Hayal meyal hatırladığım o mesut larva zamanlarımda küçük, sevimli, oynak ve şişman vücudumla altıgen odamın içinde dolanır durur, işçi arıların getirdiği nefis polenlerle, birazcık da arı sütüyle doyar, yan gelir yatardım. Kimsenin itip kakmadığı, iş buyurmadığı ne hoş günlerdi.
Zamanla vücudumda değişiklikler olmaya başladı. Rengim koyulaştı, gövdemin yanlarından kanatlarım büyür oldu. Kıçımdaki ufak çıkıntı günbegün uzadı ve on altıncı günde tastamam bir işçi arı oldum. Derhal üç gün sürecek kovan temizliği işine verildim. Üç haftalık kovan içi hizmet zorunluluğu dolayısıyla sırasıyla atandığım; larva bakıcılığı, petek onarım işçiliği, sarı arılara karşı savunma ve infaz memurluğu görevlerinde çalıştım. Hepsinin farklı zorlukları vardı. Sarı arı saldırılarında iki sarı arı öldürünce bir hafta arı sütü ile ödüllendirildim. Ertesinde bal, polen toplayıcılığı zamanım geldi. Gerçek zorluğun ne olduğunu henüz bilmediğimi acı acı öğrenme zamanı yani. Daha yeni pıtrak atmış güçsüz kanatlarıma aldırmayan Şef Bızbız, sırtıma tekmeyi basıp, “Haydi hayırlı işler sana Vızınık,” deyip beni kovandan postaladı. İlk başta ne yapacağımı bilemedim. Diğer arıları izleyerek görevimin ne olduğunu çözmeye çalıştım. Bir işçiyi gözüme kestirip takibe koyuldum. Uçtu, uçtu gidip sonunda beyaz bir çiçeğin ortasına kondu. Kollarını mis kokan kumumsu bir maddeye daldırıp ağzındaki bir keseye tıkıyordu. Polenin toplanmadan önceki halini de görmüş oldum böylelikle. Yorgunluktan perişan vaziyette yanına yaklaşınca hışımla geriye dönen arın mızrak gibi iğnesini kafama doğru salladı. “Toz ol ufaklık, bu çiçek benim!” diyerek terslendi. Bu ilk başarısız denememle anında toz oldum.
Kendime sahipsiz bir çiçek bulmaya çalışıyordum fakat hangi çiçeğe konsam ya bir sahibi vardı ya da poleni tüketilmişti. Açlıktan sersemlemiş, boş boş vızıldarken yanıma bir işçi yaklaştı, ağzıma biraz bal püskürtüp uzaklaştı. Gözlerim doldu, duygulandım bu jest karşısında. Katı kovan kurallarına rağmen, en basit bireylerin canlarının bile zannettiğim kadar önemsiz olmadığı anladım. Kendimi toparlar toparlamaz çiçek arayışlarına devam ettim. En nihayet iyice sapa bir tepede haşmetli bir gökdelenin tepesindeki mor bir saraya benzeyen deve dikeni çiçeğine rastladım. Bu mor kuleciklerin tepesine kafamı sokarak hayatımın ilk balını toplamış oldum. Kesemi tepeleme doldurup neşeyle kovanıma doğru yollandım. Kovana geldiğimde yorgunluktan ölüyordum. Şef Bızbız, kesemi yarım petek gözlerinden birine boşaltıp, “Aferin evlat, hadi tekrar, marş marş!” diyerek kovandan attı beni. Olacak iş değildi. Çok kızdım ama disiplinden asla ödün vermeyen ve tembelliği anında cezalandıran kovan kurallarına karşı gelmek olanaksızdı. İşe yaramaz, tembel erkek arıların nasıl teker teker infaz edildiğini iyi biliyordum. İyice yaşlı, kanadı kopmuş, yaralı arıların da derhal öldürüldüğüne bizzat şahit olmuştum. Vızlaya bızlaya aramalara tekrar başladım. Zor zahmet akşamın çöktüğü ana kadar çalıştım durdum. Yorgunluktan bayılacak kadar bitkindim. Susuzluğumu yeni sulanmış bir tarladaki pancar yapraklarının üstünden giderdim. Hava iyiden iyiye karardığında arıların akın akın kovana dönmeye başladığını fark ettim. Aralarına katılıp kendimi peteğin birine zor attım ve bir köşeye yığıldım. Kumanyamız dağıtıldı. Karnımız tam doymadan kovanca hemen uykuya daldık.
Günler ilerledikçe kovandaki sistemi daha iyi öğrenmeye başladım. Bir işçiden iki kat daha büyük kraliçe, otuz bin kovan sakininin mutlak lideriydi. Sadece arı sütü ile tıkınarak sürekli boş peteklere yumurtluyor, devamlı bal kıtlığı çeken kovanın içinde dolanıp duruyordu. Biz işçilerse üreme işleri harici bütün görevleri yerine getiriyorduk. Yönetilen, emre itaat eden çoğunluktuk. Son grup olan erkek arılar, azınlıktaydı ve damızlık olarak üremede görev alıyorlardı. İğnesi olmayan, bal toplamayan, inşa ve temizlik işlerine katılmayan bu arıları, işçi arılar hiç sevmezdi.
Bir de kovanın sahibi Musa vardı. Anlatılana göre, önceden aldığı üç kovan bakımsızlıktan sönünce boş kovanlarını öylece tarlada bırakmıştı. Ertesi sene bizim kraliçenin de içlerinde olduğu başka kovanlardan kaçan oğulların tesadüfen onunkilere yerleşmesiyle tekrar üç kovan sahibi olmuştu.
Uzun çalışma saatlerinin sonunda kovanımıza vardığımızda yiyecek balımız hep az olurdu. Musa arada bir uğrayıp balımızı anında süpürüyordu. Bize karnımızı doyuracak balı bıraksa yeterdi ama onun, arılar açmış, susuzmuş umurunda bile değildi. Bu sebeple işçilerin çalışma saatleri gittikçe artırılıyordu. Açlık çeken bazı işçiler, larvalara vermeleri gereken balları gizlice yiyor, yakalanan bazıları derhal öldürülüyordu. Hatta bazen larvaları veya yumurtaları yemeye kalkışan, açlıktan gözü dönmüş arılara rastlanıyordu. Onların da sonu idamdı.
İnsan soyunu daha önce bahçelerinden fasulye, biber domates çiçeğinden balözü toplarken görmüştüm. Arılardan pek hoşlanmadıkları ve çoğunun bizden korktukları belliydi. Kovanda hepsinin bir olmadığı, kimi arıcıların arıları gayet iyi beslediği anlatılırdı. Bazı yabancı bal arılarının gayet etli butlu olduğunu zaten görüyorduk. Bizdeki kıtlıktan bahsettiğimizde şaşıyorlardı.
Musa’yı ilk defa otuz sekiz günlük yaşlı bir arıyken gördüm. Saçı sakalı birbirine karışık, kara kuru, bıyıklı, kırk yaşlarında bir adamdı. Ben o esnada Devekaya çevresindeki ayçiçeklerinden, gelinciklerden ve minelerden topladıklarımı kovanıma getiriyordum. Kanatlarım artık eskisi gibi güçlü olmadığından dolayı yakın görevlere verilmiştim. Sonumun yaklaştığını hissettiğim zamanlardı. Musa, yakındaki pancar tarlalarından birini sulamak için gelmiş öylesine bir kolaçan etmek için de kovanlara bakıyordu. Bal olmadığını görünce bastı gitti.
Bir on beş gün sonra tekrar geldiğinde kovanın yarım çerçevelik balını da kaptığı gibi götürdü. O geceyi tamamen aç geçirdik, yumurtalar ve larvalar günlerce beslenemedi ve çoğu öldü. Tam bir kıyımdı. Olağanüstü hâl kararı alan kraliçe, kovanda küçülmeye gitti. Erkek arıların yarısını, işçi arıların da en yaşlılarını öldürttü. Bağıran, vızlayan, yalvaran arılar öldürüle öldürüle kovan adeta bir ceset tarlasına dönüşmüştü.
Epey yaşlı olmama rağmen önceki çalışkanlığım ve cesaretimi bilen şeflerimin olumlu referanslarıyla hayatta kalmıştım ama ölmek değildi asıl problemim bundan sonra. Kafamı bizi felakete sürükleyen o adama takmıştım. Ertesi sabah sevdiğim arkadaşlarımla vedalaşarak bir daha sonsuza kadar dönmemek üzere kovanımdan ayrıldım. Yuvamızda geçirdiğim acı tatlı bütün günlerim aklımda cirit atıyordu uzaklaşırken.
Güdülerim beni ilk başta köye doğru yönlendirdi ama Musa’nın evini bulmam gerektiği kafama dank etti. Musa’nın pancar tarlası oldukça yakındaydı. Tarlaya gidip su tabancalarının üzerindeki kokusunu içime çektim ve iz sürmeye başladım ve köye doğru ilerledim. Önüme dağ dağ sığır pisliklerinin yığıldığı bir gübrelik çayır çıktı. Köyün sırtını verdiği tepeye doğru kokuyu takip edip sazlıkların ve dev otların arasında güçlükle fark edilen bir derenin üstünden ilerledim. Koku çok güçlendiğinde hedefime yaklaştığımı anladım. Önünde bir sürü kazın ve yaşlı, irice bir köpeğinin olduğu evde yaşadığına emin oldum. Sakince yaklaşıp etrafı yokladım. Evde iki çocuk ve yaşlı bir çift vardı. Vızıltımı duyunca çocuklardan biri dürdüğü gazeteyle hemen saldırıya geçti. Birkaç atağını savuşturarak pencereden kaçıp güvenli bir yer buldum ve beklemeye koyuldum.
Birkaç saat sonra traktörüyle Musa göründü. Römorku saman balyaları ile tepeleme doldurmuştu. İyice yaklaşmasını bekledim. Traktörden indiğinde ensesine sinsice yaklaştım ve tek sıkımlık iğnemi güneşten kauçuklaşmış derisine geçirdim. Musa elini ensesine attığında ben iğnemi orada bırakıp yere çoktan düşmüştüm.
Musa, şu an fenalık geçiriyor yatırıldığı otlarda, görüyorum. Dolaptan yoğurt getirmeye koştu karısı Ayşe. Ensesi, yüzü hızla şişti, gözlerinin etrafı kabardı. “Nefes alamıyorum!” diye bağırıyor. Çok korktuğu belli. Telaşı aklıma kovanda kimin öldürüleceğini bilmeden dehşetle bekleyen ve kanatları titreyen yaşlı işçileri getiriyor. Belki kurtulur veya o da benimle ölür, fark etmez. Tabiatın kusursuz dengesi Musa’ya bir bedel belirledi, o da bunu ödüyor. Benim bedelimse son soluğum huzur içinde verilirken ödenecek.
Bir kahraman olarak anılmam zor. Gerçekten beni hatırlayacak birilerinin çıkmasıysa şüpheli. Öylece ölüyorum ama huzur içinde, yorucu da olsa hep yapmam gerekeni yapmış olarak.
Işığım azalıyor. Bir karınca çaresiz bedenimi kazanca dönüştürmek için kıskaçlarını kafama geçirdi. Düzen kusursuzca işliyor, çark bir ninni gibi başucumda dönüyor, dönüyor, dönüyor, dönüyor, dönüy...
Fatih Selvi
Comments