Yine yirmi dakika erken gelmişim. Hep böyle bekleteceğimden korkar, telâşlanır, sonra da kedi gibi kapı dibinde beklerim. Her defasında randevu saati geçer, bekletilen yine ben olurum. Bekledikçe hayat akar gider avuçlarımdan, zamanım çalındığı için öfkelenirim. Oysa şimdi öfkelenmemeliyim. O odaya girdiğim zaman öfkenin izi olmamalı üzerimde. Ne öfkenin ne stresin ne neşenin… Ben, olduğum gibi ben olmalıyım. En yalın hâlimle ben. Doktoru yanıltmamalıyım. Yanıltabilir miyim? Yanıltmamalıyım ki, bulsun nedir derdim ve var mıdır dermanı? Bir acı kahve içerim beklerken biraz da kitapları karıştırırım, iyi gelir.
Bekleme salonuna sıralanmış deri koltuklarda üç kadın daha var. İkisi anne kız olmalı. Benziyorlar, yan yana. Diğeri karşı koltukta, bacak bacak üstüne atmış. Üstteki bacağı bir ileri, bir geri… Kırmızı ruju dişlerine bulaşmış, uyarsam mı? İçerde yalnızca bir doktor olduğuna göre onlar gelmekte benden de aceleci davranmışlar. Anne olduğunu düşündüğüm kadın, kızın kulağına bir şeyler fısıldıyor. Omuzlarını çekiyor kız, yüzünü asıyor. Kolunu çekiştiriyor anne. “Ah!” diyor, “acıtıyorsun anne!” Koluna yapışan elleri iteliyor kız, pencerenin önündeki sandalyeye geçiyor. Anne mahcup, biraz da öfkeli. Yaşananları gören var mı diye sağa sola bakıyor. Yanımdaki kitapların sayfalarını karıştırıyorum kahvemi içerken. Karşımdaki kadının sürekli hareket eden bacağını görmemek için kitabı iyice yüzüme yaklaştırıyorum.
“Zehra Hanım, buyurun lütfen! Doktor hanım sizi beklerler.”
Doktor hanım bizi beklerler?
Tam olarak kaç kişi doktor hanım ve bizi ne zaman beklerler? Günün birinde mi, şimdi mi, bekliyor mu, bekleyecek mi, anlamıyorum.
“Beklerler.”
En azından bir bekleme durumu var ortada, aşikâr. Gülümsememi dizginlemeye çalışarak çalıyorum kapıyı. Neyse ki tek kişi doktor hanım. O da gülümsüyor. Kırmızı rujuyla, incecik, kırmızı kolyesi uyumlu. Sesinin en şefkatli tonuyla “Hoş geldiniz!” diyor. Odaya girerken, birbirini çekiştiren anne kızı ve sallanan bacağı unutuyorum.
“Kendinizi,” dedikten sonra biraz duraksıyor, “nasıl hissediyorsunuz?”
“Teşekkürler, iyiyim.” Ben de duraksıyorum. “Siz nasılsınız?”
Bunu sorabilirim sanırım. Yani hiç selamlaşmadan, hâlini hatırını sormadan başlamak yakışık alır mı? Sahi odaya girdiğimde tokalaşmalı mıydım? Yoksa yine soğuk mu davrandım, mesafeli? Ama hayır, ayağa kalksaydı, tokalaşırdım. Hem o elini…
“Nasıl geçiyor günleriniz? Keyfiniz nasıl?”
Keyfim olsa neden geleyim buraya? Gerçi hayattan zevk alamama, sürekli ağlama, uyuma, içe kapanma, isteksizlik gibi durumların hiçbiri yok bende. Aksine hayattan büyük keyif alıyorum. Sorun da hayattan keyif almamda galiba. Keyif aldığım için cezalandırılıyorum, demiyorum.
“İyiyim, aslında genel olarak keyfim yerinde. Fakat…”
“Fakat?”
Annemi gördüğümü sanıyorum bir an. Gözlerini gözlerime dikmiş, “Fakat?” diyor, merakla. “Fakat ne? Ne gizliyorsun benden? Anlat, hadi söyle!”
Uzun zamandır ağlayamadığım halde istemeden akıyor gözyaşlarım. Peçete uzatıyor bana şefkatle. Ürperiyorum. Beni ağlatıp, bana peçete uzatamazsın, demek geçiyor içimden ya da şu kapıdan çıkıp gitmek bir an önce.
“Çocukluğunuzdan bahsedelim mi biraz?”
Vay, diyorum, işte şu filmlerdeki sahne! Psikolojisine de tüküreyim, terapisine de! Ne çocuklukmuş arkadaş, bitmedi gitti!
Gözlerinin içine bakıyorum. İstesem seni kandırabilirim doktor! Kandırabilir miyim? Belki. Deneyelim mi? Denemeyelim. Hem kandırsam bile sen kandırıldığını anladığını söylemezsen kalmaz ki keyfi. Hayır, hayır! Kandırmaya çalışmayacağım bu defa. Çocukluğumda gösterdikleri o mürekkep desenli, beyaz, boktan kartları gösterirsen, beyaz tavşanlar, taze kır çiçekleri ve rengârenk kelebekler gördüğüm yalanını uydurmayacağım şimdi. Ağız ağıza vermiş kanatlı canavarları, çürümüş böbrekleri, upuzun penisleri bacaklarının arasından sarkan dev böcekleri anlatacağım. Ne görürsem o! Ne görürsem onu anlatacağım ki tut ellerimden. Sana güvenmek istiyorum.
“Çocukluğum” diyorum, “çok güzeldi.” Yutkunuyorum. “Yani çok güzel bir yerde yaşıyorduk. Karşımızda Boğaz manzarası, bahçelerde meyve ağaçları, dallarda dutlar, kirazlar, vişneler…”
Ellerimi kullanıyorum anlatırken, ellerime bakıyor. Ellerimi dizlerime koyuyorum. Evimizi anlatırken kapıya bakıyorum bir an, o da bakıyor. Kapıya bakmak ne anlama geliyor acaba? Kapı sağda. Sağa bakmanın da bir anlamı var mı? Tüm bunları düşünürken anlattıklarımı gereği gibi düşünemiyor muyum yoksa? Sonra odaklanıyorum, kaptırıyorum kendimi, yine hareketleniyor ellerim. “Yokuşlar…” diyorum, “yokuş aşağı inerdik sahile.” Gözleri ellerimde. Ellerimi birbirine kenetliyorum kıpırdamasınlar diye, bunun anlamı da artık neyse ne! Gözlerimi de gözlerine sabitliyorum. Şimdi hareketsizim, bundan da bir şeyler çıkarabilir misin doktor? Belki de, belki de umurunda bile değil anlattıklarım. Ellerim, bakışlarım, baktığım yer, umurunda değil. Boşuna uğraşıyorum. Hatta belki beni duymuyor bile. Şu an, gözleri gözlerimdeyken akşam hangi filmi izleyeceğini düşünüyor olabilir mi?
“Sokaklarda oynardık akşama kadar.”
İyi ki de oynardık sokaklarda. Meyve yüklü ağaçlarla dolu bahçelerde, yemyeşil tepelerde, uçsuz bucaksız sandığımız sahilde. Benim annem yarım saatte bir eve gidip, kendisine görünmemi isterdi. Sarkan balkonların altında durmamamı, kahvenin önünden geçmememi, ayakkabımın önce sağ tekini giymemi, çiçekli elbiselerle gezmemi, saçlarımı sürekli örmemi ve yemeği tam zamanında yememi. Sokağa dönünce çoktan bitmiş olurdu oyun. Sen oynama, hep annen çağırıyor seni! Akşam ezanları okunmasın diye dua ederdim. Eve gidince sönerdi ışıklar, soluğum kesilirdi, demiyorum. Gülümsüyorum.
Tam da yerindeyim aslında! Yahu doktorcuğum, bırakalım şimdi çocukluğumu filan, birkaç sorum var size, desem. Hep ben anlatıyorum, siz dinliyorsunuz, olmaz böyle. Biraz da siz anlatsanız, biz dinlesek. Severim psikolojiyi, diye eklesem. Hayır, hayır, yapmamalıyım bunu! İstersem susturabilirim zihnimdeki sesleri. Bunları düşünmeyeceğim, bunları düşünmeyeceğim. Sana karşı hep dürüst olacağım doktor, yoksa kurtaramazsın beni. Kurtarabilir misin?
“Daldınız?”
Gafil avlandım!
Elimdeki kitapları uzatıyorum telâşla. “Ah, neredeyse unutuyordum! Bunları size getirdim, içinde benim de öykülerim var. Belki okumak istersiniz ya da danışanlarınız okuyabilirler.”
“Çok zarifsiniz, teşekkür ederim. Okurum elbette, zevkle.” Yine gülümsüyor. “Hem sizi daha iyi tanımış olurum böylece.” Kırmızı ruju dudaklarına bulaşıyor yavaş yavaş. Gözlerinin etrafı kırışıyor, saçları ağarıyor. “Yazdıklarınızı okumak da size ulaşmanın bir yolu.” Bacağını sallamaya başlıyor.
İyice yaklaşıyorum yüzüne, gözlerine, küçücük bir çocuğum. Konuşmak istemesem de dudaklarımdan dökülüyor kelimeler: “Yazdıklarımdan bulamazsınız beni, boşuna aramayın. Hem çocuğum olmadığı halde, çocuğu ölen bir anneyi yazdım ben. Bir fahişeyi, yaşlı bir erkeğin yalnızlığını, yetimhanedeki bir çocuğun acılarını… Hangisi benim? Yakalayamazsınız!”
Gözlerinden geçen o bir anlık bulutu görüyorum. “Elbette yazdıklarınız siz değilsiniz ama size dair…” Duyamıyorum gerisini. Artık annem yüzü. Ne yaşadıysan anlat bana, ne hissediyorsan, ne düşünüyorsan, ne gizliyorsan anlat. O kadar çok anlat ki, ben sen olayım, sen de ben. Hem sen anlatmazsan, ben yine de bulurum seni. Sesinin titreyişinden, kelimelerinden, bakışından, gülüşünden, şiirlerinden, sakladığın defterlerden, yırttığın mektuplardan. Anlarım ne dediğini ne demediğini, neleri diyemediğini, hepsini! Sen anlat ve biz duvarlar örelim anlattıklarınla kendimize. Kimseler aşamasın o duvarları. O duvarların ardında yaşayalım sonsuza kadar ve ardında ölelim beraber.
Gözlerimi kapattım, açtım. Değişmedi. Hep bir açıklama bekleyerek yüzüme bakan gözler: annem. Çırılçıplak kaldım odada, yapayalnız, üşüyorum. Yanlış cümle doktor, çok yanlış hareketler. Kırıldım sana. Oysa güvenmek istemiştim. Bak işte, oyun başlamadan bitti.
“Zehra Hanım, buyurun. Doktor hanım sizi beklerler.”
Başımı kaldırıyorum okuduğum kitaptan. Issız koridoru geçip, ürkek adımlarla doktorun odasına yürüyorum.
Esra Yüksel
Comments