En uygunsuz anlardan birinde kapı çaldı.
“Kim o?”
“Postacı. Mektubunuz var.”
“Kim bana mektup yollar ki?”
Cevap yok. Nasıl olsun ki?
Oflayarak -ama biraz da merakla- kapıyı açar.
Postacı, “Size bir parça hüzün getirdim,” dedikten sonra zarfı uzatır.
Beyninde bir uyuşma, gözleri kararır, her şey döner, bütün bir yaşam O ve Yıldız, Yıldız ve O, OYILDIZ ya da YILDIZO, her şeyin sonu vardır değil mi? Ya da bir bütündür hayat, ölüm dahil. Yalnızca kısa dalgalar ve uzun dalgalar mı vardı yoksa, ya da derinlikler, delikler, bir şeylerin ortasında, vicdanların ortasında son kalan bir beyaz nokta ya da aşk… Dünyayı kurtarmak ya da seni bırakmamak. Mitralyözün biçtiği ekinleriz biz. Başkası değil, ah!
Zarfın ucunda iki damla kan. Kendine geldiğinde, bir tek hemşire vardı yanında. Serum pıt pıt, gözyaşı gibi. Bilinç hâlâ bulanık. Saydam bir rüyadan mat gerçeğe, ölümden hayata doğru bir akıştı zaman o sırada.
Bir kitap bir savaş kadar büyük bir olay olabilir. Bir aşk bir insanın ömründe bir savaş kadar müthiş olabilir. Kimsesiz daha doğrusu kimsesiz kalmış bu adamın anlatabileceği tek bir öykü vardı: Yıldız.
Bir tesadüf ki hastanede bu adamla tanıştım. Neden hastanedeydim? Onu da bilmiyorum. Sanıyorum düşmüştüm. Nasıl ve nerede düştüğümü, beni kimin alıp getirdiğini hatırlamıyorum. Gözümü açtığımda yatıyordum. Gerekli tetkiklerin ardından doktor ve hemşireler taburcu olmamda bir sakınca görmediler. Kimsesiz geldiğim bu hastaneden yine kimsesiz çıkıyordum. Aslında halsiz olmamama rağmen ağır ağır yürürken bu adamla göz göze geldik. “Rica ederim,” demişti. Hemşireye baktım, olayı resmen gözlerinde saklamak için mücadele veriyordu.
Gitmeden, “Beni tam karşıdaki parkta görebilirsin,” demeyi de ihmal etmedi.
Merak ağır bastığından biraz tedirginlikle gittim. Sonra ara ara buluşup görüşmeye başladık. Yaşça benden biraz büyüktü. Şairliğimi duymuşsa duymuş bir yerden, “Geceyi yak, yolu yık, anlamı koru, güzel laf ama gereğini yapabildin mi Hıfzı,” demişti bir gün. Genelde parkta otururduk. İnsanlar, güneş, kuşlar, insanlar, köpekler, kediler, insanlar ve yüzler geçerdi.
“yüzler şimdi
Beni bu hiçlikten kurtar diyen
Yüzler
anlamın bir zerresi için eskiyip paçavraya dönen
şimdi
beni bu gerçekten uyandır diyen”
“Eh,” dedim, “göklerden gelen ilhama bağlı,” diye ekledim gülerek. Kızmıştı. “Yaşamadan ilham olmaz,” dedi, “daha çok şey yaşayacaksın,” sonra omzuma dokundu sertçe.
Kalktım, gittim. Kızmıştım. Kimdi, neyin nesiydi, alt tarafı hastanede saçma sapan bir tesadüfün sonucunda tanışmıştık işte.
Ama bu adam, sanki beni çok uzun zamandır tanıyor gibiydi. Gözlerindeki o alaycı gülümsemeyi hâlâ unutamadım. Kızgınlığım çok uzun sürmedi. Merak her zaman ağır basar. Meşhur sözdür insanın başına ne geldiyse meraktan.
Bir keresinde o meşhur soruyu sormuştu.
“İnsan ne ile yaşar?”
Ben de ona klişe bir soruyla cevap vermiştim.
“İnsan ne için yaşar?”
Şöyle bir baktı. “Boş ver şimdi bunları. Mektup bırakıp kaçmak güzel iş doğrusu.”
Sustuk, güneş ardında kızıl bir akşamı bırakıyordu. Zamanın en değerli anı.
Ama ben bu susmalara hiç dayanamam. Biri susuyorsa yanımda oradan demir alma vakti gelmiştir. Hem yine sinirlenmiştim. Ama tesadüf arkadaşımın tek sözü kalmama yetebilirdi. Bir süre baktım gözlerinin içine. Dalıp gitmişti çoktan yüzlere. Mektup işini bilmesine de doğrusu aldırmadım.
Bu tesadüf arkadaşımın yanından ayrıldığımdan aklım ve yüreğim adeta bir kavgaya tutuşmuştu. Bütün hücrelerimde, hattı müdafaayı terk ettiğim ve kendi harp tarihime yazılacak bir savaş başlamıştı ya da.
Gözlerime beyaz bir ışık vuruyordu yürürken. Aklım son ver bu saçmalığa diyor beni gerçek hayatın diplerine doğru çekmeye çalışıyordu. Kalbim ise bütün damarlarıma aynı anda merak merak merak diye atıyordu.
Sonra zihnim bu sarmaldan kurtulmak için başka başka konulara, bilmediğim ara sokaklara giriyor, hızla gara gitmeyi, son trene atlayıp hiç bilmediğim sonsuz tarlaların hemen önündeki, tabelası ha düştü düşecek bir durakta inmeyi tasarlıyordu. Zihnimle kentli olduğum ve gidecek köyüm olmadığı konusunda uzlaştık nihayet. Yürümeye devam ediyordum hâlâ.
İnsan ve zaman arasındaki ilişki bir suyun bardağa dolmasına benzer. Önce yavaş, sonra birden hızlı ve ne olduğunu anlamadan, bir göz kırpımı taşmış gitmiş.
Zamanda bir o sonsuzluk var bir bu sonsuzluk. İnsanda bir o kararsızlık var bir bu kararsızlık. Nasıl ki mecburiyetle başladı hareket, yine mecburiyetle devam edecekti.
Bu bitmeyen paradokslardan kurtulmak istiyordum. Bunun içindir ki sebepsiz yere ölen bir film karakteri olmak istedim. Yürümeye devam ettim. Artık ışıklar yanıyordu şehirde. Karanlık desen değil, aydınlık hiç değil.
Nereye gideceğimi bilmiyordum. Sokaklar, caddeler, parklar, dükkanlar, lokantalar, oteller, yüzler, düşler, zamanlar geçtim. Kırmızı ışık daha uzun yanıyordu.
En sonunda parka döndüm. Tesadüf arkadaşım elinde tuttuğu hırkasını giymişti. Serindi demek ki hava ama hissetmiyordum.
Oturduğu banka yaklaştım. Tam karşısına geçtim. Gözlerimi biledim, Bir yumruk mesafesinde, nefes nefeseydik. O oturuyor ben ayakta. Hangimiz daha avantajlı? İçimden onu yumruklamak geçiyordu, çünkü akıl oyunlarından nefret ediyordum.
Ama bu mümkün değildi.
Yüzümdeki ciddiyeti fark edince, baktı, belli ki bu bıçkınlık hoşuna gitmişti. “Ben de gençken böyleydim,” mi dedi hiç bilmiyorum.
“Sırrını biliyorum. Biliyorum çünkü, seni bahçede baygın bulduğum günden beri bıraktığın mektuptan ve geceyi yak, yolu yık, anlamı koru sayıklamandan. Sonra bir sahafın ismini verdin falan.”
Tam lafa dalacaktım ki işaret parmağını dudağına götürerek sus işaret yaptı. “Önce dinle.”
Şimdi sen benim sırrımı öğreneceksin. Hem ödeşeceğiz. Hem de sen adının hakkını vereceksin Hıfzı.
“Yoksa,” dedim.
“Yoksası falan yok. Anlamı koruyan senden başkası yok. Sana anlatacağım anlamın son öyküsüdür. Finito, anladın mı? Başka yok!”
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
Hatta ölü bir bulut
Yahut bir buz yığını gibi de değil,
Boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
Zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Duyuyor musun, görüyor musun? Öyleyse dinle.
“Nihayet,” dedim içimden, “nihayet.”
Galip gelmenin sevincini yüzümde gizleyemedim ne yalan söyleyeyim.
Tesadüf arkadaşım bunu fark etmişti. Ancak kendisi de benim yerimde olsa farklı bir şey yapmayacağını bildiği için bir şey demedi.
Yalnızca gözümün içine baktı. Bir süngü gece nasıl parlarsa öyle parlıyordu. Onu hiç bu kadar canlı görmemiştim. Kan kırmızıydı yüzü. Hayır, sinirden değildi.
“Onu,” dedi, “tanısanız.” OYILDIZ, YILDIZO, Adı bende, sen ona Şehrazat de. Yüzüne boş boş bakıyordum. Güldü. “Hâlâ anlamadın değil mi?” dedi.
Küçümseyen gözleri üzerimdeydi. “Ben de böyleydim senin yaşındayken. Hele işime gelmedi mi, hiç anlamam.”
Yüzümü avuçlarına aldı, “Sen ve ben,” dedi, “sen ve ben biriz ve aslında sen de ben de şu anda yokuz. Efsanelerin kül olmuş ruhlarından kalan neyse o kadar. Bir zerre bile etmez.”
Uyan!
Sonra cebinden bir mektup çıkardı. Birkaç damla kan. Kaptan’ın birkaç dizesi.
“seni terk etmeye razıyım parasız pulsuz çekip gitmeye
kur’andaki bütün belâlara tevrattaki bütün belâlara
ibranice öğrenmeye razıyım hapis yatmaya
kalbim yüzünden madem ki ellerimi parçaladım
kalemimi kırdım hayatımı çiğnedim ağladım”
Ben mektubu okurken o çoktan atının üstündeydi. Zamandan daha hızlı değildi belki ama daha çabuk olduğu kesindi. Eski tüfeklerdenmiş meğer. İtalya’da asılmış, biçilmiş İspanya’da, Alcatraz’da, Bastille’de hapis, Sinop’ta sürgün, Kafkasya’da idamlık.
Ne mutlu son!
“Haydutlar gelmeden gidelim Rosinante.”
Bir buğday tarlasının ortasında uyandığımda bir yıldız göz kırpıyordu.
“Güle güle Don Quiote. Bir gün gölgelerden geleceksin ve seni göğsündeki rozetinden tanıyacağım.”
Gözen Esmer
Comments