Duygusuz, dediler onun için. Gamsız, aldırışsız, kalpsiz, umursamaz.
O kadar çok dediler ki o da inandı böyle olduğuna. Gamsızım ben, dedi sorana sormayana. Aldırışsız, kalpsiz ve de umursamazım. Aslına bakılırsa henüz bilmiyordu bile bu kelimelerin ne anlama geldiğini.
Bir gelenekti bu hâl bu soyda, ona da yapıştı.
Düşe kalka büyüdü. Kıra döke genç oldu. Kana kandıra yetişti. Uzunca bir adam oldu büyük ataları gibi. Bereketli toprakların mahsulüydü nasılsa.
Hakikaten gamsız mıyım, diye kendine sordu bir akşam bir çiçeğin karşısında, düşündü, kederlendi. Geleneklerinde yoktu böyle çiçeklere karşı sorular sormak kendine.
Sabahına bir şey anlamamıştı, değişen bir şey yok gibi görünüyordu şimdilik. Öyle hemen anlaşılmazdı küçülmek. Düşmek zaman alan bir eylemdi ama bir şey eksilmişti içinde. Terk eden hep kendisiyken ilk kez terk edildi sonra kendisini neyin terk ettiğini bilemeden. Akşamına anladı düşmeye, küçülmeye başladığını. Her şey o ilk sorudan sonra başlamıştı işte, çiçeğin karşısında.
Ona nasihatler eden, gamsızlık iyidir oğlum amma, diye başlayan anasından miras cümlelerle onu uyaran bir anası vardı hâlbuki. Kötü geleneği değiştirmek istemişti anası. Çünkü anlamıştı elinden hiç çiçek yetişmediğini. Ektiği çiçek mahsul veriyor, türlü türlü meyve oluyor, para ediyor ama bir türlü sade bir çiçek olup kokmuyordu. Ellerinde bir şey vardı bu soyun. Çiçeksizliği ilk anlayan anasıydı. Ona da kendi anası anlatmaya çalışmıştı bu çiçeksiz bahçede ama başaramamıştı ayıplanmaktan korktuğu için. Bahçe dedikleri kocaman, bereketli bir tarla. Çiçeksiz insan soyu olur muydu? İnsan dediğin her şeyi yemek, satmak, yığmak için mi toplardı topraktan?
Ufacık, kambur, eski bir kadındı anası. Kedersizliğin kötülüğünü anasından duymuştu uzunca adam ilk, sır gibi, umursamamıştı. Öldü anası bir kısa sonbahar akşamı. Nasıl gömeceklerini bilemedi soyun erleri, o da anası gibi kamburunu salmamıştı ölünce. O ölünce de şaşırmışlardı toprağa nasıl vereceklerini. Bahçenin bir köşesine, kamburunu salmayıp ölen anasının çukuruna atıverdiler. Kamburunu salmayanlar uğursuz sayılırdı bu soyda, çukurları biçimsiz yapılırdı, kambur gibi. Uzağa da koymadılar ki ibret olsun bu soya. Ama akıllarının bir köşesinde kalmasına engel olamadılar büyük annenin ölüm günündeki gibi capcanlı yattığını kamburuyla, sırtında bir başka canlı varmışçasına.
Acılar gördü artık uzunca adam. Ölümler etrafında dolandı. Küçüldükçe küçüldü, anladı düştüğünü. Anladı çiçeklerin ellerinde solduğunu.
Anası gibi bir ufak insancığa dönüştü zamanla. Boyundan posundan arta kalanlar sırtında bir top kambura döndü. Kedersizliği yük olmuştu işte sırtına. Bahçenin bir köşesine atılan, hangi köşesine atıldığı bile unutulan anasına, ninesine baktı uzun uzun.
İyiydi, sağlıklıydı amma bu küçülmek meselesi, bu çiçeksiz bahçe, açılıp örtülen biçimsiz çukurlar pek zoruna gidiyordu. Anasının yüzünü düşündü, solmaya yüz tutan bir çiçekten başka bir şey görmüyordu.
Etrafında dolaşan ölümü arzular oldu ama o küçülüp kaybolana, hatırdan silinene kadar gelmeyeceğini anladı.
Gamsız torununu çağırdı yanına yıllar sonra bir gün. Kuvvetsiz ellerini gösterdi ona, çürüyen sırtını.
Biçimsiz de olsa bir ayrı yeri olsun istiyordu, bir dal çiçeği. Kaybolmak, düşmekten de kötüydü. Atılmak, terk edilmek değil, nazikçe koyulmak istiyordu. Sanki tekrar geri alınacak gibi, özenle. Belki bir çiçek baş verirdi toprağından, bir çiçekle baharı getirirdi bakanlara.
Anasız babasız torununu ikna etmekte zorlandı, ellerine paranın kiri bulaşmıştı bu yaşta. Soru üstüne soru buldu kazma küreğin başında. Neden kazacağım ki burayı, çiçek mi ekeceğiz, bu bahçede çiçek olduğu nerde görülmüş, diye dikleniyordu. Bir uzunca oğlan olacaktı, belliydi. Gamsızlığına kahroluyordu bu çocuğun, ellerinin pasına, kime çekmişti. Evi de bahçeyi de üstüne yapacağım, davran hadi, dedi torununa, hem sana da lazım olacak. İştahlandı oğlan, tükürdü ellerine, yumuldu toprağa.
Torunu kazarken biçimsiz çukurun ne kadar da küçük göründüğüne şaşırdı. Koca bahçe yerinde duruyor, toprak kendini salmıyordu. Biçimsiz çukurun kazılması bittiğinde –sanki yıllar geçmişti- torun, güç bela çıkardığı toprakların içinde dedesini aradı, bulamadı. Ne için kazdığını, tam olarak neyi aradığını unutmuş gibiydi.
Gamsız torun söylene söylene ağlıyor, minik dedesinin toz toprak içinden bağırdığını, buradayım hayırsız, kederlenme, anamın koynundayım, diye bağırdığını bir türlü duymuyordu.
Gökhan Yılmaz
Comments