Sevgili Albay Buendia,
Size bu mektubu zamanın bir başka boyutundan ve dünyanın diğer ucundan yolluyorum. İnanıyorum ki elimdeki bu son gümüş balık sizi ortaya çıkaracaktır. Buna yürekten inanıyorum çünkü sizi biraz olsun tanıdığımı düşünüyorum. Bilmenizi isterim ki siz ve pek sevgili kâhininiz Melquiades yanıldınız. Çünkü soyunuzun son temsilcisini karıncalar yemedi.
Bütün çocuklarınızın yazılı olduğu o defterdeki isimler eksik ve müjdemi isterim ki Albay muz şirketi bunu bilmiyordu. Bir an olsun rahat uyuyabilirsiniz. Biliyorum merak ediyorsunuz sizi nereden duyduğumu ve gümüş balıkların üzerindeki ölüm izlerini nereden bildiğimi öğrenmek istiyorsunuz.
Belki en gözü kara adamlarınızın birkaçını yollayacaksınız üzerime. Ya da Jose Arcadio’yu kim bilir. Domuz kuyruklu çocuğu da biliyorum Albay ve gözlerinizi bir an olsun dünyaya kapatmadığınızı. Yüreğinizdeki gururla isyan ettiğinizi ve her isyanda yenilmenize rağmen aslında galip geldiğinizi…
Bunun nasıl olduğunu bir dahaki mektupta daha detaylıca anlatacağım. Ama önce sizi nasıl bulduğumu anlatmam gerek. Sanırım her şeye buradan başlamak ikimiz için de iyi olacak. Macondo’daki Türk sokağını bilirsiniz ve Arapları ve kadınları, bitmek bilmeyen eğlenceleri… Sonra her yıl bir alayla gelen Çingeneleri de hatırlarsınız. İşte onlardan birkaçı bizim ülkemize geldi Albay. İnanabiliyor musunuz? Üstelik içlerinden biri babanızın dostu Melquiades’in torunuydu.
Junior Melquiades’in göğsüne sıkıca bastırdığı kitap yere düştü. Aslında İstanbul’da dar bir sokakta çarpışmamızın sonucunda yaşandı bu kaza. Ve çarpışma anında Bay Melquiades’in Sanskritçe kitabının arasından bir gümüş balık düştü. İşte o anda Junior Melquiades birden sapsarı kesildi, gözleri parladı, alnından kan ter boşaldı, parmaklarını avucuna sakladı. Sanki herkesten gizlemek zorunda olduğu bir sırrı vardı ve o sır beklemediği bir anda ortaya çıkmıştı. Junior karşımda donakalmıştı. Gözleri bir süre boş boş baktı, ağzından tek kelime çıkmadı. Sanki yakalanmış ve ölümüne sakladığı sırrı açığa çıkmıştı. Melquiades sanıyorum benim bir polis ya da muhbir olduğumu düşündü. Oysa bizim ülkemizde gümüş balığın ve ölüm izlerinin bir anlamı ve efsanesi yoktu.
Yere eğilip su birikintisinin içinden balığı aldım elimle çamurlarını temizleyip avucunun içine koydum. Sonra gözlerinin içine bakıp gülümsedim. Şaşkınlık içinde bana bakıp teşekkür etti. Ben de ona, “rica ederim,” dedim.
Bana hangi dilde teşekkür etti bilmiyordum ben de ona hangi dilde “rica ederim “dedim bunu da bilmiyorum. Nasıl olduysa bilmediğimiz bir dilde anlaştık. Erikler çiçek açtığında buluşmak üzere vedalaştık. Tuhaftı.
Albay, o gümüş balığın ne için taşındığını sanırım biliyorum. Bunu sizi ve ailenizi anlatan bir kitaptan okumuştum. Kitabı bulmam öyle zor olmuştu ki, kocaman farelerle dolu bir depoya inmek zorunda kalmıştım. Şimdi buna değdiğini anlıyorum. Hatta arkasında şöyle bir şiir buldum belki bana kimin yazdığını söyleyebilirsiniz:
Engin yokuşlarda bir bedene yolculuk
Garip yüzyılları yaşamakta
Yalnızlığı dinlemenin huzurunda
Yıkımları gölgesinden çıkarıp
İnsanlara yüklü anlamlar kazandırmasını
Bilen beyinler
Bitmek bilmeyen anılarıyla
Düşünceleri yoruldu ayın ışığında
Sevgili Albay, bütün kahramanlığınıza ve bıraktığınız ilhama karşın sizden kuşku duymuyor değilim. Birden ortadan kayboluşlarınız, bütün yenik isyancılar ölürken ölmeyişiniz sonra onlarca çocukla birden ortaya çıkmanız. Kendinizi işliğe kapatıp bataklığın ötesine hatta İstanbul’a gümüş balıklar göndermeniz.
Ama eminim ki bana bir cevap vereceksiniz ve bütün bu kuşkuları dağıtacaksınız. Tıpkı mavi gökyüzündeki bulutlara yaptığınız gibi. Buna yürekten inanıyorum ya da inanmak istiyorum. Size yanıldığınızı söylemiştim Albay, fakat yalnız soyunuz konusunda değil bu. Kendinizi mahkûm ettiğiniz yalnızlık hakkında da yanıldınız. Biliyor musunuz, bütün felaketlerden, dökülen kanlardan dünyanın kırmızı karıncalar tarafından yıkılıp yeniden kurulmasından sonra yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilen soylar yeryüzünde ikinci bir deney fırsatı elde etti.
Bitmiş olan tarih yeniden doğdu ve yazılmaya başlandı. Bu tarihte sizin özel bir yeriniz var. Sizi henüz geri dönmeye ikna etmeyecek bu biliyorum. Hatta hayatınızda sayılı attığınız kahkahalardan birini atacaksınız. Şimdiden geçireceğiniz sinir bozukluğunu bildiğimden güzel Remedios’un hayaletini yanınıza gönderdim.
Onunla bana istediğiniz zaman cevap gönderebilirsiniz.
Unutmayın: Yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilen soylar yeryüzünde ikinci bir deney fırsatı elde etti. Ve yeni baştan yazmaya başladık tarihi.
İkinci Mektup
Albay,
Son mektubumda tarihten söz etmiştim. Daha doğrusu tarihin yeni baştan yazımından. Biliyorum bu söylediklerim sizin için gülünç olacak. Çünkü siz kalem tutmak yerine silah tutmayı yeğlersiniz. Yine biliyorum ki asla gerçek anlamıyla tarihin yazılabileceği fikrine inanmayacaksınız.
Oysa girdiğiniz bütün savaşlar, yönettiğiniz çatışmalar, dünyadaki bütün meleklerden doğan nesliniz bu arayış için değil miydi? Evet Albay, bu sizin tarihiniz. Buendiaların yüzyıllık tarihi.
Diyeceksiniz ki tarihi gerçekten yazabilmek için, önce var olanı yıkıp yeniden yapmak gerekir. Fakat belirtmeliyim ki bunu yapacak kadar bir zamanımız yok ve korkarım ki bundan sonra da olmayacak.
Dostumuz Melquiades’in bize bıraktıklarıyla yetinmek zorundayız. Belki Herodot’u ve Homeros’u da düşünmeliyiz yanında ve Dede Korkut’la Yehova’yı da hesaba katmak gerekir. Bir de Albay, Hintli dostumuz Nehru var, onunla kesin tanışmalısınız Bunun için bana bir işaret göndermeniz yeterli olacaktır.
Macondo’ya dönüş günlerimiz yaklaşıyor. Biz Macondo’ya gelmeden toz bulutları ve fısıltılar hâlinde “tarih bitti” ilahileri söylenecektir. Siyah takım elbiseli avukatlar “cesur yeni dünya”dan söz edecek; büyücüler, falcılar “körlük” numarasıyla sizi aldatmaya yelteneceklerdir. Onları sessiz ve ağır bakışınızla kovacağınızı biliyorum.
Son olarak belirtmeliyim ki, tarih bitmedi. Ayrıca tarihi yeniden yazmak da mümkün. Fakat bütün parçaları birleştirmek zorundayız.
Sizden cevap bekliyorum. Lütfen çok dikkatli olun!
“A bove ante, ab asino retro, a stulto undique caveto”
Üçüncü Mektup
Sevgili Albay Buendia,
Bu üçüncü mektubum. Ne yazık ki tek bir yanıt alabilmiş değilim. Ancak geçen gün Junior Melquiades’le rastlaştık. Açıkçası bu şehirde ne yapıyor bilmiyorum. Bu tesadüfi(!)buluşmalar sizden gelen bir işaret mi? Öyle olduğunu varsayıyorum. Bay Junior Melquiades bana ortak bir dostumuzdan söz etti: Pierre
Bir vakitler İstanbul’da yaşamış, gerçekte denizciymiş fakat Aziyade ile olan aşkı onu bir masal kahramanına dönüştürmüş. Şehirleri ve şehirlileri bilirsiniz. Hepsi ayaküstü anlatacak hikâyeler arar. Pierre için “Doğudaki Hayalet” diyorlar. Bunu neden diyorlar bilmiyorum. Belki Haiti kraliçesiyle buluştuğu için ya da gerçekten hayalet bir gemiyi idare ettiği için.
Dostumuz Junior, dedesi Melquiades’in Pierre’i deniz yolculuklarında fırtınalardan koruduğunu söyledi. Anlattığına göre dev mıknatısıyla fırtınaları üzerine çekmiş. Birden havalanıp göğe uçuvermiş.
Mösyö Pierre de sizin isyanlarınıza silah, cephane ve ilkyardım malzemesi taşıyormuş. Hatta Junior Melquiades’in söylediğine göre siz de onun gemisine birkaç sefer binmişsiniz.
Gerçekten bu duruma çok şaşırdım. Çünkü Pierre’nin sizinle olan ilişkisi belki de sonsuz yaşamınızın bir kanıtı. Neden bilmiyorum ama böyle düşünmek istiyorum. Biliyor musunuz Albay, Güzel Remedios’un kanatlanıp göğe yükselişinden beri bütün mucizelere inanmaya başladım.
Musa okyanusları yeniden bölse inanırım.
Muhammed yeniden ayı parçalasa peşinden giderim.
Melquiades bütün belaları mıknatısıyla çekip göğe tekrardan uçsa pelerinine sarılır ben de onunla uçarım
Sen Albay Buendia, yeni bir isyan başlatsan hiç düşünmeden dört nala uçarım seninle ölüme karşı gözlerimi kısarak…
Albay,
Junior Melquiades bana yeni bir icattan söz etti. Bu icat sayesinde bütün parçaları birleştirebiliyor, kalan boşlukları da en uygun şekilde canlandırabiliyormuşuz. Adı da bir hayli ilginç: “Synthetic Simulation”
Düşünsene Albay bütün anıları canlandırabileceğiz artık. Bu sayede bütün ölüler dirilecek. Sonsuz yaşamla eş değer bir şey yapacağız Albay. Fakat Melquiades bu icadı elinde tutanın risk altında olacağından söz etti. Anlayacağınız sizin Macondo’ya ihtiyacımız var. Pek tabii Ursula Hanım’ın misafirperverliğine de.
İşlerimizi halleder etmez, Macondo’ya uçmayı planlıyoruz.
Sizden de kısa süre içinde cevap bekliyoruz.
Dördüncü Mektup
Tarihi yazmaya pazartesiyle başlıyoruz. Ve asla bize öğretilen kronolojik yöntemi kullanmayacağız. Çünkü bu yöntem olayların birbirleriyle arasındaki gizemli bağlantıları açığa çıkarmamıza engel oluyor.
Ne demek istediğimi anlamamış olabilirsiniz. Size şöyle anlatayım Albay: Farklı bir zaman tanımından söz ediyorum. Zamanın çizgisel ve durmaksızın ilerleyen bir şey olduğu fikrinin tam aksine zamanın bükümlü ve örnek verecek olursak radyo dalgaları gibi hareket ettiğini söylüyorum.
Öyleyse tarih neden çizgisel ilerliyor? Gerçekten de insanlık sürekli ilerliyor mu yoksa başı sonu olmayan bir yolculukta tükeniyor mu?
Bilmek istiyorum çünkü eğer insan başı sanı olmayan bir yolculukta tükeniyorsa zamanı durdurmak istiyorum. Ölüme bağlanan her şeyin damarlarını kesmek istiyorum. Madem bizim amacımız tabiatı insanlık devletine ve insanlığın isteklerine karşı itaatkâr kılmak öyleyse benim doğanın en büyük yasasını değiştirmeye ya da ortadan kaldırmaya hakkım yok mu?
Herkes gibi siz de biliyorsunuz bunu fakat yapabileceğiniz hiçbir şey yok.
Albay, her şeyi yırtıp atmak, yapılanları yıkmak, sistemin yaşayan bütün hücrelerini yok etmek zorundayız. Ölümden daha çok öldürmek, ölümden daha çok ölmek büyük dönüşümü getirecektir. Buna yürekten inanıyorum.
Belki şiddet insancıl bir yöntem olarak görülmeyecektir. Peki ya psikolojik yöntemler, şantajlar, hak mahrumiyetleri, akla hayale gelmeyecek tuzaklar bunlar çok mu insancıl?
Sahi Albay, insan ne için yaşar?
Sekizinci Mektup
Albay Buendia,
İtiraf etmeliyim ki son zamanlarda size karşı bazı kuşkularım var. Bu kuşkularımı besleyen nedenlerin başında bana hâlâ bir cevap göndermemiş olmanız geliyor. Bir diğer önemli neden ise isyanlarınız öncesindeki gizemli kayboluşlarınız.
Dahası sizin isyanlarınızın başlangıcıyla, “Büyük Dönüşüm”ü başlatan altın standardının kabul edilişi örtüşüyor. Bu durum bir çelişkiyi mi gösteriyor yoksa sizin de bu lanetlenişin bir parçası olduğunuzu mu doğruluyor? Daha açık konuşmak gerekirse Albay siz gerçekten bir devrimci misiniz yoksa savaştan, kandan, ölümden beslenen bir savaş ağası mı?
Bedeli sırrımızın açığa çıkarılması olsa bile bunun cevabını öğreneceğim işte o kadar!
Dokuzuncu Mektup
Bana gözleri kanlı bir gümüş balık göndererek ne kastettiğinizi anlıyorum Albay. Şu an ölümle tehdit edildiğimin farkındayım. Ancak siz de bana bir yanıt vermek zorundasınız. Şunu belirtmeliyim ki biz düşman değiliz ve bu bir satranç oyunu değil.
Benim neyi bilip bilmediğimi böyle mi öğreneceksiniz? Sizi gerçekten iyi bir taktisyen diye bilirdim. Üstelik böyle bir sorgunun benim için bir aşağılama olacağını bildiğiniz hâlde yapmaya kalkışmanız gerçekten güvensizliğe hatta düşmanlığa yol açıyor. Oysa bizim ıslığımız bile aynı değil mi Albay? Esmer, zayıf gölgemizle birlikte her gece içlenerek baktığımız o yıldız aynı değil mi?
Dostluğumuzu Adrien ve Mihail bile kıskanır diye düşünmez miydik Albay? En azından ben öyle düşünürdüm. Şimdi bana göndermiş olduğunuz gözleri kanlı gümüş balığını eritip bir kurşun yapacağım. Bu kurşun günlüklerimin arasında kalbinizi deleceği günü bekleyecek.
Dinleyin Albay,
Ben sizin her sözünüzü emir sayacak cahil Macondolulardan değilim. Dionysos şenliklerinde tanrılara şarap sunan mitolojik çobanlardan hiç değilim. Ne ağanın yanaşması oldum ne de beyin tımarcısı.
Siz de tanrı kral olmadığınıza göre…
Biz ikimiz Albay, ancak ikimiz bir Musa ederiz. Eğer derdiniz Firavun’u yenmekse bu tehditlerinizden ve alaylarınızdan vazgeçmelisiniz.
Bu bahsi kapatmak ve isyanımıza yeni bir fırsat tanımak adına size Büyük Dönüşüm’den söz edeceğim. Evet hani şu bankerlerin çok sevdiği Polanyi’nin kitabından. Çünkü Avukatın işaret ettiği miladın detayları bu kitapta anlatılıyor.
Sizi her şeyin başladığı yere götürmek istiyorum. Ne Alplerdeki buz adamın yanına ne Sibirya’da bulunan ilkel yazıtlara ne de Asya Steplerinde gizlenen büyük ve şaşırtıcı zenginliğe.
On iki takımadadan, karaları yok etmek için birbirleriyle yarışan dev dalgalardan, vahşi köpek balıklarının soğuk gümüş korkusundan söz edeceğim.
Size büyük şapkalarının gölgesinde bile gizleyemedikleri çekik gözlü bakışlarıyla ölümü dize getiren, bütün dünyayı yerinden oynatacak o muazzam buluşu icat eden insanlardan söz edeceğim.
Üstelik bu mucitler buldukları şeyden habersizdiler ya da öyle olmayı tercih ettiler. Bankerlerin bonolarına, rantiyelerin arsa cinayetlerine, sanayicilerin kan emiciliğine, sefaletten bile kâr sistemi kuran tüccarlara daha çok vardı.
Rab için yapılmış piramitlerin tanıtım ve organizasyon işleri piyasaya açık ihale yoluyla arz edilmemişti daha. Sonra kutsal günlerin icadı ve o günlerde yapılacak kara indirimler yoktu.
Para yoktu. Paranın bedeli olan kan ve faiz de yoktu.
Bu on iki adanın insanları kur dalgalanmasına göre değil engin okyanusun gelgitlerine göre yaşardı.
Sular yükselince bir başka sular çekilince bir başka olurlardı.
Ne yazık ki mi demeli yoksa iyi ki mi demeli bilmiyorum ama Albay bu insanlar icat ettikleri şeyin kendilerine yüzlerce yıl sonra atom bombası olarak geri döneceğini bilmeden birbirleriyle kutsanmış bilekliklerini paylaştılar. Suların çekildiği ve yükseldiği günlerde büyük şölenler düzenlediler. Aletlerini, tohumlarını, şaraplarını ve tuzlarını paylaştılar. Hatta kadınlarını ve erkeklerini de.
Sonsuz kardeşliği kurmayı başarmışlardı ama ilkeldiler ve bu yüzden zamana yenilmeye mahkûmlardı.
On iki ada on iki yıl boyunca Utu kanunlarıyla yaşadı. Karşılıklılık ve gerektiğinde yeniden dağıtım. Bu yolla yarattıkları deniz aşırı uygarlık insancıllığın görüp görebileceği en güzel şeylerden biriydi belki.
Çünkü o günden beri kardeşlik bir özlemden, doyulmamış, çılgınca yaşanmamış karmaşık duygulardan ibaretti.
Aslında bu karşılıklılığın dinden bir farkı yoktu. Takas bu dinin töreni ve ayiniydi. İşte o törenlerden birisini anlatacağım size Albay. İnsanlık olarak başımızın belaya girdiği o günü.
Kabile Şefi Akira ile Kouto arasında bir takas yapıldı daha doğrusu bu iki şef birbirlerine armağan vererek dostluklarını ve kan kardeşliklerini başlattılar. Bu ayine bir incelik yarışıydı desek yalan olmazdı.
Önce Akira köpek balığının yüzgecinden yaptığı bilekliği çıkartıp, Kouto’nun kabilesinin kutsal taşının üzerine koydu. Kouto ikinci taşın üzerinde tütsüyü yaktı ve elindeki ateşle kan kardeşinin yüzüne baktı. Bir ilahi mırıldandı; göklere mi yalvardı, denizlere mi ağladı, hayvanlara, toprağa mı yakındı. Kouto onlardan izin istemişti. Bu kan kardeşlikten evvel oğlunu kaybetmişti ve bu yüzden Akira’nın kabilesiyle kanlı bıçaklı düşmandı. Kouto tütsülemeyi bitirdikten sonra, Akira kalbine yakın bir yerden döktüğü kanları bilekliğe bulaştırıp dikkatle yere koydu. Üzerine az bir toprak serptikten sonra arkasını döndü. Mavi okyanusun gücüne bir kez daha boyun eğmişti. Bir Kabile Reisinin yabancı topraklarda arkasını dönmesi, diğer kabileye güvendiğinin bir göstergesiydi. Kouto’nun yanındaki Chi-Sun yerdeki bilekliği aldı ve dualar mırıldanarak şefinin bileğine taktı.
Tanrılar izin vermişti ve karşılıklılığa dayanan ilk deniz ticaretini başlatacak değiş tokuş böyle yapılmıştı. İnanır mısın Albay, bu yaptıklarının eşi benzeri yoktu. Her şey on iki adanın on iki halkının gözü önünde yapılmış ve bu tören 12 yıl boyunca farklı adalarda aynı şekilde sürmüştü.
Bu karşılıklılık Utu dini yıkılana kadar sürüp gitti. On iki adanın on iki halkı, Utu sayesinde her şeye sahipti ve aynı zamanda hiçbir şeye sahip değildi. Kabileler 6.yılda tanrılarını bile değiş tokuş ettiler. Elbette tanrılara kendilerini adayan hizmetkârlarıyla birlikte…
İşte böyle Albay, Akira ve Kouto belalı bir denizde insanca ve uygarca dünyanın ilk dış ticaretini yapmışlardı.
Fakat bize bıraktıkları miras kötülükten ve sefaletten başka bir şey değildi. İlk takas insanlığın bağrında açılan ilk yara oldu. Ve evet Albay biz bu sayede öğrendik insan olduğumuzu.
Onuncu Mektup
Sefaletin karşısına başka bir sefalet çıkıyor Albay. Bu Hükümdarların kendi halkına sayısız tuzaklar kurduğu Merkantilizm çağından sonra pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Hırslı, iştahlı ve gözü pek Portekizli gemiciler bir kan banyosunda kendilerini bulduklarında anladılar sefaletin ne kadar aşağılık bir şey olduğunu. Aslında onları bu tuzağa sürükleyen Lidyalılardan başkası değildi. Para onların eseriydi sonuçta. Ve parayla birlikte gelen insanın insana eşit olmadığı fikri. Kibir yıktı Babil’i ve öfke kaldırdı yıkımın enkazını.
Evet Albay, Portekizliler. Hani şu bütün dünyayı avuçlarının içi gibi bilen açık zihinli insanlar. Denizci yaratılmış bir millet. Kanlı Cortez altınlarının ve Eldorado’nun peşine düştükleri zaman bir ozan tanırdım ismi Alvaro de Campos’tu.Esir düştüğü zaman korsanların arasına neden katıldıklarını sorduklarında “Dünyanın bir ucuyla diğerini birleştirmek istiyorum, çünkü sevgilim dünyanın diğer ucunda” demişti. Bir yokluğun peşindeydi o ne bir haydut ne de bir misyonerdi.
Şöyle yazılıydı günlüğünden kalan tek yaprakta:
“Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri!
Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır
Köksüz bir ruhu olmak!
Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!
Böyle yola çıkmaktır yolculuk.
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.
Gerisi sadece gök ve toprak.”
Aslında her şey o Machiavelli denen zırtapozun başının altından çıkmıştı. Biz evimizde mayaladığımız birayı keyifle içiyorduk ondan önce. Akdeniz’in gençlik çağıydı hem de. Bütün dünya durmadan Akdeniz’in çevresinde dönüyordu. Biz dünyanın her dönüşünde Akdeniz’in gururlu yüzüne hayrandık.
Ben, dostum Thomas ve bütün krallar başta olmak üzere, Baronlar, kontlar, burjuvalar, özgür adamlar ve serfler. Hepimiz dolardık gün boyu loncalarına. Ama ben daha çok akşamları hüzünle karışık bir umudu içmeyi tercih ederdim. Hem özgürce hayal kurmak başka ne zaman mümkün olabilirdi ki?
Dostum Campanella, tapıyordu bir tanrı kadar güzel Akdeniz’e. Bir gün şöyle demişti: “Mutlu bir altın çağ olduysa eskiden
Neden gelmesin ki yeniden?”
Özlüyordu, Akdeniz’in genç kız günlerini.
Her neyse.
Şunu belirtmeliyim ki Albay Portekizliler, İtalyanlar, İspanyollar, Hollandalılar, Frenkler … Hepsi bu altın çağın izini sürdüler. Bir farkla: Bu Altın Çağ’ı yalnız kendileri için istiyorlardı.
Sonucu sen benden daha iyi biliyorsun Albay. Sonuç lanetli Cortez Altınları ve karanlığa gömülmüş bir Avrupa oldu.
On Birinci Mektup
Sevgili Albay, sizden hâlâ cevap alamamış olmama rağmen neden mektup yazmaya devam ediyorum gerçekten bilmiyorum. Ama artık bu oyuna bir son vermelisiniz.
Size dur durak bilmeyen çağımızın sırlarından söz edeceğim Albay. O zaman kendi kurallarıyla işleyen piyasadan söz etti Karl. Bunu söylerken peruklu bir Berkshire yargıcı değil, bütün iliklerine kadar özgür bir vatandaştı.
Aslında kendi kurallarıyla işleyen piyasa demek yerine güçsüzün öğütüldüğü, insan etinin yok pahasına satıldığı bir piyasa demek daha doğru olurdu. Bentham daha ileriye gitti ve insan hammaddesinden kâr etmenin yollarını aradı. Evet bir kalpazandı o, kişiliksiz bir hain ya da. Bentham, zavallı çocuk. Onu sevgi yoksunluğu ve aşağılama böyle yapmıştı. Başka türlü dünyanın nasıl dünyanın en kaba adamı olabilirdi ki? Aşağılık duygusu olmayan bir insan neden “Panoptikon” diye bir şey icat eder Albay? Şimdi herkes nefret kusuyor ona. Ben ise insanlığa çektirdiği bunca acıya rağmen üzülüyorum onun için.
Biliyorum ki tam da bu insani duygular yüzünden vahşetin ortasında bulacağım kendimi. Çünkü acıdığım için yok etmediğim o faydacı üst akıl, istemin tutarlılığı uğruna reddedecek varlığımı.
Hayır Albay, ölmeyeceğim. Belki şeffaf bir hapishaneye kapatacaklar beni ve nasıl kafayı yediğimi bütün dünyaya izlettirecekler.
“The way of madness” ya da bizim dilimizle “Deliliğe giden yol”
Ne dersin Albay, dekora çarparak uyanır mıyım bir rüyadan ve gerçekleri bulduğumda Fiji’ye gitmiş sayılır mıyım? İşte kendi kurallarıyla işleyen piyasa bu Albay. Milyonlarca insanın öğütülmesi, milyonlarca insanın bir gecede tüketilip, lağımlara doldurulması…
Demir Ökçelerin altında parmaklarım eziliyordu Albay, Kilisede papaz, camide imam kanaatten “Tanrı tarafından gelen zorluklara boyun eğmekten”, teslimiyetin erdemliliğinden ve isyanın kötülüğünden söz ediyordu.
Düşman çizmelerinin altında boynum eziliyordu Albay. Hür ve bağımsız yaşamak istediğim ülkemde köpeklere boğduruyorlardı beni. Bir İmam kaderden söz ediyordu, gâvurla ve ondan çok veremle, tifoyla sınanmaktan. Allah’ın verdiği canı ancak Allah alır” diyordu ve o da papaz gibi isyanın kötülüğünden söz ediyordu. Ne olmuşsa imansızlıktan yani itaatsizlikten olmuştu.
Boğaziçi’nde kandillerin yanmadığı, yıldızların raks etmediği tek bir gün yoktu oysa.
Simsiyah bir tayın için gece gündüz ter dökmek istemedim. Mızrakların ve kırbaçların altında inim inliyordum Albay. Üstelik hava ne kadar soğuktu ve ıssızdı ülke bir o kadar da. Başımızda fermanıyla bir çar, başımızda dünyayı yutan anlamsız bir savaş….
Kaybolmuş sevgilisini ararken Katya, donuk mavi gözlerinde insanlığın bütün kinini ateşliyordu. Urallı bir delikanlı sebep olmuştu buna sonra öldü İspanyol gribinden yine de biz diyelim ki “Barış, Ekmek ve Adalet uğruna”
İnsan iki türlüdür Albay: Öğütülenler ve öğütenler…. Değirmenci yalnızca bir istisna.
Ama açıkçası ben hangi taraftayım bunu gerçek anlamda hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. İşte bütün ahlaksızlığım bu.
İhaleye çıkan cennet tapularının içinde Havva’yı bile satan pezevenk din adamlarının arasında yaşıyoruz. Öyle kuşatıldık ki Albay, bu kuşatılmışlığın bir tek sen ve ben farkındayız. İşte bu kuşatmanın gırtlağımıza daha fazla çöktüğü bir zamanda Doğu Yakası kocaman ve sonsuz bir uçuruma sürüklenmekten kurtulamamıştı. Elimde o tarihlerden bir mektup kaldı.
Ernest Jackson’un mektubundan söz ediyorum elbette hani şu parmaklarını makineye kaptıran sosyalist genç. İlk sendika fikrini icat eden Tellford’un can dostu….
Onun sevgili eşine yazdığı bir mektup geçti elime dün. Prag’da tanıştığım arkadaşım Jack Martin göndermiş. Bu içler acısı mektubu sizinle paylaşmamın sebebi tarihi yeniden yazma fikrimizi diri tutmaktır Albay. Hem ne olursa olsun yazı kaybolmayacaktır çünkü melek değildir.
Şöyle yazıyor mektupta:
“Avis,
Seninle tanıştığımdan beri başka biri oldum ben. Bir serseri, haydut hatta idam mahkûmu olacak yerde namuslu bir insan oldum. Elbette seninle dünyanın bütün güzelliklerini paylaşmaya yetmiyor bu. Biliyorum ki bunun için hiç üzgün değilsin ve beni de sorumlu tutmuyorsun. Senin için “Tanrı böyle istemiştir” demek çok kolay Avis ama ben bunu kabul edemem. Çünkü cenneti vaat eden bir Tanrı neden kendi yarattığı insanlara zulmetsin?
Biliyorum ki benim fabrikada çalışmamı hiç istemedin. Bu şehri hiç istemedin. Ancak bize başka bir yol bırakmadılar ki? Tarlalar çitlerle çevrildiğinde evimizin yağmalandığını sen gördün. Sonra sırf ibret olsun diye babamı nasıl çarmıha gerdiklerini, öldüğünde cesedini köpeklere yedirdiklerini gayet iyi biliyorsun. Peki neden böylesi bir caniliğin arasına girmek istiyorsun?
Ben bir sefaletten başka bir sefalete yuvarlanmaya, kurşundan zehirlenmeye ve o pis kokulu, yağlı makinelere bu kadar meraklı mıyım sanıyorsun? Bir arkadaşım bana pamuk dokuyan el bir daha başka bir iş yapamaz demişti. Haklıymış. Biz Avis artık geri dönemeyiz. Ve ne kazanacaksak ya da kaybedeceksek her ne olacaksa burada bu şehirde olacak.
Ve korkarım ki bundan sonra bu şehirde yalnız yaşayacaksın. Parmaklarını kaybetmiş bir işçi ne işe yarar ki?
Ben gidiyorum Avis, onlar cesedimi bir kenara fırlatmadan önce, şerefim ve namusum daha fazla ayaklar altına alınmadan gidiyorum, hoşça kal.”
Böyle yazmıştı Ernest Jackson karısına ve sonra Albay ellerini ve ayaklarını bağlayıp Thames nehrine atladı. Arkasından kimse ağlamadı.
Tekrar ediyorum Albay: İhaleye çıkan cennet tapularının içinde Havva’yı bile satan pezevenk din adamlarının arasında yaşıyoruz. Bu yeni din ne İncil ne Tevrat ne de Kur’an. İnsana ve toprağa düşman üstelik. Adına Şeffaflık diyorlar. Dahası bu dine inanların ne ibadethanesi ne kutsal kitabı ne de peygamberi var. Şeffaflık dinini seçenlerin hepsi peygamberdir çünkü ve dedikleri dediktir. Dediklerini demeyen de yılan gözlü kâfir!
Üstelik bu dine yalnız seçkinler inanıyor. Hani soylu Romalıların paganizmi benimsemesi gibi.
On İkinci Mektup
Albay bu mektubu hangi tarihte yazdığımı bilmiyorum. Belki şu devirlerden bir gün diye düşebiliriz tarihini.
İlginç değil mi Albay, bir zamanlar okyanuslar üzerinde yükselen tarih şimdi düşüyor. Ama yukarıda da aşağıda da her şey hemen hemen aynı. Aşağı yukarı fark etmiyor yani. Çünkü, tesadüfiliğin kesinliğe, şansın sayılara, umudun risk yönetimine yenildiği devirden aynılıktan başka ne bekleyebilirsin ki? Ama biz bunun için buradayız değil mi Albay?
“Sorumluyuz arzın dönmesinden ve istikbalinden milletlerin” değil mi Albay?
Robotları değil, robotlaşan beyinleri kurtarmak için çıkmadık mı yola?
Size mektup yazarken Albay bir sürü şey düşünüyorum. Ama en çok bu soruları. Hedeflerimizi, varacağımız menzili düşünüyorum. Ve bir de Albay zaman nerede ve nasıl hızlandı bu kadar?
Yani yalnızca bir buharlı makine mi sebep oldu buna? Açıkçası ben daha eski olduğunu düşünüyorum. Öyleyse nereye gitmeli? Tarihin hangi kesiti ya da hangi tanığı göz ardı edilemez bir yanıt verebilir bize?
Bilmiyorum Albay, ama bu konuda kâğıdın bize faydasının olacağını düşünüyorum. Çünkü zamanın bir ölçü birimi de bilginin ve bilginin yarattığı kültürün yayılma hızıdır. Fizik geçen zamanı ölçerken, bilgi yaşanan zamanı ölçer. Evet Albay Buendia, bu ikisi arasında hiç de azımsanmayacak kadar büyük bir boşluk vardır. Biz oraya hiçlik deriz. Kimileri de varlık der!
On Üçüncü Mektup
Albay,
O ne Muhammed gibi silahlı bir peygamber ne de yeniden dirileceği varsayılan İsa o denizleri birbirinden ayıramaz, mucize gösteremez binbir türlü fakat nasıl aldatıldığımızı bir tek o bilir. İşte en büyük mucize bu!
Kara Athena, bizim gerçeğimizin kutbudur. Şaşırmayın Albay ve size böyle bir anlam yüklemediğim için de gücenmeyin.
Kara Athena Albay, mucizenin yeni adı. Günlerce, aylarca, onun peşinde koştum. Avrupa, Afrika, Asya sonra bütün üniversiteler, ülkeler, şehirler, şehirlerin görkemli görkemsiz yapıları… Kara Athena’nın izinde kaç yüzyıl geçti gerçekten bilmiyorum Albay.
Üstelik Fenikeliler kadar sarhoştum ve ne kadar düşçü ve maceracı olduğumu hissettim damarlarımda. Başka biriydim Kara Athena’nın peşinde. Aslında Şehnamelere beni yazmalılardı. Ben olmalıydım Gılgameş’in yerinde. Mümkün müydü bu Albay sizce?
O zaman bana “ölü mü denirdi” şimdi yoksa kendi gölgesinden bile korkmaya mahkûm olmuş bir hortlak mı?
Kara Athena’nın peşinde başka biriydim Albay. Şimdi olduğumdan çok uzakta biri. Öyle ki ardımdan en az bir düzine çelik ok vınlardı. Geçtiğim yerde bacakları titrerdi kurtların.
Albay, sanki uzak ve yakın bütün korkulardan arınmıştım ve dünya ayaklarımın altına bir ipek halı gibi serilmişti. Evet Albay, kendimi bazen böyle görüyordum fakat bazen de mahzendeki deliğe sıkışmış yavru bir fare kadar çaresiz hissediyordum.
Özellikle Mısır Çağı’na girdiğimde bu his bütün sinirlerime hâkim olmuştu. Sanki prangalara vurulmuştum ve bir bıçak dayanmıştı boğazıma. Keşke bir boğma teli olsaydı diye iç geçirmiştim, ya da zehirli bir ok. Ama kan oluklarından hiçbir zaman vazgeçmediler. Kurbanın kanı akmalıydı çünkü.
Mısır Tanrıları İO dediğinde Elif dedim ve karşı geldim onlara. Bu yüzdendir ki geceleri bülbül donuna girdiğimde kanardı gözlerim Albay. Gecenin şehlasıydım Kenan İli’nde ve dünyanın ücralarından parlardı mercanlarım. Çocuklara masal, âşıklara hayal, savaşçılara umut ve geri kalan herkese yaşamak için bir nedendi. Hem de en kırmızısından bir neden!
Karine-i mani’asıydı onlar dünyanın ve kadere hiçbir zaman mahkûm olmazlardı.
Benim için öyle değildi elbette. Kırmızı mercanlar bana bir neden sunmuyordu. Ben o mercanların sakladıklarıyla ilgileniyordum çünkü. Aslında onların ne olduğunu da biliyordum, ama göstermek zorundaydım sizlere ve en çok Züleyha’ya.
Elif, vaveyla, güzel he yazı yani alfabe….
Gemilerle, kervanlarla, sandıklarla ve kum çölleriyle taşıdılar onu. Samanların arasında çürüdü bir kısmı ve bir kısmını da kemirdi fareler, üşüştü başına çekirgeler…Kanlı bir doğumla geldi dünyaya şüphesiz, kulağı ilk kez zincirlerin şakırtısıyla çınladı.
Alfabe dünyaya getirildiğinde köleliğin solgun ve paslı havasını kokladı ilk önce. Sonra melodisine efendilerin kırbaçlarını kölelerin sırtlarında nasıl şaklattıklarını da ekledi.
Alfabenin kokladığı havada her şey vardı. Açlık ve bereket birlikteydi. Ter ve baharat kokuları gül bahçelerine izinsiz girebiliyordu. O dünyaya nasıl geldi, ilk önce nerede görüldü Albay açıkçası bu konuda kesin delillere ulaşabilmiş değiliz.
Onu bir gece Kenan ilinden mi getirdiler medeni coğrafyaya yoksa vaktiyle Kuzey illerinden esir alınıp Kenan illerine oradan da Batı’ya zorla alınıp mı getirildi bilmiyorum. Bildiğim kentlerin yıkıldığıdır ve insanların birkaç yüz kere öldüğüdür.
Albay açıkçası alfabenin başlangıcı konusunda hiyeroglifler başka, Sibirya çizikleri başka, kil tabletler başka bir şey söylüyor. Ama biliyorum ki Albay Kara Athena bu başlangıcın büyük sırrını taşıyor.
İlk günah başlıyor Elif ve Be ile!
Albay,
Alfabenin tarihi bizi insanlığın bir zamanlar yürüdüğü yollara, tırmandığı zirvelere, aştığı geçitlere götürecek. Düşmeniz muhtemeldir çünkü bu yollar sırat köprüsünden bile incedir.
Öyleyse bana yardımcı olmalısınız artık. Güney Amerika’dan başlayarak insanlığın yarattığı bütün yazı karakterlerini, bütün kayıp parşömenleri, dikili taşları bulup çıkarmalıyız.
Bana yardım edeceğinize yürekten inanıyorum.
Comments