Dünür çiçekleri beyaz Vosvos’un yan koltuğunda, ağzımda Toblerone’dan bir parça çikolata, baldıza kendisi kadar zarif altın bileklik, kayınçoya bir şişe Patron tekila. Anlayacağınız işler de keyfim de yolunda. Kırmızı ışıkta durdum. Yeşilin yanmasına 10 saniye var; 9, 8, 7... Heyecanlıyım, teypte Sinan Özen, Evlere şenlik kızınız var, çalıyor son ses açık. Sigaramdan derin bir nefes çektim. 4… 3… 2… 1... BOOOM!
Önce bir patlama sesi duydum. Bu sıcak, şiddetli, tek parça ses, muhtemelen civar şehirlerden de duyulmuştur. Mesela o duyulan sese içimde yankılanan boşluğun sesi de dâhildir, eminim. Çünkü çok çabuk oldu her şey. Ses, bir anda tüm iç organlarımla selamlaştı. Sonra araç savruldu. Araçla birlikte camlar da. Ses mi yoksa cam kırıkları mı parçaladı beni? Bilmiyorum. Sigara içtiğim elim gözümün önünden el sallayarak fırlayıp karşı kaldırıma düştü. Düştüğü yerde az önce, süslü Vosvos’un güzelliğine gülümseyen yaşlı bir kadın vardı, patlama esnasında sanki bir sihirbazın dumanlı pelerini arasında yok olup gitti. Puff! Ayaklarım omuzlarımın üzerinde, başım gövdemden ayrılmış arka koltukta, olup biteni seyrediyor. İnce, sünmüş birkaç damar bağlıyor gövdemi başıma. Güller, papatyalar ve orkideler yan koktuktan fırlamış dağılmış sağa sola. Garip. Hislerimin de düşüncelerimin de farkındayım. Oysa daha ilk selamlaşmada beni darmaduman eden o ses hâlâ kafatasımın içinde yankılanıyor, küçük oldukları için patlamadan kurtulan kemiklerimi de titrete titrete kırıyor. Nedense korkmuyorum, hiçbir acı da duymuyorum. Sadece zamansız buluyorum ölümü. Zaten hangi beklenen zamanında geldi ki ölüm gelsin, diyorum içimden kendime. Biraz da sitem ediyorum, doğar doğmaz girdiğimiz ölüm kuyruğu tam çiçekler hazırken mi gelecekti, diye.
O sırada kırılan şişeden, damarlarımdan akan kanın aksine, ağır ağır köpük köpük boşalıyor. Kayınçonun âb-ı hayatı. Kesik yaralarımdan sızıyor içerime. Dudaklarıma sıçrıyor. Ölümün tadı bu mu, diye soruyorum. Bir parça çikolata mı yoksa birkaç damla tekila mı? Kokluyorum sonra ölümü, alkollü bir çiçek bahçesi kokuyor. Biraz da yanık...
Birden sağdan soldan insanlar koşuyorlar, bazısı ters bazısı yan dönmüş araçların etrafına. Nedense hepsini görüyorum, dedim ya farkındayım her şeyin. Kalkıp gidesim geliyor buradan. Yapılacak işlerim var. Daha annemleri alacağım evden, kız kardeşimi kuaförden. Tabii önce parçalarımı toplamalıyım yerlerden, mesela kopan elimi kaldırımdan. Kollarım kim bilir nerede?
Tüm bu düşünceler, hisler ya da adı her neyse tıpkı patlama gibi bir anda gerçekleşiyor. Ama sen ağır çekimde sindire sindire seyrediyorsun tüm olanları. Mesela Çingene çocukları sarıyor etrafımı, oldukça hızlı, içlerinden biri kaldırıma düşen elimi bulmuş, diğeri kayıp avucumu. Hepsi de benden hızlı. Avucumdaki yüzükleri cebellezi eden çocuk torpidodaki bilekliği de götürüyor. Uyanık. Ölüyorsun ne önemi var, diyeceksin. Eyvallah diyeceğim eyvallah! Ölüyorum ne önemi var. Helâl-i hoş olsun. Birkaç dakikalığına ünlü de oluyorum hem. Daha doğrusu elim ünlü oluyor. Feci sonumu tüm dünyaya göstermek için gelen kameralara kopan elimi sallıyor çocuklar. En az bir hafta akşam haberlerini meşgul eder bu görüntüler. Zaten bizim gibi sıradan insanların sadece ölüm haberleri verilir televizyonlarda. Çünkü en dikkat çekici hikâyelerimiz nasıl öldüğümüzdür. Bir ara sobadan zehirlenip ölenler modaydı, yazları da serinlemek için girdiği barajda boğularak ölenler mesela. Bense feci bir patlamada ölüyorum, bir terör saldırısında.
Elim, kameralara bağımsızlığının keyfini çıkarırcasına el sallamaya devam ediyor. Belki de o benden koptuğu için mutludur ama ben üzülerek gülüyorum sallanışına. Merhaba dünya, o benim siyasi emellere feda olmuş sağ elim. Sizi yeteri kadar tatmin ettiyse ve eğer çözüldüyse benle meseleniz ne mutlu bana! Zaten bir şekilde ölecektik ne önemi var değil mi? Eyvallah.
Siren seslerinin posamı çıkartan sesten geri kalır bir yanı yok. Ara mezürden çalıyorlar sirenleri. Kırmızı mavi ışıklar aydınlatıyor isi. Görüyorum, elimi sallayan çocukları kovalıyor birileri. Acaba, diyorum, annemle beyaz unum, ak güvercinim, elimden tanırlar mı beni? Tanırlar da üzülürler mi? Bir önemi yok!
O sırada teypteki sinek vızıltısına benzer sesler bir karıncalanıp bir netleşiyor. Ruhi Su, Bilmem şu feleğin bende nesi var parçasını usulca mırıldanıyor. Başımı vücuduma teyelleyen damarlar da parçalanıyor tam da bu sırada.
...sanki benim mor sümbüllü bağım var / zemheri ayında gül ister benden...
Sonra emniyet şeridi çekiyorlar etrafımıza. Kendimi güvende hissediyorum. Artık emniyetteyim. Bölük pörçük bedenimi koyuyorlar bir siyah torbaya. Bana ait olmayan bazı ayak ve kaval kemikleri de yanımda. Fazladan bir de kalp var. Acaba hangisi benim kalbim anlaması güç. Elimi de getirseler keşke. Tabii o şimdi başka torbada. Belki de ömrünce bir ele ihtiyacı olan birinin omzundadır. Böyle düşünmek beni mutlu ediyor. Unutuyorum ölümü bir süre. Zaten ölü müyüm yoksa diri mi onu bile ayırt edemiyorum. Eminim kör talihimle sıkışıp kalmışımdır ölümle yaşam arası bir yere. Çünkü öyle hızlıydı ki her şey ölüm meleğinin bile gözünden kaçmış olabilirim. Böylesi daha iyi aslında, günahım boldu zaten. Son zamanlarda façayı zar zor düzeltmiştik, paçayı kurtarmaya yetmezdi bu düzeltme. Hem neme lazım benim, sindire sindire ölüm? İllaki bir aksiyon olmalı.
Alışkın suratlarca buz gibi bir ortama alınıyor parçalarım. Oldukça kalabalık bir ortam. Benim gibi onlarca kemik ve et parçası var çekmecelerde. Soğuk ayrıca. Anlıyorum bu saatten sonra kasapların camekânlarındaki asılı etlerden bir farkım yok. Hazır parçalanmış hâldeydim, soğutuldum. Hatta daha tazeyim.
Az sonra çekmecelerden yüzü tanınır hâldeki ölüleri teşhis için çıkardılar. Bazıları sadece yanmış köz ve küllerden ibaretti. Aramızda benden daha şansız olanları da varmış demek ki diyorum, ceset bile olamamak. Ne denilebilir ki? Mesela “puff’’ olan yaşlı kadın gibi. En azından ben bir cesedim diye avunuyorum -evet ölüler de avunmak isterler- çekmeceden çıkarılırken. Sanki patlamadan keyif alan bir surat ifadesiyle kalmışım öyle (muhtemelen saldırının mesulleri de aynı ifadeyi takınmışlardır) sonra da sergi için dondurulmuş bu ifadem. Sergiye annemle babam gelmiş. Hoş gelmişler. Babam tanımadı beni ama her zaman baktığı gibi baktı. Soğuk, morg kadar soğuk. Tabii annem tüm çirkin hâllerimi bildiği için teşhisi koydu hemen, “Oğlum. Soner’im.”
Annem morg kapısından çıkınca, “Gülüyordu,” diyerek anlatıyor kardeşlerime cesedimi. Bu onları daha çok ağlatsa da hiç değilse ölümü gülerek karşıladığımı düşünüyorlar. Oysa nereden bilsinler, Sinan Özen eşliğinde kaliteli çikolata emerken gelen absürt ölümün surat ifadesi o. Poz vermeye fırsatım oldu da ben mi vermedim? Eğer bir ölüm pozu verecek olsaydım güleceğimi hiç de zannetmiyorum. Bakmayın siz benim müstehzi tavrıma, otuzunda tam da hayatının kadınını bulmuşken ölmek pek de keyifli değil aslında. Neyse çok da aldırmıyorum bu duruma. Sevdiceğim ak güvercinimi göremediğim için üzülüyorum sadece. Yine de beni bu hâlde görmemesi içimi rahatlatıyor. Zaten zar zor ikna etmiştim evliliğe. Tam tamına iki yıl üç ay peşinde koşmuştum. Az kahrımı çekmedi kızcağız. Sen de kabul edersin ki şimdi beni mezkûr ifadeyle görmesi hoş değil.
Herkes gitti. Morga ölüm sessizliği hâkim. Baş başa kalıyorum diğer ölülerle. Elim aklıma geliyor. Mutlaka bir yerlerde bir çekmecenin içinde. Üst katlarda insanların ayak sesleri duyuluyor. Anlayış göstermek lazım, ölümle yüzleşmek insan için zor tabii. O yüzden yaşarken ölenler de fiziksel ölüler de hep ayaklar altında. Gözümüz görmesin! Aşağı daha da aşağı, edna! Görmesin ki unutalım öldürdüğümüzü. Her ölüm bir cinayet değil mi zaten, hangi katil yüzleşmek ister ölüsüyle?
Cesedimi bana ait olmayan fazladan bir kalple birlikte defin işlemleri için hazırlıyorlar. Birkaç bürokratik işlem için hastanenin morg çıkış kapısında bekliyor bizimkiler. Sonra bir tabutla yüklüyorlar cesedimi cenaze arabasına. O sırada yeni ölüler geliyor bir değiş tokuş gibi.
Öldüğümde gökyüzü güneşliydi. Şimdiyse hava yağmurlu. Ağlamakta zorluk çekenler için müthiş bir cenaze töreni. Gözlüğe de gerek yok o kadar önemli bir şahsiyet de yok tanıdıklar arasında. Bu arada bana bu yolculuk sırasında hep cenaze dediler. Yeni ismim cenaze. Fena değil, cesetten iyidir. Ölünce insanın üzerine bir bilgelik çöküyor sanırım. Her şeyi hoş görmeye başlıyorsun. Ne de olsa herkesin tadını merak ettiği acı bir tecrübeye sahipsin. O yüzden cenaze aracında göremediğime de üzülmüyorum sevdiceğimi. Mezarlıkta bekliyordur, ağlamaktan heder olmuştur şimdi. İnsan ardından birilerinin gözyaşı dökmesini istiyor. Zaten aksi pek samimi değil. Çünkü “Arkamdan ağlamayın,” demek geride kalanları daha çok ağlatmaktan başka bir işe yaramaz.
Cenazem mezarlığa getirildiğinde yan yana, yok olmak için yeterli derinlikte iki çukur kazıldığını görüyorum. İkisi de sanki başka bir dünyaya açılan kapılar gibi hem karanlık hem korkutucu hem de heyecan verici. Etraftaysa kimisi ağlamaklı kimisi ifadesiz kimisi de salya sümük ağlayan insanlar var. Dünürler de salya sümük sınıfından buradalar. Az sonra, diğer çukurun kim için açıldığını öğrenince, ağlamak için yuvalarında duran sahici gözlere ihtiyaç duyuyorum. Parça parça olmuş cenazeme derin bir eza çöküyor, neyse ki yağmur benim yerime ağlıyor. Diğer çukur görmeye sabırsızlandığım sevdiceğime ayrılmış. Alışveriş için çıktığı çarşıda aynı patlamaya rastlamışız meğer. Yağmur şimdi biraz daha hızlı yağıyor. Hızlandıkça insanların ayak bileklerinden yukarıya doğru mezarlığın meyus havası yükseliyor. Güzel de kokuyor çünkü mezarlıklar sevdiğimiz insanlarla karışıp onlar gibi kokarlar. Ak güvercinimi, beyaz unumu, beyazlar içinde atıyorlar çukura. Ardından beni de. Biliyorum onun boyu, kilosu o kadar değildi; o da parça parça eksilmiş tıpkı benim gibi. Sonra üzerimizi toprak karanlığıyla örtüyorlar. Güller, papatyalar ve orkideler -ki söylemeyi unuttum, en sevdiği çiçekti- dikiyorlar toprağımıza. Sonra mezarlığa da bir ölüm sessizliği çöküyor, baş başa kalıyoruz sevdiceğimle. Bakıyorum ki benim kopan elim onun omzunda, onunsa kalbi yanı başımda.
Akşam Haberleri: “Evlilik hazırlığındaki çift feci patlamada can verdi. İşte çiftin yürek burkan hikâyesi.”
Fırat Haza
Etkileyici bir anlatım. Elinize sağlık.
Emeğinize ve yüreğinize sağlık. Çok güzel bir öykü olmuş:))
Çok güzel bir öykü