Eski filmleri, insanları, eskiye dair her şeyi çok seviyorum. Bu evi de tutup eski eşyalarla döşedim. Ne yapayım ruhum eski benim, ruhum! Onu da orada, çöpün az ötesinde gördüğümde eskici ruhum kıpırdadı yine. Ben bunlardan değilim, buralı değilim, diye bağırıyor, fark edilmeyi bekliyordu. Bir zamanlar benim beklediğim gibi. Ben de vaktiyle Cemal beni fark etsin diye beklemiştim. Yüzümün gittikçe silindiği, kendime gizlendiğim bir ayna kaldı ondan geriye sadece. Işıklı, eski bir ayna…
Aileme, arkadaşlarıma, yaşadığım semte, yüzüme, saçlarıma, giydiklerime dudak büküyordu. Tamamen gitmiyordu da hayatımdan. Beni gitmekle kalmanın arasında bıraktığı bu yere alışmıştım. Ben de gidemiyordum. Tamamen silinmiyordum, oradaydım. Ama ne kadar vardım, var mıydım, hiç bilmiyorum.
Zamanla üniversiteyi dereceyle bitirmem, saygın bir işte başarılı bir pozisyonda çalışmam, güzel bir semte taşınmam hiçbir şey beni onun gözünde yüceltmeye yetmemişti. Neden takılıp kaldım? Neden hâlâ bunlar yüzünden beni sevmedi diye düşünüyorum? Neden sevmesine illa bir bahane gerekti ki? Nedensiz de sevilemez miydim?
Velhasıl küçük komodinimi alıp getirdim, zımparaladım, boyadım, iri gül desenleri çizdim, sonra yeniden boyadım. Yanı başımda öylece duruyor. “Üzülme, bak ben fark ettim seni,” deyip göz kırptım. Nişanlım Tarık’a gösterdim ilk iş.
“Nasıl? Gelin gibi olmuş değil mi?”
“Olmuş, olmuş da…”
“Da’sı ne? Sevmedin mi?”
“Güzelim alınmak yok, her şey ne kadar eski demezler mi?”
“Gelin de bu eşyalar gibi eski, dersin sen de olur biter.”
“Ben onu mu söyledim?”
“Anladım Tarık, tamam… Hem senin bunları diyecek akrabalarının kimler olduğunu da biliyoruz. Eski karınla seni yeniden birleştirmek istediklerini de.”
Kalkıp mutfağa yöneldim. Garibin bir suçu yoktu belki de ama yine de kimseyi susturamıyordu işte.
“Ben umursamıyorum çünkü.”
“Ama yapmalısın, benim için!”
Eski karısını bahsini açmayacaktım. Onu bu konuda yeteri kadar hırpalamıştım. Bana sırtı dönük duran Tarık’ı tutup kendime çevirdim. Ellerini tutup, gözlerinin içine gülümsedim. Yumuşayıverdi. Eski karısını aradım orada, yoktu. Ya da ustalıkla gizlenmişti. Nereden bilebilirdim… O beni biliyor muydu ki? Mutfağa yöneldim. İki bardak çay alıp içeri geçtim. Elimde tepsiyle içeri girdiğimde montunu giymiş öylece beklediğini gördüm.
“Hayrola sevgilim, nereye hemen?”
“Matbaadan aradılar güzelim, acil bir iş çıkmış, hemen gitmeliyim.”
“Ama bir çay içseydin bari.”
“Gitmeliyim.”
Hızlıca yanağımdan öpüp uzaklaşırken merdivenlerde kayboluşunu izledim. İçimde dağınık duran eşyaları bir hizaya sokabilecek miydi? Hepsi bu evdekilerden bile eskiydi. Yol kenarından bulup getirdiğim komodine, kendi boyadığım anneannemden kalma yetmiş yıllık konsoluma, gramofonuma, fi tarihinden kalma fincanlarıma yaptığı gibi dudak mı bükecekti? Ya ruhumun çekmecelerinde Cemal’in hatıralarına rastlarsa… Ya ortalığa saçılır, toplayamazsam kendimi…
Cemal… Sevmiyorum deseydin. İstemiyorum. Beğenmiyorum. Arada bir kapımı çalıp içeri bir göz atıp kaçmasaydın. Bir bakışının ruhuma bağırmak, bendimi ele geçirmek olduğunu anlasaydın. Ben o bakışla bir ömür yetindim, daha da yetinirdim. Bilseydin…
Yeşil bir yolun, gül döşeli kenarından yürüyüp de gelmiştin. Kollarını sallamıyordun. Bunun için bilmiyordum, istekli misin, hevesli mi? Karşıma oturdun, içtiğin sert içimli kahve kadar nettin. Anlamıştın, karşında titriyordum. Fotoğraflarından görüp etkilendiğim uzak akrabam. Varlığından haberim bile olmamış aylar öncesine kadar. İşte karşıdan bana doğru yürüyor. Kollarını sallamıyor. Bunun için anlamıyorum dalga mı geçiyor, hafife mi alıyor.
Gelip karşıma oturuyor. İçimde titreyen kuşlar bir anda kanat çırpıp en yüksek dala konuyor. Kondukları yerde durmuyorlar. Titreşip duruyor bazıları, bazıları sözlerini anlamadığım coşkulu bir şarkıya başlıyor. Bazıları da kalbimden ağzıma kanatlandığı için konuşamıyorum. İçimdeki bunca gürültüyü duysun istemiyorum. Ruhumdaki sevgi karnavalı ürkütmesin, otursun biraz daha karşımda. Oturuyor. Onu üç kere daha görüyorum. Sonrası boşluk…
Şenlik dağılıyor, bir acı yel bile kalmıyor. Bahçede. Ben, yalnız.
“Sevgilim, bu mumları nereye koymalıyım?”
“Canım, geliyorum hemen!”
“Bu eski şeyleri neden atmazsın bilmem ki…”
“Başlama yine.”
Yüzüme garip bakıyor. Bir şey mi fark etti diye düşünürken, arkasındaki camdan yansımamı inceliyorum. Yoo. Gece yağan yağmurun izleri yok yüzümde. Kuruntu yapmayayım şimdi.
“Ben arka tarafı toplayacağım. Sen masadakileri yerleştir.”
“Hay hay!”
“En son perdeleri asarız.”
“Baş üstüne hanımefendi!”
“Aptal!”
Gülerek odaya geçiyorum. Arka tarafta yatağın üzerine duran dağınıklığı dolaplara yerleştiriyorum. En son yerleri silmek kalıyor. Yorgunlukla yatağın üzerine oturup seksi çamaşırların, geceliklerin olduğu çekmecemi açıyorum. Ellerimi üzerinde gezdiriyorum. Vaktiyle ilk işimde çalışırken aldığım, Cemal’e sakladıklarım geliyor aklıma. Kırmızılı, siyahlı bir yığın rüya. Tenimde gezen gölgesinin yumuşaklığıyla ürperiyorum. Cemal’in elleri ensemden sırtıma usul bir rüzgarla koşuyor. Yüzünü yüzüme yaklaştırıyor. Gözleri ve dudakları tenimde bir kalp olup atıyor.
İçeriden bir ses duyuyorum o esnada.
“Sevgiliim!”
Sıçrıyorum.
“Cemal!”
Elindeki iki vazoyu gösteriyor Tarık.
“Bunları diyecektim… Nereye koyalım?”
Salona yürüyor. Arkasından gidecek cesaretim yok. Ayak sesleri mont hışırtısına karışıyor. Salonun kapısına yöneldiğimde kapıyı çekip çıkıyor, ayak sesleri bu kez merdivenlerde azalarak ilerliyor. Cama yürüyorum. Tarık, Cemal’in aksine kollarını olanca hızıyla sallıyor. Duygusu net. Karşı çatıdan birkaç tane karga havalanıyor o esnada. Ne çabuk akşam oldu. Gün de benim gibi, bu ev gibi, Cemal gibi, ömrüm gibi eskidi.
Konsolun en alt çekmecesinden onu çıkarıyorum. Tarık’ın hazırladığı duvardaki çiviye yerleştiriyorum. Geçip karşısına oturuyorum. Cemal’in evinde görmüş hayran hayran izlemiştim. Yurt dışı gezilerinden birinde bir antikacıda bulup almış. Kenarı yapma güllerle çevrili bir aynaydı bu. Odada bir o yana bir bu yana yürüyor, kahve koyacak, kupaları arıyordu. Aynadan onu izliyordum. “Al senin olsun,” demişti. İnanmaz gözlerim kocaman açılmıştı. Prize taktığımda ışıkları yanıp sönüyor içindeki güllerden aynaya bakan yüzü aydınlatıyordu.
Ne kadar oturdum karşısında bilemiyorum. Aynadaki yüzüm silinirken ardımda laciverdi eski bir gece doğuyordu.
Figen Yıldız
Comments