top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Fatih Selvi- Kara Köpek Nerdesin?

Gözlerimin altındaki siyah halkalar bir uyuşturucu bağımlısı olduğumu düşündürüyor çoğuna. Konuşma esnasındaki boşluklarda dikkatleri hasbelkader gözlerimin çevresine takılırsa daha mantıklı, sakin ve neşeli görünmeye çabalıyorum. Bu da daha fazla yorgunluk ve can sıkıntısı demek. Şaka yollu keş olduğumu ima edenler oldu birkaç kez. Kimisi de alkolikliğimden şüpheleniyor. Ağzımı koklayanlar, geceden kalıp kalmadığımı anlamaya çalışanlar çıkıyor. Kendimi suskunlukla savunmak zorunda kalmak bir başka can sıkıntısı. Sağır ve duyarsız olmalıyım. Keşke bütün derdim şirketteki münasebetsizlere keş veya alkolik değilim rolü oynamak olsaydı.

Yedi ay önce bir çarşamba günü X-Man 22’yi izledikten sonra sinemadan çıkmış yürüyordum. Tatlı bir hava vardı. Önüme ezik bir kutu kola çıksa da tekmelesem diye geçiriyordum içimden. Ellerim cebimde, dudaklarımdaki mısır patlaklarından kalan yağlı tuzu yalayarak ıslıkla Fade To Black çalıyordum. Gecenin yapay derinliğine kaçmaya hazırlanan bir insan seli filmi yorumlaya yorumlaya arkamdan geliyordu. Keyfim yerindeydi. Altı yıldır tasarım mühendisi olarak çalıştığım şirkette terfi almak üzereydim. Bütün sinyaller bu yöndeydi. Genel Müdür Gürol Bey sırtımı sıvazlayıp duruyor, bana güvendiğini ima eden bir dünya laf ediyordu. Beğendiğim kızlarda zorluk yaşadığım hiç söylenemezdi. Evimin taksitlerini bitirmiş, arabamınkini de bitirmek üzereydim. Ara ara ağzımın ekşimesi haricinde sağlık sorunum yoktu. Daha ne olsun denilebilecek kadar genç ve başarılıydım. Aklımdan bunlar geçerken epeyce yükselmiştim anlayacağınız.

Katlı otopark gişesine ödememi tam yapmıştım ki birdenbire kafa içimdeki sonsuz ilintiler yumağında tuhaf bir boşalma oldu. Garip bir andı. Çocukluğumdan beri peşimi bırakmayan o “bir eksiklik duygusu’’ ilişik olduğu köşeden sökülmüş, içimin derinliklerinde gözden kaybolmuştu sanki. Peşimi hiç bırakmayan ve başarı hırsımı tahrik eden o daimî gerginliğim son bulmuştu. Her şey tamama ermiş gibiydi. Öylesine canlı bir psikolojik eşik aşımıydı ki bu. Mükemmel olmak gibi kabulden başka bir şey olmayan o duygu önünde sonunda gelip beni bulmuştu. Sıkışıkken birden gevşetilen bir kolda kanın yayılmasıyla oluşan sıcaklığın bir benzerini beynimde hissediyordum. Arkamdaki aracın kornasıyla irkildim. Dalmışım. Yolda yeni durumumu iyiye mi kötüye mi yormalıyım diye düşündüm durdum.

Buraya kadar anlattıklarım size saçma gelebilir, bir bakıma da öyle zaten. Kişinin X-Man 22’den çıktığı bir gece vakti tuzlu dudaklarını yalayıp tekmeleyeceği bir teneke kutu ararken zihinsel bir zincirin boşalmasıyla kendini bir anda mükemmel hissetmesi fakat bunun hep hayalindeki şey olduğundan şüphe duyması kulağa nasıl mantıklı gelebilir ki? Ama böyle gelişti işler.

Eve gelince internette birkaç saat aylaklık ettim. Uyku vaktim geldi, pijamamı giydim, banyoya gittim. Avurtlarımda kabaran fırçayla aynadaki mükemmel adama baktım. İri güzel gözleri, düzenli dişleri vardı. Her yanından gençlik, zekâ ve kusursuzluk akıyordu. Biraz rahatsız edici bir tabloydu. Dilimi çıkararak gözlerimi şaşı yaptım, komik bile değildim. Dikkatle kaşımın üstündeki yara izine baktım. Etkilenmedim. Yatağıma döndüm, saati yokladım. 23.01 Telefondan alarmı kurdum. Her zamanki gibi saniyeler içinde uykuya dalmak niyetiyle parmağımı şıklatarak ışığı kapattım.

Günün kalıntılarını aklımda parça parça düne çevirirken oldukça fazla zaman geçtiğini sanarak saate baktım. 23.07 Telaş yapmaya gerek yoktu. Öbür yanıma dönerek gözlerimi kapadım. Sabah asansörde karşılaştığım sarışının gülümsemesi geldi aklıma. Öncekilerden farklı mıydı acaba? Biraz daha temkinli kalmakta fayda vardı. Patronun bende kendi gençliğini görürcesine baktığını sezdiğim bir an, X-Man 22’de osuruğuyla birkaç dönümlük alandaki herkesi bayıltan karakter, annem yarın erken gel sarma yaptım deyince tut da gitme, eve bir kedi mi almalıydım, tüyleri, kokusu, maması, bakımı şimdi, gömleklerim azalmış mı ne, yeni birkaç tane, kaliteli olsun, liseden Timur ne ukalaydı, iki resim çizince kendini dâhi ressam.

Çok daha fazlası vardı elbette ama vızır vızır işleyen o trafikten yakalayabildiklerim bunlardı. Baktım olmuyor, ayaklanıp mutfağa gittim. Melisa çayı demledim kendime. Pencere kenarına bir sandalye çektim, alnımı cama yasladım. Geceleyin on dördüncü kattan aşağıya bakmak insanın yalnızlığını derinleştiriyordu. Otoyol uzaktan isli bir duvara yerleştirilmiş hareketli led ışıklarını andırıyordu. Hâlâ uyumamış olmamı, uyku tarafından onarılmak için kendimi yeterince eksik hissetmememe yordum. Saatler ilerledi. Yorgunluk, gözlerde batma, alnın ortasından başlayan gergin bir ağrının gözlerimin arkasına doğru kayarak orada yoğunlaşması peşi sıra geldi. Güneşin uyanıp uzaklardaki iki gökdelenin arasından Ataşehir’e uğramaya hazırlanışını anbean izledim. İş vakti gelince tıraş olup duşumu aldım. Yüzüm, gözlerim yanıyordu. Uykusuzluğun ilk gün hediyeleri. Hafif öfori hâli, vücudun her tarafında gittikçe artan bir ağırlık. Kendimi bıraksam uyurum sanıyordum. İşimi aksatmamak için uyanık kalma çabamın komikliğini sonradan anlayacaktım. Öğleni sert kahvelerle getirdim, akşamı daha sertleriyle. Mesainin sonunda derin bir oh çekip aceleyle işyerinden çıktım. O akşam annemin yanına gidecektim, bir hafta önceden sözleşmiştik. Arayıp üzgün bir ses tonuyla hasta olduğumu, dinlenmem gerektiğini söyledim. Yazıklandı. Onun hayal kırıklığını pek umursamadan arabama atladım. Trafikte gözlerim kapanmasın diye pet şişedeki ılık suyu kafamdan aşağı boca ettim. Eve girdiğimde tuvalete ucu ucuna yetişen ishalliler kadar telaşlıydım. Yatak odasına dalıp öylece yüzüstü yatağa bıraktım kendimi. Vücudumun isteklerine kayıtsız şartsız uyuyordum aklımca. Kalbim kaburgalarımın arasından fırlayıp ortalığı mahvedecek sanıyordum. Öylece uykunun dipsiz kuyusuna düşmeyi bekledim. Bir misket gibi. Uyku sonunda gelecek, beni unuttuğu yerden söküp alacaktı. Kaslarımı okşayan yorgunluğun acı tadı, kumlanmış göz kapaklarımın açılırken ettiği itirazlar bile bana hiç yardımcı olmadı. Yatak ritüellerine uymayınca Uyku Hazretleri durumu garipsedi galiba diye düşündüm. Üstümü başımı, ayakkabılarımı çıkarıp don atlet kaldım. Perdeleri çektim, örtünün altına girdim. Kafamın içindeki çok odaklı cızıltılara kapıldım yine. Geldi kahveler, kupanın üstünde Yaz. Müh. Buğra Karatan, leke, kâğıdın ortasında güneş tutulması halkası, asansördeki sarışın yine gülümsüyor, yoksa? Annemi de üzdük, gitti sarmalar, storlar güneş geçirmez iyi ki, böyle anneannemin kadife koltuklarının arkasında püsküllü perde sallanır, kapı açılınca pencereden giren rüzgârla karnı şişen bir deve benzerdi, korkutucu, hangi filmde vardı böyle hayalet perdeler, bir kitapta?

Sabaha yine gözümü kırpmadan ulaştım. Mesaide bir önceki güne nazaran daha da derinleşmiş uykusuzluk semptomlarını kanıksamaya çabaladım. Macun gibi sıvanıp kalmak istiyordum koltuğuma. Sunumumun ortasında, toplantıda not alırken, özel müşterilerle sistem analizi konuşurken pat diye masaya yığılıp derin uykulara dalmaktan korkuyordum. Otuz saate yaklaşan uykusuzluk gittikçe vücudumu mengene gibi sıkıştırır oldu. Her tarafım ağrıyordu. Yine de zihinsel direncim henüz yerindeydi. Uykusuzluğun biriktikçe zorlayıcılığı artan bir hazır hissetmeme hâli, zihnin kapanış müziğini seçemeyişi olduğunu düşünüyordum. Silinebilir, ufak bir sistem hatasıydı olanların hepsi. Kesinlikle öyleydi.

Tek bir saniye bile uyumadan işe vardığım o ikinci günde mesai sonuna doğru bir dakika sürmeyen göz açık uyku nöbetleri geçirmeye başladım. Bu tür uykular insanı dinlendirmiyordu, aksine iskeleti alınmış bir koyun gibi koltuğuma yığılmıştım. Rüyalar arasında uyanıklık molaları veriyordum. Gerçeklik on numara miyop bir gözlüğün arkasından boz bulanık cereyan ediyordu resmen. Odaya giren çıkanlar benim yerimde oturan biriyle anlamadığım saçma sapan bir plaza jargonuyla konuşup gülüşüyordu. O yakışıklı vücudumun yakınlarında, odada olan biteni izlemeye ve işitmeye mecbur bırakılmış biriydim. Yerimden kalkmadan, kapalı kapı ve duvarlardan geçerek yaramaz bir hayalet gibi koridorları turluyor, diğer odalarda dönen fırıldakları merakla izliyordum. Kimileriyle karşılaşmamın ve başımdan geçen bazı enstantanelerin önceden gerçekleşmiş olduğundan şüphe ediyor, dejavu üstüne dejavu yaşıyordum. Ara ara, yorgun göründüğümün söylenmesi haricinde işlevselliğimle ilgili henüz bir garipseme veya uyarıya maruz kalmamıştım. Çevremdekilerin nezaketinden miydi yoksa benim kamuflaj başarımdan mıydı bu, emin değildim. Bir şekilde idare edebildiğime inanıyordum ama.

İşten eve vardığımda uyuyamayacağımı bilsem de storu kapayarak soyundum. Sırtüstü yattım, tavanı izlemeye koyuldum. Göz kapaklarımı kırpmayarak uyanıklığımı cezalandırmaya çabalıyor, bunların neden başıma geldiğini düşünüyordum. Kendimi güçsüz hissettiğim o anlarda perdenin koyu siluetinden köpeğe benzer bir karaltı yerinden fırladı, tavanı kat edip karşı duvarda yok oldu göz açıp kapayıncaya kadar. Korkuyla doğruldum. İyice saçma bir hâl alan uykusuzluğuma lanet getirerek öfkeyle dişlerimi sıktım. Kendimi yumruk yemişçesine yatağa bıraktım. Kara köpek kaybolduğu yerden yine ortaya çıktı ve tavanda kelebek kovalar gibi dolanmaya başladı. Pürdikkat izledim. Çılgıncasına oraya buraya koşturuyordu. En son aklımda kalan görüntü perdeye doğru küçülerek uzaklaştığıydı.

Gözümü açtığımda ağzım kupkuruydu. Sessizdeki telefonuma uzandım, gözlerime inanamadım. Tam otuz iki saat uyumuştum. Elimi havaya kaldırdım, parmaklarımı açıp kapattım. Vücudum pelteye dönüşmüş, hafiflemiş, ağrılar gitmişti. Kafamdaki uğultu, gözlerimin arkasında konumlanan basınç yoktu. Perdeyi sonuna kadar çektim. Dev şehir ışıl ışıldı. Pencereyi açarak İstanbul’un koltuk altlarından sızan egzoz kokusunu içime çektim. Acayip derecede acıkmıştım. Fırına dondurulmuş iki büyük boy mozzarella peynirli pizza attım ve yanına şişe kola açtım. Tıka basa doyunca kanepeye uzandım. Hayatımda yediğim en güzel pizzanın sıcacık yaşam zerrelerini midemden damarlarıma ve oradan da tüm vücuduma dağılışını santim santim takip ettim.

Pazar gününü sabahtan akşama kadar Kadıköy’de geçirdim. Vapurların geliş gidişini izledim, boğa heykeline kadar yürüdüm, Moda’daki yat koyunda dolandım. Hilmi’yle Kadıköy rıhtımında buluştuk. Ada Büfe’de ikişer sosisli gömdük, kıyıdaki bir bankta günbatımını izledik. Müthiş keyifliydi her şey. Rutinime döndüğümü sanmaya öyle istekliymişim ki gece uykusuzluğun beni yeniden bulmasına düpedüz şaşırdım. Yatakta dönüp durdum, kalktım kapı, pencere açtım. Zihnimin sel sularının getirdiği alüvyonları kurcaladım biraz. Muhabbet Kuşumuz öldüğünde düzenlediğim törenle onu gömdüğüm mezarı hatırladım. On üç yıl öncesiydi yahu, basket potasına asılarak düşüp bileğimi kırdığım seneydi, bileğim acıyordu üstüne çok yatmışım tam otuz iki saat, Moda sahilinde yatları dizmişler yan yana bak havalarına, şirkette bir gün genel müdür olsam ya, ne eksiğim vardı ki? Bir köpek. Evet, kara bir köpek eksikti! Sevinçle yatağımdan doğruldum. Köpeğin bir marifeti olabilirdi. Tavana dikkat kesildim. İlkin hayvanın nereden geldiğini hatırlamaya zorladım kendimi. Köpeğin ziyaret ettiği esnada hangi pozisyonda olduğumu çıkarmaya çabaladım. O anda aklımdan geçen düşünceleri bile. Ne yapsam olmadı. Saatler geçti, güneş storun ucundan çekingence içeri sızdı. Sabah olmuştu ama kara köpek gelmemişti.

Öylece mesaime gittim. Başa sarmış gözde yanmalar, vücut ağrıları ve kafamda uyuşuklukla evime döndüm. Yatağa girdiğimde umutsuz sayılmazdım. Sabaha yine gözümü kırpmadan ulaştığımdaysa sinirlerim iyiden iyiye laçkalaşmıştı. Kara köpeğin bir gölge, bir hayal olduğuna kanaat getirip kendime kızdım. Yılgınca hazırlanıp işime gittim. Aynı şarkılar, aynı nakaratlar... Eve perişan döndüm, yeniden kırk sekiz saatlik uykusuzluğa ulaştım. Vücudumu iş olsun diye yatağa bırakmıştım ki kara köpek neşeyle fink atmaya başladı tavanda. Sevinçten ağlamanın nasıl bir şey olduğunu o dakika tattım. Sevimli hayvan o köşeden bu köşeye koştururken dalmışım. Yirmi üç saatlik bu uykunun sonu kapıya sertçe vurulmasıyla geldi. Apartman görevlisi iş yerimden yoklanmam istendiği için rahatsız ediyordu. İyi miydim? Bir problem yoktu ya? Hemen Gürol Bey’i arayıp annemin kalp krizi geçirdiğini o gece ve ertesi gün acil serviste olduğumu ve bu sebeple telefonuma bakamadığımı söyledim. Daha önceleri hiç işe gitmezlik yapmadığımdan inanması zor değildi. Fakat uykusuzluğun kariyerim için ne denli büyük bir tehdit olduğu tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştı.

Üç güne kadar uzayabilen bu uykusuzluk periyotlarının sonu, kara köpeğin tavanımı ziyaretiyle geliyordu her zaman. Birkaç haftayı böyle geçirdim. İştekilerin bende bir problem olduğunu sezdiklerini fark edince kökten bir çözüm bulmaya karar verdim. Biraz interneti araştırdım. İşinin ehli olduğuna kanaat getirdiğim psikiyatrist Cengiz Bey’den randevu aldım. Kara köpeğin ağır uykusuzluk sonucu ortaya çıkan bir halüsinasyon olduğunu, ama benim şartlarımda ruhsal bir hastalığa denk düşmediğini bu sayede öğrenmiş oldum. İki ay süren uyku terapileri ve ilaçlı tedavilerdense pek bir fayda görmedim. Haplar çoğunlukla beni sersemleştirdi ya da iş performansımı düşürdü. Neyi denediysem çare olmadı.

İki gün önce Pug cinsi kara bir köpek almayı akıl ettim. Bir de böyle deneyeceğim. Bu gürültücü yaramazın tavandakiyle arkadaş olabileceğini umut etmek çaresizliğimi özetler gibi görünse de sonuçta bütün bu uykusuzluk serüveni zihinsel süreçlerdeki bir sapmadan ibaret değil mi? Denemekte bir mahsur yok, diye düşünüyorum. Pes etmeyeceğim ama durumumun pek parlak olduğu da söylenemez. Hayatım artık kara köpeği tavanda gördüğüm anlar arasındaki dramatik eğride salınmakla geçiyor. Önce hiç olmadığım kadar mutlu olarak, peşinden hiç olmadığım kadar perişan olarak.


Fatih Selvi

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page