Her sabah, günün ilk kahvesine ekonomi sayfasını yancı yapardı yıllardır. Eski günlerinin gazetesi, dünya dijitalleştikçe önce masa üstü bilgisayarına, sonra dizüstü bilgisayarına, şimdi de ona üç bin liraya patlayan akıllı telefonuna bırakmıştı yerini. Gerçekleri yansıtan haberler de tek bir merkezden dağıtılan bildirilere. Buna rağmen ısrarla okumaya devam ediyordu. Otuz yıllık alışkanlığının, kolay kolay yakasını bırakmaya niyeti yoktu anlaşılan.
Murat Bey, ifadesiz bir yüzle tam yanından geçerken "GSMH neydi bu yıl?", "Geçen yıl ithalat rakamımız kaç milyon dolardı?" ya da "Cari açığımız ne kadar?" diye işkembenin göbeğinden bir soru patlatır, cevabı dinlemeden yürür giderdi bilginin geçer akçe olduğu yıllarda. Genel Müdür Yardımcısı'nın gözüne girebilmek için bilmiyorsa bile hemen öğrenir, bir sonraki geçişinde yapıştırırdı cevabı Derya. Bu bitmek bilmez ahiret sualleri sayesinde, gazete okumaya magazin haberlerinden değil, ekonomi sayfasından, köşe yazılarından başlamayı öğrenmişti. Öğrenmişti de ne olmuştu? Hiç! Egoları beyinlerinden büyük yeni yetmeler gelip geçtikçe düzenin içinden, bilgisi, tecrübesi tehdit olarak algılanır olmuştu.
Gözü kapının önündeki bistro masaya kurulmuş, tahminen otuzlarının ikinci yarısındaki iki kadında takılıp kaldı bir an. Plaza dilberiydi bunlar, belli. Balyaj atılmış fönlü saçları, botoksla kaldırılmış kaşları, parlak kırmızı ojeli uzun tırnakları, açık renk şortları, kelimeleri tuhaf bir şekilde yayarak konuşmalarıyla aynı tornadan çıkmış gibiydiler. Kadınlardan daha yaşlıca olanı yüksek tondan bir kahkaha patlatınca irkildi bir an. Sırtını bir ürperti yalayıp geçti. Görünmez bir el kalbini yakalayıp sıkmaya, bükmeye başladı yine. Tanıyordu bu kahkahayı. O anda ta iliklerinde hissetti İstanbul'u. İsimleri, yüzleri değişen, ama gürültülü kahkahaları, hırçın feryatları, dominant karakterleri hiç değişmeden hayatının içinden geçip giden, giderken de umutlarının, hayallerinin bir köşesini daha koparıp götüren tüm o hırs küpü kadınlar, dönüp yüreğine çöreklendi yine olanca ağırlığıyla.
"Ayy ne iyi ettin beni kandırmakla şekerim. İki günlüğüne de olsa tüm o mitinglerden, deadlinelardan kopmak çok iyi geldi valla. Enerjim fullendi inanır mısın?"
Ben inanmam! Sen o enerjinin bir kısmını evrene göndermişsindir zaten şimdiden. Geri kalanını da kurumsal dünyanın en geçer akçesi "pozitif enerji maskesi" yapar, yüzüne yapıştırırsın. "Bayılıyorum Dijle Hanım sizin bu pozitif enerjinize," der yaltakçıların ağzını yayarak. Ama gerçekte, o yapmacık gülüşün ardındaki kini, nefreti, kaypaklığı, ikiyüzlülüğü bal gibi bilirler. Bilirler de bundan bahsetmek bir mitmiş gibi susarlar. Ağzı kulaklarında dolaşan o pozitif dişi, ne zaman ki dişine göre bir yem bulur, o gülücüklü maskesinin ardında ne kadar negatif duygu, sözcük barındırıyorsa gider kusar yeminin üzerine. Kusar ve rahatlar. İrili ufaklı bütün dağları o yaratmıştır. O olmasa, bu beyinsizler ordusu bi bok yapamaz. Herkesi sırtında taşımaktan yorulmuştur artık. Yine de bütün enerjisini çekip almadan rahat bırakmaz yemini. Öyle beslenir çünkü. Kitaplarda okuduğu, atölyelerde peşine düştüğü enerjiyi kendi yaratamayınca, pençelerini geçirdiği avından sömürür keyifle. Sömürür ki, yakıp yıkmaya, ezip geçmeye devam edebilsin.
"Ne yalan söyliyim bana da iyi geldi Aslı'cım. Erdem'le atıştık yine. Çok down oldum inan son söylediklerinden sonra. Yeterince iyi lead edemiyormuşum takımı. Timeline sorunum varmış, falan filan. Aslında handle ederim ben onu da, yordu beni bu adam. Ne dersin, ayrılmak mı istiyor sence? Ondan mı huysuzluğu?"
Iyyy plaza diline kurban! Kesin patronuyla yatıyor bu haspa. Gözlerini ve kulaklarını bistro masadan hala alamamışken, Sevda beliriyor bir an sisli hatıralarının arasından. Kaç numaraydı o, on yedi mi? Yirmi sekiz yıllık meslek hayatından 19 müdür geçmişti, boru değil. Çentik atardı bir zamanlar gelenin geçenin üzerine. Neden atmasındı? Onlar kalbinin ortasına batırmıyorlar mıydı hançerlerini hiç acımadan. Haa, Sevda diyordu sahi. En yakası açılmadık, en edepsiz kelimeleri kullanırdı ya kadın konuşurken. Hiç kimseden saklısı gizlisi de yoktu. Erkek arkadaşının sertleşme sorununu da vajinasındaki mantarı da öylece, olduğu gibi anlatıverirdi öğle yemeği esnasında. "Çorbanın tuzu fazla kaçmış" der gibi. "Şuradan peçeteyi uzatır mısın?" dermiş gibi. Öyle sadece kendine de değil hem, erkekli, kadınlı tüm personeline. Aklı bitaraflarındaydı hep. Erkekler gibi fetihlerinin skorunu tutar, bölge müdürü biraz fazla mı üzerine geldi, ya da tahsis müdürü kredi talebini mi reddetti, "Bu beni beceremedi ya, ondan hırsı" derdi. Halbuki onları becermeyi hayal eden kendisiydi gerçekte. Müşteri, arkadaş, yönetici, hayatına değip geçen tüm adamların tadına bakmak isterdi. Hele kendisi için söylediklerini hatırlayınca, sinirli bir kahkaha çıktı sımsıkı kapalı dudaklarının arasından Derya'nın.
"Ailen seni fazla ahlaklı yetiştirmiş TATLIM… Ah bu bacaklar bende olacaktı!"
Pek severdi "TATLIM" lafını, bu yapıştırma gülüşlü yellozlar. Gerçekte tatlıları olduğu için falan değil haa, zinhar. Karşısındakine üstünlük kurmak istediğinde, "Haddini bil, yaşın benden büyük, eğitimin ve tecrüben benden fazla olabilir ama burada patron benim" demenin tek kelimeye sığdırılmış haliydi bu.
Tüm o edepli edepsiz gevezeliğinin arasında, tuhaf bir de iki uçluluğu vardı Sevda'nın. Bazı gün neşeli, sevimli, dostça konuşurken, birden öfke nöbetlerine kapılır çığlıklar atmaya başlardı şubenin ortasında. Şizofren miydi acaba diye düşündü bir an, ya da bipolar? O zamanlar bunu sorgulamak aklına gelmemişti. Neden gelsin? Anormal olanı normalleştirir, normal olanı barındırmaz, tükürürdü zaten sistem.
Bir kez daha, bu sefer daha yüksek sesle gülünce, kaşını kaldırarak baktı kumral olan. Botokslu kaş zorlanarak alnının ortasına kadar yükseldi. Feryal'e benzetti kadını. Hedefler tutmadığı zaman, ya da konut kredisi kullanan müşteriye bireysel emeklilik satamadığında, onun da böyle tek kaşı kalkardı havaya. O kaş kalktığı anda, arkasından gelecek nutku çok iyi bilir, çaktırmadan saatine göz atardı Derya. Kendi portföyünde ne kadar iyi bir satışçı olduğuyla girizgâh yapan kadın, nasıl genç yaşta müdür olduğuna geçer, sonra eski personeli Ebru'ya övgüler düzerek, kendisini bok gibi hissetmesine sebep olan ve bir türlü sonlanamayan bir sonla zehrini boşaltıp, rahatlamış olarak bitirirdi toplantıyı. Kırmızı, yılan derisi çantasına uzanırken saatine bakar, trafik azalmıştır artık diye, en çok da bir kez daha kendi egosunu şişirme fırsatı bulduğu için mutlu olurdu. O, topuklarını vura vura şubeden çıkar çıkmaz, oğlu uyumadan yetişip önüne yemek koyabilmek ümidiyle son dişini de tırnağına takar, evin yolunu tutardı Derya. Emir'i oyalamak için yemeği hazırlarken sürekli konuşur, yine de bazen küçük çocuk sonuna kadar dayanamazdı. Uyuyakalan oğlunun başında oturur, hüngür hüngür ağlardı işte o zaman. Ağladıkça daha çok hırslanır, "Yarın sabah bitecek bu işkence," diye sözler verirdi kendine bir kez daha, şişmiş gözlerle uykuya dalmaya çalışırken. Uykusuz gecenin sabahı nefesini tutar, bir cesaret geçerdi Feryal'in karşısına, kendi ipini kendi kestiğini bile bile. "Sizin oyununuzu beğenmiyorum" demek, oyundan atılmanın en temel bahanesiydi çünkü. Bu kez geri adım atan Feryal olur, "Senin sinirlerin bozulmuş TATLIM, yorgun görünüyorsun" diyerek çekmecesinden bir kutu vitamin çıkarır tutuştururdu eline.
"Pardon, bir latte daha alabilir miyim?"
"Sen otur abla, ben bakarım."
Leyla mutfağa yönelince, etekleri saçaklı, yeşil kadife berjerine biraz daha gömüldü Derya. Yanı başındaki, saten kırmızı abajurun gece gündüz yanan yumuşak ışığına sığındı bir kez daha. Gözleri karşı duvarı süsleyen 30'lu yıllar Paris'inde çekilmiş siyah beyaz fotoğraflara kaydı, Piaf'ın hüzünlü bakışlarıyla çarpıştı bakışları. İncecik bir yayı andıran kaşlarının altından, hep yukarıya, gökyüzünden beklediği bir şeyler varmış gibi yukarıda bir yerlere bakan fotoğraflarının aksine, dimdik kadrajın içindeydi bu fotoğrafta gözleri. Belki beklediklerinden vazgeçmiş, hüznünü kabullenmiş, meydan okumaya geçmişti kim bilir. O yüzden sevmişti belki görür görmez fotoğrafı. Ne kadar özenmişlerdi abla kardeş bu küçücük dükkânı dekore ederken. En sevdikleri beş şeyi satacaklardı sadece. Kitap, kahve, kurabiye, kruvasan ve plak. Dükkânın adını da 4K1P koymuşlardı bu yüzden.
"Sıcak renkler olsun hep, duvarın birini tuğla yapalım, diğer iki duvara da kitap raflarını yerleştiririz. Şöminenin üzerine mumlar, fenerler, fotoğraf çerçeveleri koyarız. Kahveler, kurabiyeler için, eskicilerden nostaljik teneke kutular toplarız," diye her bir detay üzerinde günlerce, saatlerce konuşmuşlardı iki kardeş. Daha açılış yapmadan önce bile, bir yıla kalmaz batacaklarını biliyordu ikisi de ama durdurmadı bu düşünce onları. İlk kez hayallerinin peşinden gidiyordu Derya. İlk kez birisi ona işini nasıl yapması gerektiğini söylemiyordu. Bu kırk beş metrekarelik alanda patron oydu, kuralları o belirlerdi. Ama kapitalizm canavarı rahat durmayacaktı, belliydi. Ne başkalarının işini yaparken rahat bırakmıştı yakalarını, ne de şimdi. Sanki kitap okuyan mı vardı ülkede? Kahve desen, zincir markalara teslim. Üzerlerine isim yazılan, elde olimpiyat meşalesi misali taşınırken bir statü göstergesi sayılan büyük karton bardaklarla rekabet edebilir miydi hiç kendi antika porselenleri?
"Olmadı bütün kitapları biz okuruz, kahveleri de biz içeriz, plakları da biz dinleriz. Yalnız ne güzel battık, diye de anlatır mıyız, anlatırız yıllar boyu," diye gülerek teselli etmişlerdi birbirlerini.
Dışarıdan kahkahalar çalındı kulağına. Leyla, her zamanki cana yakınlığı ile hemen kalbini kazanmıştı iki plaza dilberinin.
"Aaa demek ablanız da bankacıydı, çok hoşşş! Yalnız bi şey söylicem, hayalimdeki işi yapıyorsunuz şu an. Benim de aklımda işi gücü bırakıp, güneye yerleşmek, böyle sevimli bir kafe açmak var. Gerçi iş bizi bırakmıyor ama."
"Bizimkini verelim size. Biz altı aya kalmaz batıyoruz da."
Leyla'nın son sözlerini şaka olarak algılayıp, o gürültülü kahkahalarından patlattılar bir kez daha.
Bırakır tatlım bırakır. Hele bir nefesin kesilsin, hedeflerin tutmasın, daha ucuza çalışmaya razı genç oyuncular girsin sisteme, bak gör nasıl kesiyorlar biletini. Steinbeck daha yıllar önce yazmamış mıydı tüm bunları? Ailesinin karnını doyurabilmek uğruna Route 66 boyunca oradan oraya koşan, emeğini daha ucuza satanlar yola çıktıkça, ayakta kalmak için kendi emeğinin değerinin düşmesine razı olan Kaliforniyalı işçi sınıfının hayata tutunma çabasını.
Arkasındaki raftan defalarca okumaktan yıpranmış Gazap Üzümleri'ni alıp ayağa kalktı Derya. Kişisel tarihinin tozlu ve karanlık sayfalarından sahte bir gülücük bulup yapıştırdı yüzüne.
"Konuşmalarınıza kulak misafiri oldum da hanımlar, meslektaşız demek, ne güzel! Bu küçük hediyemi kabul edin lütfen" diyerek kitabı masaya bıraktı.
Küçük, nazik, ayaküstü bir sohbetin ardından, sığındığı köşeye geri çekildi. Kitabın kapağının açılmayacağından da, 62. sayfadaki altı çizili "Üzgünüz, biz demiyoruz, canavar diyor. Banka insana benzemez!" satırının görülmeyeceğinden de emin olarak, eline bir Dostoyevski alıp iyice gömüldü berjerine. Sağ bacağı istemsizce sallanmaya başlamıştı yine. Bacak bacak üstüne atarak zapt etmeye çalıştı bir müddet.
Gözü ve kulağı kapının önündeki masadaydı hala. Tanışırken adının Özge olduğunu öğrendiği sarışın bankacı, Erdem'le sorunlarına geri dönmüştü. Fazlaca şişkin alt dudağını sarkıtıp, bir tutam saçını kulağının arkasına yerleştirirken, Bahar katıldı resmi geçide. O da böyle sıkıştığında saçıyla oynar, üzülünce çocuk gibi sarkardı alt dudağı. Nasıl ağlatmıştı onu bir öğle yemeğinde? Kocası tarafından aldatılmış ve terk edilmiş bir kadındı Bahar. Tabi bunu bilmiyordu Derya birlikte çalışmaya başladıkları ilk günlerde. O kısacık öğle molasında salatalarını yiyip, hayattan, beklentilerden, hayal kırıklıklarından bahsederken dozu biraz aşmış, patlatıvermişti Bahar'ın zembereğini. Mesai çoktan başlamıştı ama dindiremiyordu kadının ağlama krizini. Tüm o iniş çıkışlarına, duygusal dalgalanmalarına rağmen en orijinali o olmuştu 19 çentiklinin. Diğerlerinin aksine kendi zayıflıklarını, çevresindekileri hırpalayarak gizlemeye çalışmıyordu en azından Bahar. Teatral bir havası vardı. Her müşteri ziyaretinde farklı bir kılığa bürünürdü. Kimi gün asil, vakur bir edayla oturur, sohbete katılmaya bile tenezzül etmez bir havayla, konuşmayı Derya'nın yönlendirmesini ister; kimi gün hafif pespaye bir tavırla stilettosunu ayak baş parmağının ucunda sallayıp, şen kahkahalar atarak karşılıklı sigara tüttürürdü müşteriyle. Derya ağzı açık seyrederdi karşısındaki tek kişilik oyunu. Kendilerini arabaya attıkları anda karınları ağrıyana kadar gülerlerdi. Bu gel gitli hallerine rağmen kendince severdi Derya Bahar'ı. Bir gün fazlaca kızmış bir müşteri şubenin ortasında bas bas bağırırken, "Topunuzun Allah belasını versin, en başta yukarıdaki o Hunili’nin," demiş, günlerce dillerine dolamışlardı bu "hunili" lafını. Gidişi de aynı teatral havayla olmuştu.
Bahar'dan da zaman zaman duyardı o malum kelimeyi. Ama onun ağzında biraz iğreti durur, arafta kalmış, tam yerleşmemiş, anlamını bulamamış gibi dökülürdü dudaklarından. Bankanın binlerce lira verip gönderdiği tüm o liderlik, yöneticilik eğitimlerinde öğrete öğrete TATLIM'ın çeşitli tonlamalarını öğretiyorlar herhalde diye düşünürdü Derya. Günlerce aynanın karşısında prova yapar, bir türlü o tonlamayı yakalayamazdı. Sonra da "Senin kumaşında yok kızım, müdür falan olmaz senden. Bak bir TATLIM demeyi beceremiyorsun daha," derdi kendi kendine.
Yine kendiyle konuştuğunu düşünürken, sesin dışarıdan geldiğini fark edip başını kaldırdı önündeki kitaptan Derya. Doğru mu duymuştu.? Yok canım, o kadar kurcalamıştı ki geçmişi bugün, bilinçaltı bir oyun oynuyordu herhalde kendine. Sonra ihtimale yer vermeyecek şekilde tekrar seslendi kadın. Az önce biraz samimileştiklerinden yüz bulmuş olsa gerek, elini kaldırmış,
"Hesabı alabilir miyiz TATLIM?" diyordu Aslı Leyla'ya.
İç kulağının beynine yakın kısımlarında duyduğu çınlamayla ayağa kalktı Derya. Gözlerinin önünde uçuşan toz zerreciklerini eliyle uzaklaştırdı. Vücudunun bütün kanı çekilmiş, yüzüne hücum etmişti sanki. Kulakları, gözleri alev almak üzereydi. Başının arkasına, ense köküne doğru, çoktandır unuttuğu o keskin ağrı saplandı aniden. Az önce zapt etmeye çalıştığı huzursuz bacaklarının üzerinde bir-iki kez esneyip adımlarını kapıya yöneltti. Siyah, kıvırcık saçları, saç diplerinden itibaren elektriklenmiş, bir yanağı seğirmeye başlamış, bedeni hafifçe öne eğilmişti.
"Ne dedin sen, ne dedin?"
Karşısındaki gözleri dönmüş, yüzü şişip kızarmış kadını görünce korktu bir an Aslı. Dudaklarına yapıştırılmış yapay gülümsemesi saniye saniye soldu. Ne yaptığını hatırlamaya çalıştı.
"Hesabı istemiştik" dedi kekeleyerek.
"Hesap falan yok TATLIM, alın voltanızı. Defolun dükkanımdan, defolun hayatımdan!" diye avazı çıktığı kadar bağırırken masaya uzandı elleri. Kanı çekilmiş, boğumları morarmış bembeyaz uzun parmakları mengene gibi yapıştı masanın kenarlarına. Üç kadının şaşkın bakışları arasında, üzerindeki fincanlarla birlikte kaldırıp sokağın ortasına fırlattı ve içeriye dönüp yeşil berjerine oturdu sakince. Dostoyevski'yi aldı eline tekrar, kaldığı sayfayı buldu. Piaf "Milord"a başlamıştı…
"Abla ne yaptın?"
"4K1P, benim TATLIM!"
Figen Koşar
Commentaires