krizantem. Beyaz olanı sadakat, sarısı da karşılıksız aşk demektir. Ne güzeller değil mi? Ama dur, önce kime ve hangi amaçla çiçek alacağını öğrenelim de ona göre seçelim.”
Şiir sesli abla konuşadursun ben dükkândan yayılan koku ile mest olmuştum. Kutu gibi bir yerde rengârenk, türlü türlü ve yüzlerce çiçek ve daha önce hiç duymadığım bu koku. Bütün çiçeklerin kokusu birleşince böyle bir şey oluyordu demek, neden daha önce hiç dikkat etmedim ki? Tavandan sarkan sarmaşıklar filmlerdeki gibi girdap olup da beni içine çekmeden evvel çiçek ablanın sesiyle ortama döndüm.
“Şey, aslında ben çiçek almayacaktım. Camdaki yazıyı görünce… Yani iş arıyordum da. Acaba olur mu, diye soracaktım.”
“Ah bu harika, tam da zamanında. Ben Leyla, burası da benim küçük dünyam: Bozuk Saat Çiçekevi. Haftalık dört yüz artı yemek ve yol. Sabah sekiz buçukta dükkân açılır, akşam aynı saatte kapatılır. Dükkândan hiçbir şekilde sorumlu değilsin, tüm çiçeklerin bakım ve takibi bende. Sen sadece kurye olarak bana yardımcı olacaksın. Anlaştık mı, ne dersin?”
Yani şimdi ne desem? Hemen kafamdan çarpıyorum dört yüz ile dört haftayı, ayda ediyor bin altı yüz. Valla iyi para, yanında bir de yemek ve yol. Hem iş de sıkıcı değil gezip duracağım şehirde. Kafamdan tüm bunların geçmesi birkaç saniye sürdü.
“Kabul,” dedim. “Ben Gazanfer.”
“Çok mutlu ettin beni Gazanfer, o zaman acil bir siparişle başlayabilirsin işe.”
“Şimdi mi?”
Başlamak için en güzel vakit şimdidir, diyerek göz kırptı ve içeriden bir buket çiçekle adresin yazılı olduğu kâğıdı alıp elime tutuşturdu.
“Ne güzel begonviller değil mi? Koşulsuz teslimiyet anlamına gelir. Adresi biliyor olmalısın Gazanfer, hadi bakalım kolay gelsin,” diyerek şiirli sesiyle beni uğurladı.
Adresi biliyorum, biliyorum da burası şehrin bir ucunda. Akşamın dar vakti olacak şey mi şimdi? Karnım deli gibi acıktı. Keşke kabul etmeseydim, abla yarın başlayayım deseydim; biraz da dram ekleseydim cümlelerime. Üf be oğlum Gazanfer her işin mi sıkıntı? Ellerimde çiçekler, kapında sırılsıklam söyleyerek gitmekten başka çarem yoktu.
Uzaktan bakıldığında bir kuryeden ziyade aptal bir aşığı andırıyor olmalıydım ki benim nazarımda kurye olmak âşık olmaya yeğdi. Neticede bir kurye, verileni teslim eder işini bitirirdi lakin bir âşık yüreğini teslim ederdi ve o anda işi biterdi. Düşüncelerim çalı bülbülü gibi daldan dala atlarken çiçekteki nota ilişti gözüm.
“Benim yerime de sev, bekletme hayatı! Bu kadarına razıysan, yaşa, gitsin!”
(T’den Tomris’e)
Sezen Aksu şarkısı değil mi bu? İstemsizce şarkıyı mırıldanmaya başladım. Tam üçüncü kez baştan almıştım ki aradığım adresi buldum. Kâğıttaki ve karşımdaki birbirini tutuyor mu -evet, obsesifim- diye beşinci kez kontrol ettikten sonra çiçek takının altından geçip cennet gibi bir bahçeye adım attım. Bir insan, bu kadar çok çiçeği olan birine ne diye çiçek gönderir ki? Ben olsam bu begonvilleri de ekler, çelenk yapar geri gönderirdim. Aralık kapı iç sesimi ve şaşkınlığımı frenledi.
“Kimse yok mu?” diye seslendim birkaç kez ama cevap veren olmadı. Tedirgin bir halde bahçede gezindim, evin arka tarafına baktım fakat hiçbir ize rastlamadım. Aralık duran kapıdan kafamı uzatıp sesimi içeri duyurmaya çalıştım.
“Pardon efendim ben Bozuk Saat Çiçek Evi’nden geliyorum, çiçeğiniz var,” diye kendimi paralasam da evden çıt çıkmıyordu.
Olacak şey mi? Tam da ilk işimde. Şimdi eve girsem belki adam duşta ya da tuvalette. Ya da yan komşuya gitti, ben içerdeyken zırt diye geldi. Hırsızlık, haneye tecavüz ne dersen artık, al başına belayı. Olacak gibi değil dedim ve çakma nayklarımı çıkarıp içeri girdim. Allah korusun kaza maza da olmuş olabilir, değil mi yani?
Koridor ve mutfak boştu ama sol taraftaki odanın aralık kapısından tatlı bir esintiyle hafif bir müzik geliyordu.
Benim yerime de sev…
Neler oluyor burada dememe kalmadı pencerenin önündeki kadını gördüm. Sallanan sandalyesinde yaşlı bir kadın elindeki fotoğrafa dalıp gitmişti. Öksürdüm, irkilerek bana döndü.
“Merhaba, seni bekliyordum. Sana zahmet çiçekleri şu vazoya koyar mısın? Suyu azdır, ekle biraz. Hiç unutmaz biliyor musun? Her yıl begonviller açtığında o ilk günün anısına bir kucak begonvil gönderir. İlahi Turgut, derim, keşke ölmeseydin… Sahi, Turgut öldüyse bunları bana nasıl gönderiyor? Leyla’ya sordum o da bilmiyor.”
“…”
“Leyla bilmiyor mu sahi?”
Esra Kahya
Nasıl güzel.. Kendisi gibi, kalbi gibi..
Emeğinize sağlık benim canım öğretmenim. Siz yazın biz hep okuyalım 💕🌼