top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Gözde Güler- Sağanak

Belki o zaman eylül

Şaşırtmayacak bizi

Bulup çıkaracağız çünkü

Evrenin öteki yüzünü

Ahmet Telli


Yüksek bulutlar geçiyor üzerimden. Denizin köpükleri büyüyerek gökyüzüne karışıyor. Güz gelirken denizin dalgaları, titreyen göz kapaklarım aynı heyecanı duyumsuyor. Pencereye yaklaşıp camı açtığımda bu heyecana, geceye de sabaha da can veren martı sesleri eşlik ediyor. Dalgalar güverteye her vuruşundan sonra bir renk alıp geri geliyor. Deniz rengarenk oluyor. Vapur, yaşamın kıyısına yaklaştıkça, zamanın kiri akıp gitsin istiyorum paçalarımdan. Hızlı bir güz yağmuru yağıyor üzerime. Önümden aniden başlayan yağmura yakalanmış insanlar geçiyor, çığlıkları vapurun coşkusuna karışan. Canlı ve hayat dolu bir martı bana bakıp gülümsüyor, yeşil mavi deniz gözlerime doluyor.

Vapurdan inip tanıdık sokaklardan yürüyorum. Havanın pusu, ufuk çizgisinin ardındaki koyu derinlik, mendirekteki yeşil yosun lekeleri, dalları seyrekleşmiş ağaca yuva yapan kuşlar ardımda kalıyor. Eskimiş ve kirlenmiş Arnavut taşlarını sekerek geçiyorum. Sabahın köründe yarı belimize kadar suların içinde kaldığımız, zayıf titrek parmaklarımızla dolma doldurduğumuz günler karşılıyor beni avlunun serinliğinde. Öylece duruyorlar. Haşlanmış pirinç, limonata kokuyor avlu. Her hikâye zamanını bekliyor, vakitli vakitsiz çalmıyor kapı. Sundurmada ters dönmüş terlikleri çevirip zili çalıyorum. Avluya yağmurun son damlaları düşüyor.

Çok yaşlanmış, diye düşünüyorum. Annemin çeyiz sandığından aşırdığım gümüş bıçakla, midyelerin ağızlarını yardığım günkü sert bakışlı, güçlü kollu adam değil karşımdaki. Sobanın ateşinde kaynayan tencerenin içinden çakıl taşları varmış gibi gelen sesler eski bir şarkıyı tekrar ediyor. Kavuşmuş, solgun elleriyle önünde yanan sobaya doğru eğilip konuşuyor.

“Omurgasız bunlar. İçinin eti ne kadar yumuşaksa, dışı da o kadar sert kabukludur. Öyle ağızları da faraş gibi açılmaz. En fazla bir buçuk santim açacaksın. Daha çok açarsan, onlar ölüdür artık.”

Gözlerine bakıyorum. Karanlık denizlerin sularına yüzlerce damla inmiş. Başındaki kirli kasketi çıkarıp, bir sigara sarıyor. Pencereden sızan sokak ışığı, incecik kalmış yüzünü aydınlatıyor. Beyaz köpükler arasından sıçrayan su damlaları sobanın ateşine düşüp cızırdıyor. Sağanak yağmur sonrası lacivert gökyüzü kapkara. Birinden gizler gibi gürültüsüz sözcüklerle konuşuyor.

“Ağzını yeterince açtın temizledin. Zemberek gibi açılmaması için birini sabit tutup, diğerini doksan derece çevireceksin ki kabukları birbirinden kopartmadan yaylanmaya neden olan bağlara zarar vermeyecek, iki kabuğu birbirine sırt sırta verecek, özenle hazırladığın pilavını dolduracaksın. İşte o zaman damakta bıraktığı hafif yakıcı tada varabilirsin. Zemberek gibi açılmasına müsaade edersen, dik duramaz, devrilip yine açılırlar. Leş gibi de kokarlar. He kokmasa da bozuk olabilir, mideyi de bozarlar. İnsanın bozuğunda olduğu gibi, midyenin de bozuğundan kaçınacak, uzak duracaksın.”

Durdum. Yılların çehresini değiştirdiği babamda tanıdık, sıcak izler arıyordum. Yalnızdı babam. Bir yanı ona öğretilen bildiği düzen bozulmasın diye direniyor; diğer yanı oğlunun gizli kalmış, ötelenmiş, yığınla ahlaki kuralın bastırdığı, ama gün yüzüne çıkmasına engel olamadığı halini anlayamadığı için öfkeleniyordu. Susarak bu öfkesini inkâr etmeyi seçiyordu.

Bir martı gelip konuyor camın kenarına. Anasından yeni çıkmış gibi, beyazı kirli bir gri ile parlıyordu. Kafessiz bir mahkumluk yaşayacaktı bu yavru martı da tıpkı diğerleri gibi. Hem de hiç fark etmeden. Oysa iki yanlarında kanatları, üzerlerinde mavi bir gökyüzü, ayaklarının altında uçsuz bucaksız bir deniz vardı. Her gün bir vapurdan diğer vapura havaya atılacak simit parçalarının peşine düşüyor, esareti özgürlük sanıyorlardı. Güz düşmüştü. Yaprak dökümüydü. Herkes gider, martılar kalırdı.

Annem, hıçkırıkları duyulmasın diye çizgili mendilini ikiye katlamış, dudaklarına bastırıyor. Babamın gürültüsüz sözcüklerinin yarattığı tesirden, yeterince canımın yandığını anlıyor. Babam oturduğu yerde ara ara inliyor, sanki tüm dünyanın cehennemi omuzlarına yüklenmiş gibi, iki elini yüzüne örtüyor. Bu tutsaklığıma annem daha fazla dayanamıyor. Her taşına ayak bastığı, Arap sabununa doymuş zeminde dikiliyor babamın karşısına. Tencerenin dibinde, ağzı fazla açılmış ve çürümeye bırakılmış bir midye gibi, düşlerimin bile kokmaya başlaması onun sabrını tüketmiş olmalı.

Onları sobanın sıcak gölgesinde bırakıp avlunun soğukluğuna atıyorum kendimi. Ağlasam mı, ölsem mi bilemiyorum. Avlunun pürüzlü zeminine düşen suyun sesi ortalığı dolduruyor. Bel vermiş harap evlere bakıyorum avludan. Eğilip ellerimi pütürlü yüzeye sürüyorum. Çeşme başındaki ibrik soğuk soğuk parlıyor. Midye toplamaktan geldiğimizde kabukların altında çizilen, kanayan, kararan ellerimizi yıkadığımız ibrik. Yıllara meydan okur gibi aynı soğukluk, aynı mağrur duruşu ile bakıyor bana köşeden. Çok sonraları İsviçre’den amcam eldiven getirmişti de daha az hasarla temizler olmuştuk kara kirli kabukları.

“Büyük bir midyeci olacak benim oğlum, benden de iyi yapacaksın bu işi. Dükkân da açarız belki, ne dersin? Olur mu olur. Hep böyle sinilerde gitmeyecek ya bu iş böyle. Anan gibi eline hamarat bir kadın da bulup everdik mi seni… Anan öğretir kaşığı vurduğunda titreyerek açılan, safran renkli pilavın iyisini. Nisanda kuvvetlenir, güz geldi mi, nasıl olur bilmem, zayıflar bu meletin etleri. Güz, çocuk mevsimidir bizde bu sebeple. Bahar ve yaz gece gündüz demeden çalışırız. İşler de o zaman bereketli olur bilirsin sen de. Şehirden insanlar dolup taşar, tepsi kapatırlar. Öyle de çok iş olur bazı geceler. Ne zaman ki yapraklar dökülmeye başlar, sahilin beton yüzlü duvarlarına yosunlar vurur, çay bahçeleri kepenklerini indirir, başımızın üzerinden çığlıklarla kuşlar göç yoluna koyulur, o zaman bizim işler duraksar, rahat bir nefes alırız. İşte o mevsim oğlanlarla kızlar buluşur, bebeler analarının rahmine düşer.”

Babam bana baktıkça ufalıyor, ufalıyor, benim yaşıma geliyor, bana benzeyen gençliğini görüyordu. Ben ona baktıkça onun gözlerinden umudunu nasıl aldığımı, onu nasıl savunmasız bıraktığımı görüyordum. Nereye koyacağımı bilmediğim bakışlarımı, sigara dumanın ardından kalan sisli boşluğu hiç unutmuyorum. Omuzları sarsıldı. Süzülen gözyaşları avluya vuran sokak lambasının ışığında parladı. İçindeki yangını duyuyordum. Alev alev parlıyordu. Uzun bir geceyi ardımızda bırakıyoruz. Sözlerimin bittiği yerde, içinde açılan büyük boşluk üzerinden derin bir yara, bir koyu gölge düşüyor yüreğine. Babamın küskün yalnızlığı ile gözlerinde günden güne sertleşen ışıkların ortaya çıkması da o geceden sonra başlıyor. Sonrası güz, yaprak dökümü.

Geçmişin içinden gelen sesler, denizden eve dönmüş babamın omzundan inmeyen çocukluğum, bir ayağı aksak ahşap masadaki boşalmış çay bardaklarının ışıltısında yapılan gülüşmeler, içimdeki kırgınlığı alıp, havaya uçuruyor. Bir martı tepemde dönüp duruyor. Çalımına bakınca güzel bir şey olacak gibi hissediyorum. Havluların kurutulduğu çamaşır ipine konuyor gelip. Avluya çıkalı yarım saat olmuş olalı. İleriden bir gıcırtı duyuluyor, ardından bir gölge belli belirsiz. Kapının aralığından, uzamış sakalı, yüzünde derin çizgiler ile gülümsüyor.

“Islanmışsın.”

“Yağmur yağıyor.”

“Şemsiye?”

“Ofiste unutmuşum.”

“Ben de eldivenimi kaybettim bugün.”

“Yarın yenisini alırız.”

Ellerine uzanıyorum, parmakları hep yara. Öpüyorum. Epeydir kaynamakta olan tencereyi sobanın üzerinden alıyor annem. Pencereden gelen ışığın gölgesi ile oda bir kırmızı, bir turuncu ışıldıyor. Bir sağanak daha boşalıyor bağrını yırtarak gökyüzünden. Zaman akıyor, toprak yarılıyor, sular kirleniyor, fırtınalar çıkıyor, sarsıyor. Balçık oluyor, çamur doluyor yeryüzü. Sonra güneş suya değiyor, su zamana, zaman toprağa, toprak insana. Yol uzak olsa da dağın ardı görünmese de hangi gizle göçmese de martılar, illa bir eylül geliyor, öfkeyi ve ardında saklı yaraları silikleştiriyor. İnsanın anne-babası yaşıyorsa, her zaman uğrayacağı bir evi oluyor.


Gözde Güler

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page