Bileklerinden dirseklerine kadar sık düğmeli, sonrasında karpuz kollu, dik yakalı, diz altı, kloş etekli, krem rengi keten karışımı elbisesiyle pencereden dışarıyı izlerken düşünceliydi Nadire. Salaş topuzundan dökülen tel tel kahve saçlarının arasından parlayan yaldızlarını öpme isteğim yazma şevkimi alevlendiriyordu hep. Savrulmak yerine tutunmuştum imkânsızlığına sevdamın. Her hikâyemin bir kenarına saçlarını, kıyafetlerini, gülüşünü, bakışını, dinginliği kadar dik başlılığını sıkıştırıyordum. Sıkıştırmıyordum da aslında. Bildiğin enine boyuna seriyordum kurduğum cümleleri. Yazdıkça hislerim kadar kuvvetleniyordu dirayetim de. Peyderpey yer ettiğim duygularımın oturmuşluğunu nereden bilsin Zekeriya? Belli etmiyordum hiç. Anlasa, “Sen tutulmuşsun oğlum,” der yine de kız kardeşine yanıklığımı kestiremezdi. Öyle dikkat ediyordum. Pastel renkleriyle bir sonbaharı andıran geniş fincanda ikram edilen ıhlamurumu yudumlamayı fırsat bilip saniyede gözlerimi Nadire’ye yöneltip saniyede kaçırdığımda; kıymet bilmeyen çiftlere kızıyordum içimden. Bir araya geldiklerinde cep telefonlarından kafalarını kaldırmayan çocuklar şurada dursun koca koca sevgililer nasıl da yok yere heba ediyordu iki lafın doyumsuzluğunu. Bana böyle bir fırsat verilse farz-ı misal; Nadire’nin karşısında, gözlerine bakarak, benden altı yaş büyük olmasının hiçbir engel iştigal etmediğini roman okur gibi anlatırdım. İşim gücüm bu olurdu. Ama yok. Hayali çok güzel ancak imkânı, ihtimali yok.
Zekeriya ile dostluğumuz lise yıllarına dayanıyordu. Üniversiteyi farklı şehirlerde okusak da bölümlerimiz aynıydı. Edebiyat mezunuyduk. Birbirimize sık aralıklarla yazdığımız mektuplarda münazaralarımız olur, şiirlerle sonunu getirirdik. Tanınmış şairlerin hiç duymadığım şiirlerinin yanı sıra ablası Nadire’nin de, “Öylesine karalamış,” dediği mısralarında sarhoş ettim kendimi. Her mektubun sonunda Nadire’nin şiirlerini bulma umuduyla açıyordum zarfları. Her defasında okuyacağını hesap ederek sıralıyordum ben de mısralarımı. Bir kadının söz sanatlarıyla hâkimiyet kurduğu duygu aktarımına mecnun olmamak kimin haddineydi. Her dizesiyle kaleminden dökülenlere olduğu kadar ruhuna da vuruluyordum işte. Zekeriya elleriyle attı bu tohumları yüreğime. İliğim kemiğim böyle böyle doldu. “Ablam ama ben ismiyle sesleniyorum, ismiyle seviyorum onu,” dediği için bir ya da iki yaş gibi düşünmüştüm arada ki farkı. Değilmiş. Önceleri bunun kabul görmezliğine çarpıyordum kafamı sürekli. Kısa filan da sürmedi. Baktım olmuyor, “Bir orduya ben tek,” dedim sonra. Benliğime olurunu anlattıkça, öğrettikçe karşımda duracakların önemi de kalmadı açıkçası. Sessiz sedasız sevdim. Evlenip ayrılması ise hiç sorun değildi. Umurumda değildi hatta. Ömür dediğin Nadire’yle son bulursa anlamlı bir hayat sürmüş olurdum.
Kırklı yaşlara merdiveni dayadığımız bu vakitlerde edebî ve sanat değeri olan kalıcı, nitelikli bir dergi çıkarmanın ateşini yaktığımızdan beri kimi benim, çoğunlukla Zekeriyaların evinde buluşmamız bana hem iyi bir iş çıkarma konusunda hem de Nadire’yi görebilme hazzıyla çifte heyecan yaşatıyordu. Dosyaları önümüze dağıtarak oturduğumuz masaya O da otursun, fikir sunsun, şiir döksün, soluk olsun istiyordum her defasında. Kısa bakışlarımı çoğaltıp geceler boyu düşünürken Zekeriya’nın geçmişteki mektuplarında yer alan ve ablasına bir boyut kazandıran şiirlerin tekrirlerinde geziniyordum. Olmadık kelimelerin bağdaştırdığı anlamlar nerelere götürmüştü beni yıllardır. Duyguyla zekâyı birleştirip nasıl kana karışıyorsun Nadire? O nasıl bir, “Bırakın gitsin,” demektir? Hece hece zincirlediğin prangaları ayağıma doladıktan sonra, sen söyle?
Birkaç arkadaşı da çağırarak basımdan önce derginin son halini değerlendirdik bizim evde. Kısıtlı imkânlarımızla, asgarisinden bir maliyetle baş koyduğumuz yolda tek gayemiz cebimize girecek olandan çok; hafızalara, sanata, edebiyata yatırım yapmaktı. Ulaşabildiğimiz, dokunabildiğimiz insan sayısınca gülüşlerimiz çoğalabilirdi ancak. İsmi nam salmış, hatırı sayılır bir dergide sanat yönetmenliği yapan arkadaşımız Mustafa da tek kuruş almadan bize yardımcı oluyordu bu sırada. Belirlenen sayfa sayısına ilişkin görsellerin de yer almasından sonra bir şiir daha eklenebileceğini söyleyince dayanamadım artık:
“Okul yıllarında mektuplaşırken gönderdiğin Nadire’nin şiirlerinden bir tanesini koysak Zekeriya. Varsa yenilerden de olabilir, he?”
“Gelecek sayı için beklettiğimiz şiirlerden de olabilir Güray, bakarız.”
Bakmayacaktı tabii. Bir şekilde açtığım bu konu yıllardır süzgeç üstünde kaldı zaten. Daha çok benim yazdığım şiirlerden dem vurdu Zekeriya. Benim sormak, söylemek istediklerimi zihnimden ivedilikle çekip önüme koydu. Ağzıma bal çalıp susturdu.
Derginin içi kuşe kâğıt, cildi iplik dikişli olmasını paramız olsa da istemezdik. Öyle tadı mı olurmuş? “Birleşiminde selüloz miktarı da odun miktarı da eşit olsun istedik,” dedik soranlara gülerek. İkinci hamur kâğıt, tel dikişli mecmularımızın piyasaya sürüldüğü günün akşamı kutlama yapmayı planladık. Müjgânla, Serap’ın yanı sıra istedim ki Nadire de olsun aramızda ama bunu söyleyebilmek güç gelirdi bana, pek güç. Hazırlanıp evden çıktım. Zekeriya az alkol alacağımı bildiğinden kendisini benim almamı istedi.
“Zil zurnayı şimdiden çalayım da haberin olsun dostum, dönüşte eve de sen bırakırsın zahmet olmazsa.”
Tam yirmi üç dakika bekledim evin biraz ilerisinde. Telefon edip nerede kaldığını sormak ayıp olur diye çekindiğimden kendi içimi kemirmeyi tercih ettim. Hiç olmazsa Nadire’yi görseydim bu sürede ama nerde… Kapının açılıp direksiyon başında kendimi doğrulttuğum anda sağ arka kapının açılmasıyla Nadire de bindi arabaya. Kalbimin güm güm atışını duymuyorlarsa ben bir şey bilmiyorum. Doğru düzgün konuşamamaktan, sessizliği güzelce doğurmuş, bir kuru “hoş geldin”le yolu zor buldurmuştum. Allahtan arkadaşlar bizden önce gelip masadaki yerlerini almışlar. Ancak onlar kurtarırdı beni bu anlamsız hicaplıktan.
Karşıma oturdu dünya güzeli. Gözleri şiir ötesi. İncecik boynu, o zarif elleri, o dev yüreği! ‘Ben de sana, senin için yazdığım şiiri gözlerine bakarak okumazsam Güray değilim’ cesareti. Hepsi harman olup gül açmıştı masanın orta yerinde. Her konuya hâkim duruşuma kabil yürüyordum geceye. Herkese gereken özeni göstererek sohbet ediyor, eğlenmenin tadını sonuna kadar çıkarıyordum. Zekeriya ne zaman ki daha fazla konuşmaya başlayıp, konuşanların da sözünü kesmeye yönelince Nadire’nin tedirginliğiyle göz göze geldim. Her şey çok güzel ilerliyorken, daha da oturabilecek durumdayken kalkmak zaruriydi bizim için.
“Hadi Zekeriya,” dedim.
“Dur son bir şey daha! Bu Güray var ya dostlar, Güray’ın şiirleriyle kendimi nasıl hırpaladığımı da anlatayım size, öyle kalkalım. Üniversitede yazışıyoruz. Çok güzel şiirler yazıp gönderiyor bana. Muazzam yetenek diyorum her dizede! Öyle böyle imrenmek değil. Görseniz O’nun icra ettiği şiirler gibi nasıl yazabilirim yangınıyla kavrulduğumu? Bilemezsiniz. Hayranlığım büyüdükçe küçülüyorum. Yazıyorum yazıyorum yırtıp atıyorum. Yazıyorum yazıyorum yırtıp atıyorum. Ne büyük ıstırap. Atmadıklarımı ne yapıyorum peki?”
Kimsede çıt yok!
Gülerek başladığı konuşmasının seyri değişiyor. Gözleri kıpkırmızı. Alt çenesi titrerken, dudağı bükülüyor. Hızlı hızlı burnunu çekerek ama ağır bir balyoz hükmüyle son cümleyi ağzından çıkarıyor.
“Atmadıklarımı… Nadire diye mühürlüyorum”
Arabanın arka koltuğuna yatırıyoruz Zekeriya’yı. Nadire yanımda oturuyor. Radyoda çıkan tüm şarkılar benden yana. Tek kelime etmeden sürüyorum arabayı. Ağzımda kan kokusu çoğalıyor. Yutkunamıyorum.
Figen Savi
Comments