Dicle Nehri’nin güneyinden Suriye’ye, doğusundan Irak’a sınırı olan, çoğunluğu oyma taşlardan yapılmış, koca avlulu evlerin bulunduğu bu köyde doğdum. Çiçek Mehmet’in oğlu olarak bilirler beni. Babam vakti zamanında evin avlusunun dört bir yanını rengârenk çiçeklerle donatınca köylü, Çiçek Mehmet olarak anar olmuş. Buruşmuş ellerinde kocaman benler belirmeden, henüz genç denebilecek bir yaşta kaybettik babamı. Öyle görünürde bir hastalığı da yoktu. Allah’ın sevmediği, doksanına merdiven dayamış yaşlıların bir ağızdan, Allah sevdiği kullarını erkenden alırmış yanına, deyişlerine sığınıp mukadderat deyip geçtik. Evin en büyüğü olarak annem ve üç kardeşimle kalakaldık.
Liseyi birkaç sene uzatarak zar zor elime diplomayı tutuşturabilmiştim. Rahmetli okumam için az emek vermedi ama benden olmayacaktı, belliydi. Baktı ki okuyacağım yok, üniversite hayali yalan oldu, aldı borç harç içinde sıfır model bir traktör, koydu beni tarlanın başına. Ürünlerin ekim zamanından tohum kalitesine, baş gösterebilecek hastalıklardan bu hastalıklara çare zirai ilaçlara kadar birçok şeyi zamanla öğrendim. Tek sorun kışın hırçınlaşan Dicle’nin yazın buhar olup uçmasıydı. Suyun yetersiz kaldığı yerlerde su kuyularıyla bir şekilde çarkı döndürüyorduk. Başlarda bu çarkı döndürmek oldukça kolaydı. Zamlanan elektrik, mazot, gübre, tohum fiyatları derken krizin kucağında kalakaldık. Ziraatın hiçbir kıymeti kalmamıştı zaten. Koca sene çilesini çektiğimiz ürünü gülünç bir fiyata satıyor sonra da ağzı açık bir şekilde piyasadaki etiket fiyatlarına bakakalıyorduk.
Bir yandan ek işlere el atmayı düşünmüyor değildim. Hamallık ya da kaçakçılık dışında bir seçeneğim olmadığını düşünsem de bu düşünceleri hiçbir zaman eyleme geçiremiyordum. Allah bir kapıyı kapatır ötekini açarmış, hasta olacak adamın ayağına doktor gelirmiş ya da bu önermeyi destekleyecek minvalde birçok deyiş gelip beni bulmuştu.
Kâmil amcam kalın kaşlarının altında terlemiş gür bıyıklarının kapladığı dudaklarında ince bir gülümsemeyle hiç beklemediğim bir anda hiç beklemediğim bir ortaklık teklifinde bulundu. Irak’a gıda ve tekstil ürünlerini ihraç edeceğimiz bir şirket açmayı düşündüğünü, sevkiyat için araçları, malları, anlaşma yapılacak şirketlerin hazırda olduğunu, sadece benim ortaklığı kabul etmemi beklediğini söyledi. Aslında kendisiyle ortak olmak isteyen birçok kişi olduğunu ama onun beni düşündüğünü de ekledi.
“Amca biz ticaretten ne anlarız ki? Bildim bileli ekip biçeriz sadece,” diye haklı bir soru attım ortaya.
“Ne eksiğimiz var bizim diğerlerinden yeğenim? Evelallah üstesinden geliriz elbirliğiyle.”
Olabilirdi. Belki de dediği gibi üstesinden gelirdik ama bu işe girişecek bir yastık altı birikimim de yoktu.
“Dediğin güzel de amca benim bu işe koyacak param yok, biliyorsun. Kenarda köşede birikmişim de yok. Arsayı satacak olsam, şuncacık yer zaten ne çıkar ki oradan gelecek parayla. En azından iyi kötü idare ettiriyorum,” deyip iki elimi çaresizce açtım.
“Arsa dursun yeğenim. Sat şu traktörü, gel kuralım şirketi. Bunca sene tarlada perişan oldun. Biraz da masa başında otur, dinlen. Ticarettir tabii, imkânı yok da hadi diyelim ki tutturamadık, çektik iflas bayrağını, o zaman benim traktör ne güne duruyor? Alır sürersin tarlanı yine.”
Bu riski almaya cesaretim yoktu. Bu muhabbet annemin yanında da üç beş kere daha açıldı. Annem çekti beni bir köşeye, “Oğlum, ne anlarsın sen ticaretten he? Çok şükür karnımız tok, sırtımız pek. Tabii amcanın tuzu kuru. Onca mala mülke güveniyor adam. Ya biz?” diye haklı bir sitemde bulundu. Haksız değildi ama koca seneyi tarlada geçirip birkaç kuruş için onca emek vermekten usanmıştım. Ne ekersek onu biçemiyorduk. Öyle bir zamandaydık.
Annem bunların farkına mı vardı yoksa içine bir şey mi doğdu bilmiyorum ama yaptığı konuşmanın arasına çok bir zaman girmeden, “Sen bilirsin oğlum. Allah rızkımızı elbette bereketlendirir,” diyerek topu bana attı. Bu sorumluluğun verdiği huzursuzlukla günlerce doğru dürüst uyuyamadım. Buna son vermek adına sattım traktörü, kurduk şirketi.
Şirket dediğimize bakmayın. Beton bir zeminin etrafını çevrelediğimiz tuğladan oluşan tek göz oda ve bir de tuvaletten ibaretti. Dış cepheye kaba bir sıva yaparak özen göstermesek de içeriyi yeni koltuk takımı, kestane rengi ofis masası, deri sandalye, küçük boy buzdolabı, kavurucu sıcaklarda içeriyi serinletebilecek salon tipi klima ve birçok ıvır zıvırla donattık.
İşler tıkırında, beklediğimizden bir hayli iyi gidiyordu. Annem bu iyi gidiş haline bir taç ekleme isteği duyarak beni evlendirmeye niyetlendi. O güne kadar arada bir düşünsem de hiçbir zaman ciddi bir zemine oturtamadım bu düşüncemi. Köyden, rahmetli babamın da yakın dostlarından Turgut amcanın kızı Songül’ü münasip görmüş annem. Başlarda oralı olmadıysam da annemin diretmesine daha fazla karşı koyamadan, konuşmaktan ne zarar çıkar, diyerek görüşmeye başladım. Utana sıkıla kaçırılan gözlerden, sonu gelmez muhabbetlere yürüyen bu süreçten üç ay sonra evlendik.
Her güzel gidişatı baltalayacak bir olay mutlaka vuku bulur. Güzel olarak nitelendirdiğimiz bu gidişat Kâmil amcamın ticaret için gittiğini öne sürdüğü Suriye’den yanında gencecik, esmer, orta boylu, henüz yirmilerinde bir kadınla dönmesiyle son buldu.
Amcam topladı ev ahalisini, aldı Semra yengemi karşısına, evin yeni hanımı olan Leyla’yı tanıttı. Çocuklarla biraz hırgür etmişler ama yengemin ağzını bıçak açmamış. Yemeden içmeden kesildi bir süre. Bu kedere bir hafta dayanabildi yengem. Yüzünün sol tarafına felç indi. Doktorlar geçici bir durum olduğunu, yakın bir zamanda toparlayabileceğini söylemişler. Bunca sene o kadar çocuğu doğur, büyüt, evi çekip çevir, kaynanası, görümcesi, eltisi, dedikodusu, falancası, filancası ne der kaygısıyla yaşa ama o kızı yaşındaki biriyle çıkagelsin. Bu olaydan sonra çocuklar daha da diklendiler amcama. Amcam da açmış kapıyı, gitmek isteyen gidebilir, demiş. Ev içinde ev olmazmış.
Hüseyin on kilometre ötedeki dayılarının bulunduğu köye gidip olanları anlatmış. Hüseyin’in dediğine göre dayıları Kâmil amcamı hatasından döndürmek için korkutmak, hatta gerekirse iyi bir sopadan geçirmeyi düşünmüşler ama iki köy arasında husumet çıkar diye vazgeçmişler. Kendilerine el birliğiyle yeni bir ev yapana kadar en küçük dayılarının evi müsait olduğu için bir süre orda kalmayı kararlaştırmışlar. Semra yenge çocuklarını da alarak küçük kardeşinin evine yerleşti. Hüseyin de bir daha şirkete uğramadı. O adamın tek kuruşuna dokunmam, diyerek işi bıraktı. Benim payım da var oğlum orada sonuçta, bana çalışacaksın, dediysem de dinletemedim. Bir iş bulana kadar ara ara evlerine uğrar, arabaya doldurduğum erzakları kapı eşiğine bırakır, cebine üç beş kuruş sıkıştırırdım.
Hüseyin bir süre iş aradı durdu. Baktı ki bütün kapılar kapalı, dayılarının ekip biçtiği alan belli, yapabilecek başka iş yok, kardeşi Hasan’ı da yanına alarak kaçakçılığa başladı. Ellerine üç beş kuruş geçiyordu ama bir an önce kendi evlerini yapmaları için daha fazlasına ihtiyaç vardı. Aza kanaat etmeyip çoğu isteyince silah işine girmek zorunda kaldı. Çay, sigara, elektronik aletler askeriyenin insafına kalır, bazen göz yumardı ama silah girdi mi işin içine Topal Musa olmadan hiç kimse karşıdan bir kurşun dahi geçiremezdi memlekete.
Musa, köy muhtarının kuzeniydi. Evin ilk çocuğu olan Musa anne ve babasını erken yaşta kaybedince amcasıyla yaşamaya başlamıştı. Muhtarla ve kardeşleriyle birlikte büyümüşlerdi. Erken yaşta evlendi ama çocuğu olmadı bir türlü. Karısı bir kör kurşuna gitti. Kimse o kurşunun sahibini öğrenemedi. Ne köylü ne de devlet. Musa bir daha evlenmeye yanaşmadı. Mekânlara, eve, köye, şehre sığamadı. Önce çevre şehirlere ardından büyük şehirlere gitti. Bir süre hamallık ve işportacılık yaptı. Orada da tutunamayınca köye geri dönmek zorunda kaldı. Biçare kaçakçılığı denedi. İlk zamanlar aylarca ortalıktan kaybolur, kimseler kendisinden haber alamazdı. Sonra bir anda çıkagelir, Suriye ve Irak’ta mekik dokuduğunu söylerdi. Tomarla parayla dönmeye başlayınca kaçakçılığa kancayı taktı. Vakti zamanında Suriye’ye götürdüğü kafiledeki adamın birinin mayına basmasıyla, kimine göre mayına basan adamın kaval kemiğinden bir parça, kimine göre de bir demir parçası basıncın etkisiyle Musa’nın dizi parçalanıyor. Topallığı da o günden kalma. Şişme bota doldurduğu kafileyi karşı kıyıya hiç kimseler görmeden götürür, kişi başına aldığı ücretlerle birlikte alışverişini de yapar geri dönerdi. Kimse Topal’ın bunca sene nasıl yakayı ele vermeden gidip geldiğini çözemedi. Kimine göre askeriyeyle anlaşırdı, kimine göre de işin piri olup çıkmıştı. Ama Topal öyle kolay kolay herkesle girmezdi silah işine. Güven verecek adam lazımdı. Bu iş hem daha tehlikeli hem de daha maliyetli olurdu. Onun için ayrı bir güzergâh belirlerdi zaten. Hüseyin her konuda Topal ile anlaşıp Hasan’ı da yanına alarak ayda birkaç sevkiyat yapmaya başladı. İyi kazanıp hedeflediği paralara çok kısa sürede ulaştı. Sonra da durmak bilmedi. Biriktirdiği parayla başka bir iş kurmayı düşünmedi.
Kâmil amcamın keyfine diyecek yoktu. Gonca güle konmuş yaşlı arıların mutluluğuyla sarmalanmıştı. Eve bir yenileme şartmış. Yeni yatak takımı, ışıl ışıl dolaplar, bilmem kaç ekran televizyon falan almak gerekirmiş. Taze geline düğün dernek kuramadı ama altın da almak gerekirmiş. Sattı birkaç dönüm arsayı, Leyla’nın gerdanını, kollarını altına boğdu. Değermiş Leyla’ya. Yaptıklarını takdir etmemi, sırtına şöyle bir vurup erkekliğine imrenmemi bekliyormuş gibi gözlerimin içine bakıyordu.
Bu konuşmalar henüz hafızamda taze duruyorken amcam bir sabah burnundan soluyarak çıkageldi. Eli ayağı titriyor, zar zor ayakta duruyordu. Songül bir koşu su getirdi. Suyu üç yudumda, bıyıklarında küçük damlacıklar bırakarak içti.
“Gitmiş.” deyip duraksadı. Bıyıklarındaki damlacıkları elinin tersiyle sildi.
“Altınları, sattığım tarlanın parasını, kasada birikmişleri, ne var ne yok almış.”
Annemin yüzüne ince bir gülümseme oturdu. O gülümseyişteki çoğu cümleyi okuyabiliyordum. Annem kalktı, Songül’ün koluna girerek odadan çıktı. Amcam başını eğip duraksadı bir süre.
“Şimdi ne yapacaksın amca? Yapabileceğimiz bir şey var mı?”
“Bilmiyorum Hiç bilmiyorum.”
Çöktü olduğu yere başını ellerinin arasına alıp uzun bir süre ses çıkartmadan öylece bekledi. Sonra aniden ayaklandı.
“Topal’a haber sal da beni bu gece karşıya geçirsin. Leyla’yı aldığım köye bakacağım. Belki oraya dönmüştür. Topal’da benle gelir.”
Köylünün haberi olmasın diye annemi ve Songül’ü tembihleyip bizzat gidip Topal’a olan biteni anlattım. Amcamın, parayı dert etmesin ne diyorsa kabul, sözünü de iletince bu gece yola çıkabileceklerini söyledi. Ne ediyor bu Topal bunca parayı? Birlikte köyün birkaç kilometre güneyindeki hareket noktasına kadar onlara eşlik edip nehirde gözden kayboluncaya dek orada bekledim.
Üç gün sonra amcam içi buruk, yüzü asık, eli boş döndü. Leyla’nın köyünde Topal’ın bir ahbabına denk gelmişler. Bizimkiler durumu anlatmadan adam şöyle bir amcamı süzerek olayı anlamış zaten. Adamın dediğine göre bu Leyla’yı birkaç defa farklı isimlerle tarif edenler olmuş. Zaten köyün yerlisi olmadığını ve ailesiyle birlikte ayda yılda bir köye uğradıklarını, uğradıklarında da amcam gibilerini söğüşleyip kayıplara karıştıklarını söylemiş. Bir daha ne zaman gelir ya da gelir mi belli değilmiş. Velhasıl amcam da birçok uçkuruna düşkün o kader ortakları gibi faka basmıştı.
Bu olay, çok geçmeden evden eve, köyden köye yayıldı. Semra yengem haberi duyunca uzun zaman sonra ilk defa tebessüm etmiş. Sürünsün, beter olsun köpek, diyerek evde coşkuyla dolanıp duruyormuş. Sokak aralarında, damlarda gizlenerek laf atıp kaçan çoluğun çocuğun maskarası oldu amcam. Köyün kahvehanesine gidip oturmaya utanır oldu. Zorda kalmadıkça evden çıkmıyordu artık. Birkaç kere yemek, öteberi götürmek için gittim kapısına ama hali hal değildi.
“Sen işe dikkat et ben iyiyim yeğenim,” deyip yolluyordu beni.
Bir gün iş yerinde birkaç ticari sözleşmeyi incelerken amcam geldi. Yüzünde donuk bir ifade, yumruklarını sıkarak hiçbir şey demeden karşıma oturdu. Ben de bir şey sormadan konuşmasını bekledim. Evde bunalmış, bir hava almak istemiş de köy ahalisiyle de muhatap olmak istemeyip buraya gelmiştir diye düşündüm. Meğerse Semra yengeme uğramış. “Yaptım bir hata, uydum şeytana, ben ettim sen etme Semra,” diye yalvarmış. Ağzını bıçak açmamış yengemin. Yüzüne dahi bakmamış. Hüseyin çekip atmış dışarıya amcamı. Var git evine belanı bizden bulma, demiş. Yaptıklarını baştan beri tasvip etmesem de onu bu şekilde görmek içime oturmuştu. Amcam bir daha o köye hiç gitmedi.
Sabah, kapımız kırılırcasına yumruklanarak uyandık. Kapıda şapkasını elinde buruşturan muhtar duruyordu.
“Hayırdır muhtar sabahın köründe ne oldu?”
“Felaket… Felaket…”
Topal, dün gece Hüseyin ve Hasan ile Suriye’den dönerken nasıl olduysa askeriye bunları fark etmiş. Botun içi silah dolu tabii, durur mu Topal hiç. Manevrasını yapmış ki bu sırada kaçtıklarını gören asker de basmış tetiğe. Delik deşik olan bot devrilince bizimkiler nehrin akıntısına kapılıp gözden kaybolmuş, onlardan geriye sadece Dicle’nin dibini boylayan silahlar kalmıştı.
Nehrin kıyısında köylü toplanmıştı. Balık adamlar da kıyıda bekliyor, suyun akıntısına karşı halatlarla nehre iniyorlardı. Semra yengem, Kâmil amcam, çocuklar, annem, Songül… Herkes gözü Dicle’den medet umuyordu. Üç gün sürdü bu arayış ama sonuç alınamadı. Ne Topal ne Hüseyin ne de Hasan’a dair tek bir iz yoktu. Amcam elinde ne var ne yok satıp özel bir arama kurtarma ekibiyle çocukları aramaya koyuldu. Basra Körfezi’ne kadar uzanan bu uzun güzergâhta arama için diplomatik sorunları da araya hatırı sayılır kişileri koyarak rica ve minnetle aştı. Amcam her sabah kıyıdaki koca dut ağacının altında, Türkiye sınırını aşmış olan kurtarma ekibinden bir haber gelmesini bekliyordu. Sonunda amcam şirketteki hissesini de satılığa çıkarttı. “Benim yüzümden geldi başımıza bu bela. Bari çocuklarımın cenazelerini bulayım,” diyerek bu uğurda harcadı malını mülkünü. Amcamda zırnık kalmamış, kurtarma çalışmaları son bulmuş, cenazelerden hiçbirine ulaşılamamıştı.
Semra yengemin amcama kini farklı bir boyuta ulaştı. O itin uçkuruna düşkünlüğünden geldi başımıza bunca şey, deyip amcamın soluduğu yerden olabildiğince uzak kaldı. Oğullarının acısı hiçbir zaman dinmedi yüreğinde. Yasinler okur, hatimler indirir, fakiri fukarayı eli boş göndermez, oğullarına dua isterdi.
Baktık ki Kâmil amcam kafayı sıyıracak, yalnızlık onu başka bir âleme sürüklüyor, karşı köylerden birinden yaşıtı bir kadınla evlendirdik. Biraz toparlar gibi olsa da bu sefer de hastalıklar baş gösterdi. Önce şeker illetinden sağ ayak parmağından ikisini kesmek zorunda kaldılar. Çok geçmeden dördüncü evre bağırsak kanseri teşhisi kondu. Kanserin son evresi olduğundan doktorlar yapabilecek bir şeyin olmadığını söylediler. Biçare döndük köye, amcamın eriyişini izledik. Semra yengemi arayıp olanları anlattım. Ne kendisinin ne de çocuklarının amcamı ziyarete gelmeyeceğini söyledi. Amcama bunları söyleyemedim tabii ama gelmeyeceklerini biliyordu. Hiç oralı olmadı. Bu süre içinde neredeyse hiç konuşmadı. Zaten ağrılarını giderecek ağır ilaçların etkisiyle yarı uyur vaziyetteydi.
Amcamı dün kaybettik. Yengem ve çocuklar cenazesine gelmedi. Vasiyeti üzerine çocuklarını beklediği nehrin kıyısındaki dut ağacının altına gömdük. Şimdi o dut ağacının altında amcamın mezarının yanı başında yazıyorum bunları. Bu sabah muhtar uğradı eve. Dün cenazeden ötürü söyleyememiş. Topal Musa’dan haber varmış. Yaşıyormuş. Muhtara ulaşmış bir şekilde. Muhtar da yaşadığı haberini alır almaz Topal’ın verdiği Suriye’deki adrese gitmiş. Varır varmaz bir güzel hasret gidermişler. Bunca sene neden sesi sedası çıkmadığını sormuş haliyle. Kimliği açığa çıktığı için korktuğunu, bu yüzden bir daha geri dönmeyi düşünmediğini söylemiş. Botları batırılınca nehrin akıntısına kapılıp Irak sınırındaki kıyıya vurmuş. Hüseyin ve Hasan’ı beklemiş bir süre hatta kıyı boyunca onları arayıp durmuş. Bakmış ki bizimkilerden ses seda yok, ayakları şişene kadar koşmaya başlamış. Korkudan geri dönmeyi de düşünmemiş. Önce Erbil’de bir ahbabına sığınmış ardından Suriye’ye geçmiş. Yaşananların üzerinden zaman geçmesini beklemiş ve bu zamanın dolduğuna kanaat getirip muhtara haber yollamış. Hüseyin ve Hasan ile ilgili sonradan bir haber alıp almadığını sormuş muhtar ama Topal onları en son o gece gördüğünü söylemiş. Bir de evlenmiş bizim Topal. Gencecik, esmer, orta boylu bir kadınla. Adı Leyla.
Ferhat Birlik
Comments