Ruhsal Travma Değerlendirme Formu
A. SOSYODEMOGRAFİK BİLGİLER:
1. Adı- Soyadı: K…. B….
Kutsal Bâkire mübarek!
2. Başvuru Tarihi: 11.10.2023
Keşke daha önce başvursaydım, çok daha önce… O zaman belki bambaşka olurdu her şey. Belki yine de…
3. Yaşı: 36
O kadar oldum mu sahi!
4. Cinsiyeti:
1. Erkek 2. Kadın
Olmaz olaydım! Gerçi ne bileyim, erkek olmak da zordur belki ama… Yine de zor zanaat kadın olmak.
5. Doğum Yeri: İstanbul
1. Bekar 3. Ayrı Yaşıyor 5. Dul
2. Evli 4. Boşanmış 6. Birlikte Yaşıyor
Evli! Aynı çatı altında yaşayan -yaşamaksa bunun adı- iki yabancı. Yıllardır birbirine değmemiş iki soğuk beden.
7. Öğrenim Durumu:
1. Okuma-Yazma Bilmiyor 3. İlkokul 5. Lise
2. Okuma-Yazma Biliyor 4. Ortaokul 6. Üniversite/Lisansüstü
Üniversite… Ne çok istemiştim gitmeyi. Herkes İstanbul’a gelmek isterken, ben kazanıp başka şehre… Arkadaşlarım olurdu belki. Kendime ait odam, kitaplarım… Bu defa istediğim kitaplar. Canım ne isterse, öyle… Öğretmen olacaktım. Kalem etekler, saçlarım topuz, etrafımda çocuk kahkahaları…
B. ÖZGEÇMİŞ VE KİŞİSEL YAKINMALAR:
Ne zormuş insanın kendini anlatması. Kişisel yakınmalar… Özgeçmiş… Ben anlatabilseydim kendimi, gelmezdim ki buralara kadar. Ah doktorcuğum... Aslında güzeldi çocukluk be! Çocukluk… Bitmeseydi…
Güneşle parlayan ıssız tepelerde taşla, toprakla oynadığım son yazdı. Yüzümden çamurlu terlerin aktığı, boynumun altında biriken kirlerin elimin tersiyle yuvarlandığı, gölgede elişi yapan anneme “Suu!” diye seslenildiğim son büyülü günler. Dikenli dallardan özenle toplanan böğürtlenlere, gerçekleşecek dileklere kavuşma ümidiyle bir solukta üflenen karahindibalara veda zamanı. Yemyeşil tepelerin eteklerinde kıvrılan patikaların hiç dinmeyen yağmurlarla akıp gittiği, o yollarla beraber çocukluğumun da yittiği ilk güz.
Aslında ne olduysa işte o son güzde oldu. O güz yağmurlarla beraber tomurcuklanan göğüslerim de kabarmış, ayyuka çıkan bir günah gibi dikleşerek beni utandırmıştı. Vücudumu hafifçe öne eğdim. Üzerime, babaannemin ördüğü toprak rengi yeleği geçirdim. Çocukluğun son yazı olduğunu kimseler söylemedi doktorum, bilseydim…
Tüm grileriyle üzerime yığılan kasvetli kış beni soluksuz bırakırken sabahı olmayan gecelerde cılız bacaklarım sızlardı. Bilirsiniz, o yağmurlu havalar, soba başlarında çamaşırların kurutulduğu nemli odalar, romatizmalara düşman. Olsun, varsın ağrısaydı bacaklarım, şişseydi boğazım, yutkunamasaydım. Bir lokma yiyemediğim için yine halsiz düşseydim. Yeter ki mandalina suyunda ezilmiş bebe aspirini içirilseydi şefkatle, endişeyle ateşim ölçülseydi. O zaman kızarmış portakal kabuğu, haşlanmış yumurta ve ter konan okula gitmezdim. Sobanın arkasına serilen sıcacık yataktan erkenden kaldırılmaktan, sırtımı kamburlaştıran ağır çantayla okula uzanan o ıslak, dik yokuşları tırmanmaktan kurtulurdum.
Çeşmenin yanından otobüse biner, sahilden Zeynep Kamil’e giderdik annemle. Hastane tostu yerdim tahlil sonrası, genzimi yakmasından hoşlandığım buruk vişne suyunu içerdim. Kantinin buğulu camlarına yumruğumun ardıyla bebek ayakları çizerdim. Tahlil sonuçlarını beklerken arka bahçedeki banklara otururduk. Gölgelerle grileşen taş binayı izlerdim. Pencerelerin ardından, gizlice bizi izleyen hüzünlü bir prenses geçerdi. Kilitli miydi oraya, yapayalnız mıydı? Sıkışıp kalmış mıydı dört duvar arasına yüzyıllardır ve yüzyıllardır?
Bahçede yükselen çamlara, sarıdan kızıla dönen yapraklara bakardım. Yanımızdaki banka oturan ve hiç tanımadığımız teyzeye, bir çırpıda bütün hayatımızı anlatırdı annem. Ne kadar sayıp dökerse o kadar feraha çıkacak gibi aceleyle, ardı ardına sıralardı cümleleri. Ahlar, vahlara karışırken hiç tanımadığımız teyze, en mahrem dertlerimize ayaküstü çareler bulurdu gururla. Ah kardeş, derdi, hep aynı, hep aynı…
Akşam ezanlarına kadar süren oyunlarla genişleyen günleri bir ben mi sonsuz sanmışım doktor? Dut ağacının yokuşa bakan geniş dallarına tırmanmaların, şeftali ağacının olgunlaşmamış meyvelerini gizlice toplamanın, işten gelen babaların yoluna koşmaların bir sonu mu varmış?
Bacaklarımızı kapatarak oturuyoruz, eteğimizi her seferinde aşağı çekiyoruz, sırtımız dik, başımız yukarda! Kendimizi kontrol ediyoruz. Kelimelerimizi, gülüşlerimizi, suyu yudum yudum içişimizi, yemekleri lokma lokma yiyişimizi, kıyafetlerimizin rengini, mesafemizi… Kontrol ediyoruz. Ütü fişte mi, kapı kilitli mi, musluklar açık mı, kapalı mı? Tablo düz mü, duvar mı eğri? Duvar eğridir ayol. Ne bilsin Kadir Usta duvar örmeyi!
Kahkaha atmayı elbette düşünmüyorum. Düşünsem de zaten artık başaramıyorum. Bir ömür önce patlattığım kahkaha asılı kalıyor eski evin eğri duvarlarında. Gülme şöyle pis pis, kötü kadınlar gibi! Kötü kadınlar nerede yaşar, nasıl gülerler sahi? Bir görebilir, duyabilir miyim? Hayır, gülmelerini gülmelerimden ayırmak için…
Eski ev duruyor mudur hâlâ? Denize uzanan geniş balkonlarından, pazar sabahları çay bardaklarını tıkırdatan kaşıkların sesi duyuluyor mu? Karışık kızartmaların kokuları, kızarmış ekmeğinkine karışmıştır şimdi. Çocukların paşa çayları çoktan hazır, kulplu bardaklarda... Limon da sıkın, limonlu sever o, bol şekerli. En mükemmel sofraların, en becerikli anneleri nasıl da özenle hazırlardı masayı. Pencere camlarını gazete kâğıtlarıyla, sirkeli sularla ovan, fırınlarının duvara bakan yanı hep temiz, en titiz, en düzenli anneler. Babalar başköşede, yüzlerinde gazeteler kapalı. Dünyanın en mühim haberlerini okuyup, en çetrefilli sorunlarını çözebilmek için homurdanırlar. Şüphesiz çok güçlüler, taşı sıksalar suyunu çıkarırlar. Hani bir adam varmış da yukarı mahallede, sekreteriyle bilmem ne… Allah korusun, onlara hiç benzemezler. Bir demli çay daha babalara!
Vurma kaşığı bardağa, çatalı dişine! Kahvaltı masasında dik dur! Kambur olursan kimse almaz seni. Evet, prensesin sırtına da tahta bağlıyorlarmış küçükken. Oysa bu da yürüyor başına yığdığı kitaplarla da… Dik dur dediysek ne o öyle heykel gibi! Şöyle biraz edalı, az cilveli ama hep mesafeli.
Oğlanlarla arkadaşlık etmemeliymişiz. Etmiyorum. Sadece kızlarla. Acemi sevişmelerimiz -sevişirler miymiş de- ilk öpüşmelerimiz, sağımızı, solumuzu parça parça birbirimize gösterip heyecanlanmalarımız… Sonra yeryüzünde bunları ilk yapan biz olduğumuz için korkmalarımız, iğrenişlerimiz, suçlu, eksik hissedişlerimiz, tövbe edişlerimiz, tövbeleri bozarak daha çok sevişmelerimiz, hep kız kıza.
Ben normalim aslında, bütün suç bedenimde. Memelerim o son yazın ardından gelen ilk güzde dolgunlaşıyor -bak, meme dedi kadın-, kalçam genişliyor -kalçadan da söz ediyor ahlâksız-, dudaklarıma bir alev, gözlerime kıvılcım düşüyor.
İstiklâl’de görmüşler, kız başıma yürüyormuşum.
Giyinip süslenmişim ilk kez, saçlarım belimde. Kılığıma kıyafetime bakıyorum vitrinlerde, yabancı ve hoş bir kadın. Yanına yanaşıp soru sormaya bile utanırım. İyice yaklaşıyorum vitrindeki yüzüme, gülümsüyorum. Kanatlanmışım da, uçacakmışım gibi bir his. Cüzdanımda sinemaya yetecek kadar para. Bir şeyler yemeden dayanabilirsem, sahaftan kitap bile alırım. O anda geliyoruz babamla göz göze. Koskoca şehirde, aynı caddede kesişiyor yollarımız. Donup kalıyorum. Kanatlarım kopuyor önce, sonra kararıyor cadde...
Ah yavrum, değer miydi erkek adamı çileden çıkarmaya? Babadır, gururuna dokunur. Sen de ana ol, anlarsın. Şok olmuş seni o sokaklarda, öyle görünce. Yüzünde de boya mı varmış ne! Zor tanımış, beyninden vurulmuşa dönmüş garip. Yoksa kalkar mı kimselere elleri?
Hoca, ikisi sübyan, tam yedi tane üç harfli görmüş tükürdüğüm suda. Rahmime yerleşmiş, beynime yürümüş, tüm hâkimiyeti ele geçirmişler.
“Eee, insanlar gibi onlar da iki zümre. Nasıl ki insan şeytan varsa, bunlar da cin şeytan. Kâfir olanların yoldan çıkarma oyunu bunlar. Bunun suçu yok, musallat olmuş zındıklar. Gece tırnak kesmeyin, dışarı kaynar su dökmeyin, helâya desturla girin. Çıplak yıkanmayın, yeri yurdu sirkeli sularla silin. Biraz sabır, biraz dua, biraz da muska… Haftaya yine gelin!”
Demiştim, suçum yoktu benim. Okula, diyerek çıkıp, İstiklâl’de plansız gezmelerin, yasaklı kitapları tenha parklarda soluksuz okumaların, arka sokaklarda, kuytu köşelerde yarım öpüşmelerin, ayaküstü sevişmelerin benimle ne alâkası vardı?
Darp izlerim iyileşince doktora götürüldüm. Zeynep Kamil’in tost kokan kantinlerinden çok uzakta, ellerinde tahlil kâğıtlarıyla inleyen adamların, damar yolu açılmış kolları sedyelerden sarkan kadınların, gözlerindeki ışık sönmüş, boyunları bükülmüş çocukların arasından geçerek, soğuk demir çatalın üzerine uzandım. Titreyen bacaklarımı güçlükle ayırdım. Doktorun elinde vahşi bir kuşun metal gagası… Üzerimde ölüm kadar mavi bir örtü, genzimde hastane kokusu. Yüreğimde bir daha hiç dolmayacak boşluk, sonsuz karanlık.
Oysa bacaklarımızı kapatarak oturmayı öğretmişlerdi bize!
“Sorun yok, kızınız tertemiz annesi.” dedi beyaz önlüklü.
O çatalın üzerinde ayrılan çocuk bacaklarımla birlikte normali öğrenmekten vazgeçtim. Normal öldü, tıpkı çocukluğun ölüşü gibi…
Keşke şimdi burada olsaydı annem. Görseydi hâlâ en uslu olanın, en kurallara uyanın onun kızın olduğunu. En az konuşan yine ben. Kendi varlığına tüm gücüyle direnen. Ve hâlâ kaynar sularla, derimi yontan, kıpkırmızı bırakan keselerle, buharda erimesinden iğrendiğim kalıp sabunlarla, saatlerce yıkanıyorum. Yüzüm gözüm açılsın diye sımsıkı topluyorum saçlarımı. Fırının yan duvarı belki biraz lekeli, pencereleri silmek için camın dışına da çıkamıyorum ama otururken bacaklarımı sımsıkı yapıştırıyorum birbirine ve en komik filmlerde bile gülmüyorum, hatta ağlıyorum. Gülemediğime ağlıyorum. Al-kış, en mükemmel annelerin en uslu kızlarına!
Çocukluğun o son yazından bir ömür sonra, gri kışların nemli ayazlarında, parlak güneşi cebimde taşımayı öğrenemedim doktor, beceremedim. Soluğum kesildi uzun yokuşlarda, bacaklarım hâlâ cılız. Hep biraz kamburum, biraz eksik. Üzerimden hiç çıkmadı babaannemin yeleği. Tüllerim sarardı kimi zaman, kedilerim mobilyaları çizdi. Çarşafları çoğu kez ütülemedim, akşam soframa yağda yumurta koydum utanmadan. -Şimdinin kadınları da, kadın mı!- Bak gör, içimdeki sesleri susturamadım. Ne zaman güneş açsa ne zaman çiçeklensem, gökyüzünde yine metal gagalı vahşi kuşlar. Çığlık çığlığa, doktor, hep çığlık çığlığa kuşlar…
Esra Yüksel
Comments