top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Fatih Parlak- Yer Yatağı

Sobanın yanına üşümüş enik gibi kıvrıldı çocuk. Islak ayakları harlanan ateşin ısısıyla gevşedi. İçerideydi artık. İyileşmeye yaklaşan bir hasta gibi sırtını duvara yasladı. Kolunun yeniyle sildi burnunu. Odanın camına sobada yanan kömürün ışığı vuruyor, tavanda yoldan geçen arabaların gölgesi uzuyordu. İş bitmişti. Mısır arabasını kömürlüğe sokmuştu. Yarının mısırlarını ayıklamış, mısıra sarılan kağıtları katlamış, maşayı yıkamış, bozuklukları ayarlamıştı. Okuldan sonrası için tezgâh hazırdı. Televizyon karşısında uyuklayan dedesinin kendisini fark etmemesi için saklanıyordu adeta. Ekranda durmaksızın konuşan kısık sesli adamdan karşıya çevirdi bakışını. Führer de oradaydı işte. Yere kaykılmış örtüsüyle köy evlerini andıran somyanın ucuna oturmuş, iş çıkışı bilardo oynadığından yorgun yorgun soluyordu. Sıyrılan beyaz çorabının ardından bileklerine kadar yayılan bacak kılları gözüküyordu. Çocuk buna gülecek gibi oldu ama korkusu baskın çıkıyordu. Hem boşuna Führer demiyorlardı ona. Sertti, somurtkandı amcası. Önüne gelenle kavga ediyor, neredeyse her akşam yakası paçası yırtık geliyordu eve. Şimdi gözü kapanmış horul horul uyumaya başlamıştı ya yine de korkuyordu ondan. Führer’e göz ucuyla bakıp nemli çoraplarını çıkardı. Sobanın demirine astı. Dedesi yatakta döndü, uyumuştu artık. Çocuk çöpten bulup kendine yakıştırdığı montunu da çıkardı. Kenarda ılıyan banyo suyunun yanına bıraktı. O da arkadaşları gibi uykudan önce televizyon izlemek istiyordu ama sıra gelmiyordu bir türlü. Üstelik sınıftaki arkadaşları ayıp bazı şeylerden bahsediyor, bunları hiç bilmediği için gülüyorlardı ona. Söylediklerine göre yabancı kanallarda bazı programlar vardı. Bunun için ayrıca bir uydu kumandası gerekiyordu ama hangisiydi bilmiyordu. Bazı geceler soğuktan herkesin bir arada uyuduğu bu sobalı odada tek başına kaldığını, gönlünce istediği programları izlediğini düşlüyordu. Yenişehir’den, Kurtuluş’tan gelen giyimi kuşamı farklı müşterilerin kendi aralarında yaptıkları bazı konuşmaları duyuyor ama bunlara bir anlam veremiyordu. Führer tezgâhı istasyon çıkışına kurduğundan gelen ve giden yolculardan bir sürü şey duyuyordu. Üreğil, Köstence, Saimekadın yolcuları başka, Hipodrom, Cebeci, Behiçbey yolcuları ise başka hikâyeler anlatıyordu. Bu anlatılanların hangisi doğru hangisi hayal, bu yolculardan hangisi nereye, niçin gidiyordu, anlamak mümkün değildi. Böyle sorular sorduğu zaman Führer kızıyordu zaten. “Sen işine bak, mısırını ver geç,” diyordu çene kaslarını oynatarak. Kovanın altında yeni tutuşan çıranın patırtısı odaya vurunca dedesi döndü. Ihlayarak bir tur daha dönüp yüzünü yastığa koydu. Führer de iyice yana kaymış, kafasını geyikli halının duvarına vurmuştu. Ağzı mısır koçanı gibi açılmış, geyiğin eğilip su içtiği nehre bakıyordu. Deli cesareti midir nedir, öğrenirlerse dayak atacaklarını bildiği halde ayaklanıp kumandaya yanaştı. Emin olmak için kazağının altına alıp bekledi. Sunucunun “ender gelişen Osasuna atakları” dediği noktada tuşlara basmaya başladı. Hiçbir şey anlamadı. Kurcaladı. Yanlış kumandayı almıştı. Diğerine baktı. Yerden alıp oynadı. Uydudan gelen kanalların değişik isimlerine baktı. Yabancı ülkelerin farklı insanları. Rusça, İtalyanca, Rumca… Bize benzemeyen, farklı şeyler konuşan farklı dünyalar. Bunlar da başka istasyonların insanları olmalı, diye düşündü. Acaba o ayıp şeyler nerede oluyordu? Hangi kanaldı bu? Rai Uno’da baldırı çıplak bir çocuk çiftlik evinde domuzların debelendiği bir çite doğru koşuyordu. Koşarken “mamma mamma” diye bağırıyordu çocuk. Sonra geri dönüp eve giriyor, evin odalarında dolaşıyor, dolaptan çıkardığı bir şeyi masanın üzerindeki ekmeğe sürüp yiyordu. O evler bu evlere benzemiyordu. Renkli mobilyalar, kapı önünde araba garajları, geniş banyolar, kadınların güzel kokmak için sıktığı parfümler, erkeklerin taktığı gösterişli kravatlar, lüks oteller, mağazalar, çayların kahvelerin içildiği kafeler, geniş bulvarlar, temiz kaldırımlar, kibar konuşan insanlar… Başka istasyonların başka insanlarıydı bunlar. Herkes böyle değildi kuşkusuz. “Dünyada mutlak eşitlik diye bir şey yok,” demişti öğretmenleri, o sıska bacaklı kadın. Peri elbisesi gibi parlak beyaz ceket giyen Nehir Hanım. “Afrika’da da doğabilirdiniz,” demişti. Führer, Nehir Hanım’ı sevmiyordu ama. Niye sevmiyordu acaba? Amcası bu kadının yalan dolan bilgilerle gençlerin beyinlerini uyuşturduğunu ve onları çalışmaktan da alıkoyduğunu düşünüyordu. Ve tabii öğretmenin yaşantısı buraya uygun değildi. Mahallenin çocuklarına kötü örnek oluyordu. Domuzların debelendiği çite doğru koşan çocuğu gösteren kanala geldi tekrar. Kanalların hepsini dolaşmıştı ama öyle bir şey yoktu. Neredeydi bu? Mısır satarken, teneffüste top oynarken, mahallede su savaşı yaparken anlatılanlar… Arkadaşlarından duyduğu o abuk subuk kelimeler, cins yakıştırmalar, ilginç ifadeler… Neydi bunlar ve nasıl öğrenebilirdi? Bunları artık ben de biliyorum diyerek gerinip yürüyebileceği, bu konular konuşulduğunda utanıp kızarmadan dimdik durabileceği bir konuma erişmek istiyordu. Zaten mahalledeki Katya hikâyesini de biliyordu. Yani duymuştu. Bir şeyler duymuştu ama... Şu Belaruslu kadın. Savaştan kaçtığı söylenen. Orada savaş yokmuş ama kocası başka bir savaşa katıldığından, bu kadının dul kaldığından söz ediyorlardı. Kadının bazı istenmeyen davranışlarının olduğu, mahallede görüldüğü, birileriyle sarmaş dolaş ya da sıkı fıkı konuştuğu ve bunun gibi şeyleri uyarılara rağmen yapmaya devam ettiği, ocak abisinin de bu kadına ayar verdiği… Zihnini neredeyse abluka altına alan bu anlaşılmaz ifadelerin yarattığı şaşkınlıkla Führer’e gitmiş, Führer bir daha bu konuyu açarsa ya da duyduklarını bir yerde anlatırsa kendisini eşek sudan gelinceye kadar döveceğini söylediğinden susmuştu. Eşek sudan ne zaman gelir acaba, diye düşünedurmuştu ardından. 

İsteği gerçekleşmeyen tüm insanlar gibi oflayıp pufladı çocuk. Şu kanalı bir türlü bulamıyordu. Sobanın üstünde yeniden kaynamaya başlayan çayın fokurtusu duyuldu. Yengesinin yıkayıp paklayıp duvara astığı bardaklardan birini çekti kendine. Bilekleri titreye titreye doldurdu çayı. Birazdan o da odanın ortasındaki döşeğe kıvrılıp yatacaktı. Kışın soğuktan koruyan eşek ölüsü gibi ağır işlemeli yorganın altına girince ferahlayacaktı. “İçim ısınsın,” diye düşündü yatmadan. Sınıfında kendisine imalı bakışlar atan Nurgül geldi aklına. Beden eğitimi dersinde eli koluna çarpmıştı yanlışlıkla. Gülümseyip uzaklaşmıştı çocuk oradan. İçerisi iyice ısınınca kumandanın off tuşuna basıp televizyonu kapattı. Döşeğinin üzerine uzandı. Kurumuş sidik gibi kokan yorganı güç bela çekti üzerine. Bu ağır yorganın altında dönmek bile ne kadar zordu. Gözlerini kapadı. Diğer istasyonlarda yaşayan zenginler, bilgili insanlar, kendileri gibi olmayanlar geldi aklına. Dedesi horul horul uyuyordu. Führer’in de soluması susmuştu. Kendini öylece bıraktı yatağa. Uykusu derinleşince vücudundan ılık bir ürperme yayıldı bacaklarına. Geyiğin su içtiği nehrin içine girmişti sanki. Uykusunda mutlu olmuştu çocuk.


Fatih Parlak

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page