Beş yıl önce başlamıştı her şey. Yetmiş beş mi yoksa? Saçımın tuzu, mayomun kumu hâlâ üzerimdeydi arabaya koştuğumda. Bardağımın buzuysa el sallamıştı ardımdan. Terli ve tembel parmaklarım bira şişesinin buğusunda birbiriyle kesişen yollar çizmekteydi ki, telefonumun telaşlı sesiyle yolların yönü değişti bir anda.
"Anneannene koç vurmuş kızım, hastanedeyiz. Tatilini bölüyorum ama aramasam duyunca kızarsın şimdi," dedi yolları kısaltan mahcup sesiyle. Cümlelerinin arasından anneannemi ve koçu yakalayabilmiştim sadece.
"Anneannem koç mu vurmuş?"
"Yok yavrum, koç anneannene vurmuş. Bahçeyi kazarken. Bacağı ezilmiş biraz. Hastaneye geldik, alçıya aldılar, yarın çıkartırız, diyor doktor. Sen telaş etme sakın, iyiyiz biz."
Ah be duraksız kadın, her şeyin gibi hastalığın da sıra dışı. Sekiz yüz kilometreyi tıkış tepiş çantama doldurup hastaneye vardığımda, hiç görmeye alışkın olmadığım haliyle, beyaz yastıkların arasına oturmuş, mahcup yeni gelin bakışları atarken buldum onu. Değil yatmak, oturduğuna bile şahit değildik ki biz.
Her zaman acelesi yok muydu zaten? Hayat kaçıp gidiyormuş gibi kovalamaz mıydı hep? Sundurmadan yalınayak fırlar, terliğini, lastiğini arkasında bırakıp çatlak topuklarını toprağa vura vura koşardı bahçesine. Biberlikte göğsünü gururla şişiren biberleri, çiçeklikte toplanıp buket yapılacak kasımpatı, şebboy, gül ve laleleri boy verirdi mevsimine göre. Hiç eli boş gelmez, süt bidonunun yanına sıkıştırırdı muhakkak, iki ağlayan ayvayı, bir gülen narı, bir salkım kınalı yapıncağı ve çiçek buketini. Domatesleri, biberleri, karpuzları, kavunları, üzümleri hep gurur konusuydu onun için. İlk önce onunkiler yetişir, önce onunkiler kızarır, kendi zihninde düzenlediği yarışmalarda ipi göğüsleyen hep o olurdu. Herkesten de önce de o koyulurdu işe ama. İlk önce o girmeliydi tarlaya, en çok o kazma vurmalı, orak sallamalı, harman dövmeliydi o gün. Ve her gün, “Arkandakini bekleme, önündekine yetişmeye çalış,” derdi, şafak vakti o günün tarım aleti omzunda yola çıktığında. Kapitalist dünyanın mottosunu çok önceleri çözmüştü o galiba. Şimdilerde bize de aynı şeyi söylüyorlar be anneanne. Biz pek faydasını göremedik ama sen görmüş müydün acaba?
"Hah! Baka baka... Niye geldin sen şimdi?" diye sarıldı ellerime pamuk saçlarından öperken.
"Seni kaçırmaya geldim kız, sıkılmışsındır buradan.”
"Sıkıldım ya kızanım. Eve gidelim. Dızmana yaptımdı kaymaklı, peçkada kaldı. Yeriz çayla," dedi hınzır bir çocuk gülümsemesiyle.
Cümbür cemaat köye döndüğümüzde, yatağına yatıramadık bir türlü. Duyup ziyarete gelecek hısım akraba ayıplamasın diye, geceliğini giydirip temiz pak çarşafların içine sokmak istiyordu annem ısrarla ama ne mümkün. Çiçekli pazen şalvarını sıvazlayıp, "Temiz benim don anterim. Yatmam ben, topal bi karı var orda mı desinler?" Elden ayaktan düşmek, kötülüklerin en kötüsüydü onun için. "Ama hava da soğudu sanki. Sen yeleğimi versene yüklükten Türkan," dedi anneme.
"Ben veririm," diye fırladım.
Sundurmaya yan yana dizilmiş üç kireç boyalı odadan mütevellit evin, camlarına macun çekilmiş, su yeşili su yeşili bakan pencere ve kapılarının ardındaki en gizemli, en efsunlu köşesiydi yüklük. Herkesin tarlada olduğu uzun yaz günlerinde, dışarıda tavukları kovalamaktan sıkıldığımız vakit, gizlice girer kurcalardık teyzemin kızı Nurcan'la. Bir tarafı hamamlık görevi yapan boydan boya ahşap dolaptan ne hazineler çıkarmıştık zamanında. Arkasında tren kabartması olan köstekli bir saat, yeşil çiçek boyamalı sarı toprak bir ibrik, sivri ucu parmağımı delen bir yün eğesi, koca dededen kalma metrelerce uzunluğunda dokuma bir kuşak, para kesesi, tütün tabakası, çakmak taşı, renkli yün çoraplar, işlemeli peşkirler. Beş yüz yıllık koca Balkan tarihini iki kapaklı bir yük dolabına, atlas yorganlarla, kanaviçe işli yastıkların arasına sıkıştırmıştı anneannem.
Yeleği elime alıp dolabın o tanıdık yaşanmışlık kokusunu içime çekerken geçmiş günlerdeki gibi yaramazlık yapmak istedim biraz. Alt bölmedeki bohçaları tek tek yoklamaya başladım. Elim tüylü, yumuşak bir şeye değdi. Bohçayı açtığımda parlak, siyah bir kürk mantoyla karşılaşınca nutkum tutuldu. Geçmiş zaman hazinelerine kıyasla, bir gömü bulmuştum bu defa. Değil anneannem, teyzelerim, şehirde yaşayan annem bile kürk giymiş kadınlar değildi ki bu güne dek. Köyün içinde bir yerden bir yere giderken feracesini başının üzerine atar, şehre gelirken de mantosunu giyerdi en fazla anneannem. Peki bu neydi o zaman? Ya da kimin?
Hastanede üzerimize yapışan boğucu havadan kurtulup biraz gülelim diye kürkü omuzlarıma alıp bir Yeşilçam aktristi edasıyla giriş yaptım su yeşili kapıdan.
"Ta taamm... Necibe Hanım’ın kürkü varmış da, saklarmış bizden. Onu bunu bilmem, ekle vasiyetine, kimselere koklatmam ben bu güzelliği," dedim gülerek. Aynı anda annemin "Naaptın sen?" bakışıyla karşılaştım. Tekrar yatağa bakınca anneannemin rengi solmuş gözlerinden kara kara bulutların geçtiğini gördüm. Yanına oturup ellerini tuttuğumda geldi ilk boncuk damla. Küçülmüş omuzlarına sarıldığımda içini çekmeye başladı. Beş, belki on dakika oturduk kucak kucağa. Hıçkırıkları azalır gibi olduğunda, "Dünyayı gezdin be kızanım, köyüme götürmedin beni," dedi.
"Geldik ya anneannem."
"Yenice değil, Salkımlı! Bi çeşme vardı köyün ortasında, dedem yaptırmış, na bööle bileğim gibi akardı suyu. Anam babama orda tutulmuşmuş, vasiyeti vardı bana. Gidersen o çeşmeden bi şişe su al, getir benim mezarıma dediydi."
Anlamıştım. Gözlerini dünyaya açtığı köyünü, Salkımlı’yı görmek istiyordu dünya gözüyle. Islak gözlerinden öptüm.
"Gideriz anneanne. Söz!"
Dünya işleri girdi sonra verdiğim sözle aramıza. Uzun ve yorgun mesailer. Adı kötü bir hastalık. Bir işten kovulma. Bir boşanma. İki ergen çocuk. Doktor sırası beklediğim o sabah, oyalanmak için elimi uzattığım bir mecmuada gördüğüm fotoğraf tokat gibi suratımda patladığında, beş yıl geçmişti üzerinden o konuşmanın. Derginin kapağına, Amerikalı Muhabir Jack Birns'ün LIFE dergisi için 1950 yılında Edirne Karaağaç istasyonunda çektiği bir fotoğrafı basmışlar. Altına da kocaman bir başlık atmışlar.
KÜRK MANTOLU TÜRKLER!
Hayatının ikinci yarısıyla son çeyreğini yaşayan sekiz kadın yan yana dizilmiş fotoğrafta, yorgun bedenler kendini bırakmak üzere. Mahcup ve tedirgin eller önlerinde ne yapacağını bilmez halde kavuşmuş. Üzerlerindeki bileklerine değen siyah kürk mantolar, bakışlarıyla ve kendileriyle nasıl da tezat. Tıpkı o gün anneannemin dolabından çıkan gibi. Başlarında çenelerinden bağlanmış değirmi beyaz başörtüler. Kiminin ayağında kara lastik, kiminde potin. Ama gözlerdeki o ifade yok mu? Öyle tanıdık, öyle yakın, öyle bizden... Pamuk annemin en neşeli anlarında bile hissettiğim o tedirginlik, o sökülüp götürülme korkusu, o bir yere ait olamama duygusu, karşımdaki bu sekiz kadının yüzünde işte o anda.
Doktordan çıkar çıkmaz anneme koştum. “Hazırlan Türkan Sultan. Salkımlı'ya gidiyoruz!”
Ne var ki sözümü unuttuğum o beş yıl da boş durmamış, duru durağı olmayan anneannemin hareketlerini yavaşlatmış, anılarını koparıp götürmeye başlamıştı bile. İsimler gibi yüzler de silinmeye de yüz tutmuştu. Doktorun endişeli tavsiyeleri, annemin telaşlı çekimserliği beni kararımdan döndürmedi. Pasaportlar çıktı, planlar yapıldı.
"Söz verdim ben. Dünya gözüyle göstereceğim Salkımlı'yı ona."
Üç kuşaktan beş kadın, ılık bir Balkan akşamı eski başkent Veliko Tarnovo' nun en alımlı otelindeydik işte şimdi. İnadım sayesinde! Yemek salonunun geniş penceresinden karşımdaki yeşilin binbir tonu tepeye kurulmuş orta çağ kalesini izlerken hem sözümü tutmanın gururu hem de "ya annemin endişeleri gerçek çıkarsa" korkusu var içimde. Yarın sabah çıkacağımız yolculuğun ikinci ve asıl etabının heyecanı, pıt pıt atıyor hepimizin kalbinde. Annem elinde tansiyon aleti, sürekli tansiyon, nabız alıyor, "Fena mı yaptık acaba, fena mı yaptık?" diye dövünüyor bir yandan. Dördümüzün gözleri de anneannemin dalgın, solgun ve suskun yüzünde sabahtan beri. Dışarıda bir arabanın egzozu gürültüyle patlayınca düğmesine basılmış gibi konuşmaya başlıyor aniden.
"Bombalar patlarken doğmuşum ben. Alaman-Rus harbinde. Babam seferberlikte o vakit, askere almışlar. Dedem rahmetli Tahir Aga köyün en varlıklısı. Babamlar altı kardeş. Yirmi dönüm arazi içinde, büyük bi evde yaşıyoruz yirmi bir nüfuz. Üç ayrı sofra kuruluyor her akşam. Amcamlar zanaatkar, biri demirci, biri marangoz. Annem iş kadını, dokuma tezgâhı var. Savaşın en kızışık zamanı. Almanlar Rusları kovalıyo, Ruslar Alamanları kovalıyo te buralarda. Onlar tepiştikçe olan bize oluyor. Hayvanlarımız, mahsulümüz hep telef. Ruslar kaçarken top arabalarını çeken hayvanlarını doyurmak için arpalarımızı kesiyor. Bir gün amcamlar annemi da tarlaya götürmüşler. Ben daha on günlük bebek kundakta. Ahlat ağacına salıncak kurup beni yatırmışlar. Lohusa anam mahsulü kurtarmak için orak sallıyor tarlada amcamlarla. Ben ağladıkça sıranın başına gelen salıncağa bi tekme atıp dönüyor işine. Dedemin yarış atları Tırnova'da parmakla gösteriliyor o vakitler. Bi gün küçük amcam atları sulamaya götürmüş çeşmeye, Ruslar beş atımızı almış, kendi arabalarındaki yorgun atları vermişler. Ağlamış o gece dedem.
Komünist rejim geldiydi sonra. Bulgar, nemiz var nemiz yok almaya başladı. İki ineğin mi var, biri Bulgar'a. On dönüm arazin mi var, beşi Bulgar'a. Dört koyunun mu var, hepsi Bulgar'a. Türk okullarını kapattılar, Bulgar okuluna gidiyoruz biz. Sünneti, camiyi, ezanı hepsini durdurdular. Dedem okumuş adam, din alimi. ‘İslamiyet bitti buralarda, gidicez,’ diyor. Babam karşı geliyor. ‘Bunca varlığımızı Bulgar'a bırakıp gitmem ben,’ diyor. Kovdu dedem babamı o gece. Sonra iki amcamı askere aldılar. İki amcamı da arazilerimizi, hayvanlarımızı alıp kurdukları kooperatiflerde çalıştırıyorlar zorla. Kendi malımızda işçi olduk anlayacağın. Bir gece babamı götürdüler, iki gün sonra geldi. Sınır dışı edeceklermiş bizi, on beş gün mühlet vermişler. Elde ne varsa yok pahasına dağıttı dedem. Zaten Bulgar kâğıt imzalatıp el koyuyor. Para da götürmemize izin yok ya, te böyle üstümüzde başımızda ne varsa onla işte. Biz yatak, yorgan denk yapıyoruz evde göçe hazırlık. Gitmeden bi gün önce elinde bi çuvalla geldi dedem. İçinden mantolar çıkardı. Gavurdan saklayabildiği parayla almış te bu kürkleri işte. Anama, nineme, yengelerime verdi. Yolda üşümezsiniz, dedi. Türkiye'ye gidince de satarız, üç beş kuruş geçer elimize.
Ertesi sabah kamyon geldi kapıya. Denklerimizi, bohçalarımızı atıp doluştuk kasasına. Dedem tokat kapısında, elinde bir değnek baston niyetine, dik durmaya çalışıyor. Son kez ata topraklarına, doğup büyüdüğü evine, dallarından yemiş yediği ağaçlara bakıyor. Trene bineceğimiz yer uzak, üç yüz kilometre. Aylardan Mart, ama hava nasıl soğuk. Kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır derler ya hani, te öyle. Balkan ayazı değdiği yeri bıçak gibi kesip atıyor. İki gün kamyonda titreşe titreşe vardık istasyona. Bekledik bekledik gelmedi tren. Erkeklerde süngüler düşmeye başladı. Kendi aralarında fısır fısır konuşuyorlar ha bire. Bıldır da böyle olmuşmuş, hökümetler arası kriz çıkmış, kapanmış kapılar. İstasyondan geri dönmüş yüzlerce insan. ‘Ya tren gelmezse naparız?’ diyo küçük amcam. Ne varsa yok pahasına dağıttık, Bulgar'a da kâğıt imzaladık. Gidecek yerimiz kalmadı.
Sabahleyin geldi tren. Doluştuk ahşap vagonlarına. Hayvanları bağlamışlar bizden önce, nasıl kokuyo. Bir gün de öyle gittik, girdik Türkiye topraklarına. Karaağaç’ta indirdiler bizi trenden, Edirne’de. Ortalık bayram yeri. Halay çekenler, türkü çağıranlar, gülen, ağlayan… 93 harbinde gelenler, akrabalarını karşılamaya gelmiş, sarılıp ağlaşıyorlar. Bi gramafon koymuşlar orta yere. ‘Göçmen kardeşim, anayurda hoş geldin!’ diye bağırıp duruyor bi adam sesi gramafondan. Gençten bi gelin, kızanının kıçını yıkıyor kaynanasının ibrikten döktüğü suyla bi köşede. Bi dede denklerin üstüne oturmuş, dizinde torunu hem ağlıyor hem gülüyor.
Sıraya sokup sağlık kontrolüne aldılar bizi, aşılarımızı yaptılar. Soy isimlerimizi verdiler. Göçmen misafirhanesinde kaldık bir hafta. Üç yüz kişilik yerde sekiz yüz kişi. Olsun, anayurt topraklarındayız ya. Dağıtmaya başladılar sonra hepimizi, trenlere koyup koyup. Kimini Anadolu'ya, kimini Eskişehir’e, kimini Bursa'ya. Anam hastalanmış yollarda. Bizi dedemlerle, amcamlarla Tekirdağ’a gönderdiler. Babam annemle Edirne'de kaldı. Te bu Çerkezköyü’ne geldik işte biz de, Yenice’ye yerleştik. Annemle babam iki ay sonra geldi ancak. İnce hastalığa yakalanmış insancığım yollarda. Zayıftı zaten. Artık soğuktan mı, üzüntüden mi kim bilir? Kürkü bile koruyamamış anacımı anlayacağın. Satmadı onunkini dedem. Yatağının karşısına duvara astık. Ölene kadar seyretti öyle yattığı yerden. Bulgar’da bıraktığı ailesini, ata toprağını, Salkımlı’da kalan gençliğini seyreder gibi seyretti, te bu kürke baka baka kapadı gözlerini.”
Anneannem susunca derin bir sessizlik oldu. Hepimiz onun tarlaya, bahçeye olan deli tutkusunu ancak şimdi anlayabiliyorduk. Ancak topraklarından zorla sökülen biri bu kadar aşkla, sevgiyle sarılırdı bulduğu bir karış toprağa.
Sabah evden çıkmadan sırtımı sıvazlayıp omuzlarıma yerleştirdiği siyah kürkü aldım koltuğumun arkasından; sırtına koyup çizgilerinde yılları, yolları gizlemiş nasırlı ellerini tuttum. Beşimizin elleri buluştu masada. Dışarıda güneş yeşil tepelerin ardında uykuya geçmeye hazırlanıyordu.
Figen Koşar
ความคิดเห็น