top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Gözen Esmer- Kelimeler Müzesi Cinayeti

I

“Benim gibi pek çoklarının

Yolu uğradı buraya

Şimdi birileri artık yok

Diğerleri de çok uzaklarda”

“Fütüristlerin ve onların tanrılarının duygu ve düşünceye amansızca saldırdığı bu günlerde Dünya Dilci Toplum Vakfı’nın dilci ve insancıl topluma kazandırdığı bu eserin açılış konuşmasını yapmaktan gurur duyuyorum.

Bugün insanlık fütüristlerin iddia ettiği gibi ölümsüzlüğü veya bir form değişimini tartışmıyor. İnsanlık bugün, bugüne kadar yarattığı her şeyin inkârını ve insanlıktan kurtulmayı tartışıyor. Sizlere sormak istiyorum: İnsanlık bir an önce kurtulmamız gereken bir şey midir? Ölümsüzlükten söz ediyorlar. Yarı tanrı olmaktan ve yeryüzünde cennetten söz ediyorlar. Bugüne kadar, yoksullarla bir lokmasını paylaşmamış neo-Aristokratlar, size Fırat ve Dicle’yi değil, sonsuz uzay boşluğunda anlamsız bir şekilde kaybolmayı vaat ediyorlar.

Buna izin veremeyiz dostlarım. Biz insanlar, bu trajik halimizle, gülünçlüğümüz, doğruluğumuz ve eğriliğimizle bugünlere geldik. Acizliğimizle, eksikliğimizle, hüznümüzle ve yalnızlığımızla geldik. Ve bunların hepsini özgür toplumlar yaratarak aşabileceğimize inandık. Gerçek de budur. Soyut bir dünyada soyut bir varlık olmak mı istiyorsunuz? Buyurun dilden, düşünceden ve bedeninizden vazgeçin. Ama bilin ki, bu son yalandır ve bu yalana aldanmanın bedeli hepten yok olmaktır. İşte Dünya Dilci Toplum Vakfı ve onu en çok destekleyen Prometheus Örgütü buna her düzlemde karşı koymaktadır. Çünkü dil insandır.”

Nihayet kürsüden indi Elsar. “Çok iyiydin,” diyerek öptü onu Zarema. Herkes şıktı, her şey parıltılıydı o gece. Örgütün militan yüzü kaybolmuş, yerine sahnenin o büyülü ışıklarından bakan ideal insan tipleri gelmişti. Her temsilde, daha doğrusu her legal ortamda yeni insanın biçimini gösteriyordu örgüt. Buna büyük önem veriyorlar ve dış görünümü meşruiyet kazanmanın bir aracı olarak görüyorlardı.

“Biliyorum,” dedi Elsar gülerek. Gülüşünde canlanan kibri sayesinde yürüyebilmişti bu yolu. En zor zamanında benliğin yüceliği ve alçaklığı yetişmişti yardımına. Koşulsuz teslim olmuştu, bırakmıştı kendisini o lanetin kollarına. Kibre sığınmıştı Elsar, “Bir farkım olmalı herkesten,” diyerek. Ustası, “Her insanın papazı olmalı,” demişti. Onunkisi gölgesiydi. Sağ ve sol omzunda iki tane. Üç kişiydiler çünkü bütün uzun yürüyüşlerde.

Yarım yüzyıl sonra Prometheus Örgütü dilci toplumun neredeyse tamamını arkasına almıştı. Kelimeler Müzesi, oryantalist fütüristleri bile cezbetmişti. Örgütün bütün üyeleri gururluydu. Ceketindeki rozeti düzeltti Elsar. Bunu yaparken kalbinin ritmini de yoluna koydu. Bütünlük ve uyum her şeydi onun için. Biçimsiz konuşmalara, biçimsiz duruşa ve tavra karşı çok sabırsızdı.

Daha Prometheus kurulmadan önce Çoban Yıldızı Örgütü yıllarını hatırladı. Cebinde ölüm, kalbinde korku ve cesaret, yüzünde gülümseme. Özgürdü çünkü sınanmıştı Elsar. Cinayetle, ölümle, ihbarla ve ihbarcılıkla, tutsaklıkla. Bir devrimcinin yaşayacağı bütün güzellikleri ve bütün felaketleri bir arada yaşamıştı.

Yine son savunmadaydılar. Eski düşmanlarıyla birlikte Fütüristler’in Neuralink kampanyasına karşı canla başla savaşıyorlardı. Dünyanın her yerinde bir enternasyonal kurulmuştu. Baştan aşağı gerçekti bu oluşum. Kavgasıyla, gürültüsüyle, bütün çelişkileri ve bütün kahramanlıklarıyla.

Çoban Yıldızı, Hilâl Derneği, Yeni Ahitçiler, Babil Vakfı, Destancılar Birliği ve İzciler Sendikası. Her sınıftan insan, insan olma fikrine sahip çıkıyordu. Korsan Konseyi lakabını takmıştı onlara Capitol Sözcüsü. Arkasındaki dev ekranda Elsar’ı neandertal kılığına soktukları bir afiş dönüp dururken bir eliyle dökülen kızıl saçlarını topluyor ve durmadan konuşuyordu. Biliyordu, herkes onu dinlemek zorundaydı. Afişte Elsar, elinde mızrakla güneşe bakıyor ve güneş, “Böyle mi fethedeceksiniz beni?” diye soruyor. En ucuzundan bir Amerikan işi olsa da çalışır. Basitlik politikada çok işe yarar. Üçüncü bir sınıf komedyen tanrılar katında hizmetçi olmayı hak edebilir mesela.

Capitol Sözcüsü biliyor ki rıza üretimi şart. Büyük, küçük, merkez, alternatif her türden haber kaynağına, her türden medya aracına ihtiyaç var. Ve Capitol Sözcüsü biliyor ki düşmanlaştırmak ve marjinalleştirmek de şart. Ancak korkuyu engellemek adına bu marjinalliği küçümsemek, onunla alay etmek ve bunun için mizahı devşirmek de şart. Onlar için biçilmiş kaftandır basitlik. Çünkü metaforun neyi doğuracağını bilemezsiniz. Kontrolsüzdür.

Yapay zekâya yön vererek yazdıkları kişiye özel metinler, iletişim araçlarından ve internet ağından elde ettikleri veriler. İleri eğitimli gözlemciler. Duyu sensörleri. Sonra ritim izcileri. Burnu her kokuyu alan laboratuvar üretimi, kuyrukları kesik katil köpekler. Her şeyi ama her şeyi kullanıyorlardı. Etik kuralları, yasalar ve insanın en büyük yargıcı zannedilen vicdan. Kural yoktu. Gerçekte vahşi bir insan avcılığıydı bu fakat radikal fütüristler için kahramanlıktı. Zavallı Kolomb Kulübü üyeleri, bütün olan biteni anladıklarında ne hissedeceklerdi.

Neuralink’i bulan ve Washington tanrılarının yılmaz şövalyesi Elon Musk ve fütüristlerin tanrılarının bütün amacı bedenden kurtulmaktı. Bu süreç (onlara göre diriliş) hayal edilebilir bütün yabancılaşmalardan daha büyüktü ve bugün kısmen başarıya ulaşmıştı. Gerçi başarı parçalanabilir miydi? Kısmen başarı, başarı mıydı? Muğlak.


II

İşte müzenin ortasında bir heykel.

“Bir ejderha gibi saldın ülkenin her yerine ağzından saçılan zehri,

Şimşek gibi gürledin yeryüzünde

Ağaçlar ve bitkiler ve bilcümle yaratık

Secdeye vardı önünde.

Sen taşkın bir selsin dağlardan inen,

Ah, her şeyden önce gelen,

Ay tanrıçası İnanna, cennetin ve dünyanın tanrıçası!

Ateşin kıvılcımlar saçıyor ve sıçrıyor halkımın üzerine.

Bir hayvana binmiş hanım,

An sana üstünlük veriyor, kutsal buyruklar;

Ve sen işte böyle davranıyorsun.

Bütün büyük ayinlerimizde sen varsın.

Ama kim anlayabiliyor ki seni gerçekten?”

Bilinen ilk şair Enheduanna. Kadim çağlarda tanrıçasına yazdığı şiirlerin altına ismini bırakmış. Bir kadın. Şiirin yaratmakla ilgisi kuruluyor böylece. Kocaman bir Enheduanna heykeli göz kırpıyor Elsar’a gizliden. Kıskanıyor Zarema onu. Kaybetmek istemiyor bu özgür ruhlu adamı. Hem de bir heykele!

Bir baş dönmesi, kanyağa benzeyen parfümler ve cam, ışık ve gölgenin harikalar diyarı. Bir baş dönmesi, dans gibi sanki Leningrad’da son savunma yapılıyor, çok değil bir yüzyıl iki insan ömrü kadar uzakta. Dışarısı soğuk, kar daha başlamadı. Zarema ve Elsar heykelin etrafında dönüp duruyor. Ellerinde şarap kadehi. Kırmızı bir elbise var üstünde Zarema’nın. Kan mı yoksa? Şarap mı kokuyor?

Elsar gözlerini daldıracak bir derinlik ve karanlık arıyor. Her şeyden uzaklaşmak için zor tutuyor kendini. Bu takım elbiseden, bu sahte biçimlerden. Ruhu dışarıya taşacak ve her şeyi berbat edecek diye korkuyor. Gözleriyle bir derinlik ve başka bir zaman arıyor. İnsan yeter ki kaçmak istesin, bedenini bile ardında bırakabilir. Anlıyor onu Zarema. Canı sıkkın Elsar’ın. Biliyor ki yarın Fütüristler okkalı bir cevap verecek buna. Belki patlatacaklar müzeyi. “Yarın,” diyor, “daha kalabalık olmalı. Taşmalı bu müze.” Çenesini sıvazlıyor.

Elsar’ın konuşmasından sonra bir uğultu. Şimdi herkes biraz bölünerek döngüyü tamamlıyor. Küçük arkadaş grupları, en fazla dört kişi. Tekil sayılarda kalanlarda bir kişi hepsinden daha çok yükleniyor yalnızlığı. Ve kişi başına düşen konuşma süresinde en az pay ona ait. Üçüncü kişi. Öksüzlük ve yetimlik gibi büküyor boynunu.

Zarema’nın Elsar gibi durmaya çok da vakti yok. Muhakkak bir aksilik çoğalıp onun kulağına geliyor. Her yerde bahsedilen ama çarpmayan bir isim onunkisi. Zarema. Elsar olmadan önemsiz. Elsar’la birlikte Zarema bir başka.

Yaklaşıyorum, buğular kalkıyor gözlerimden. Rüstem’i ilk kez cephe dışında bir yerde görüyorum. O şimdi ateş hattından çok uzakta. Sanki akademide tarihçiymiş gibi anlatıyor buğular şeklinde. Kitaplar değil yalnız, heykelleri, bir zamanlar dünyayı değiştirenleri anlatıyor. O sihirli sözcük: Devrim.

“Ateşi çalmakla başladı her şey,” diyerek bir temsilin önüne götürüyor Oryantalist Fütürist konuklarını. Hiç sevmez bu ağdalı tipleri ama misafir ağırlanacak. Hiç yoktan, “Ne iyi insanlarmış bunlar,” dedirtmek zorunda. Cephede olsa gözünün yaşına bakmaz Rüstem. Buradaki savaş başka. Anlamlandıramasa da başka. Ona göre ilk devrimci Adem. “Çünkü,” diyor, “merak etti ve sorguladı otoriteyi. Ama bilinen Prometheus. Çaldı ateşi. Sonra Nart’tır onun adı.” Gidiyor daha ileriye, Troya’dan, Hector’dan söz ediyor, onun alınacak intikamından.

İsminden mi bilinmez ama kendisinden hiç söz etmiyor Rüstem. Belki onuncu kişi olarak katıldığı bu örgütten dokuz arkadaşını cephede kaybetmiş olmasından. Belki gururlanmak istemediğinden. Sevmiyor değil ismini ama suçlu buluyor. Belki de tam tersi. Dokuz arkadaşı onu kaybettiği için mezarında ters dönüyor.

İlerliyor Rüstem, bir iki yüzyıl öncesine geliyor. İmparatorluk çağlarında pek dişe dokunur bir şey yok. Bir Bruno var işte, bir de Calvin’e direnen Castellio. Felsefe dudaklarını büküyor. Onun için yapılan bir şey olması lazım. Eylemsizlikten hoşlanmıyor. “Bu mumya,” diyor, “insanlığın en umutlu olduğu bir dönemde yaşayan Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’e ait.” Anlatıyor, hevesle. Kızıla çalıyor sesi, kardeşlikten, hürriyetten ama en önemlisi eşitlikten söz ettikçe. Yaklaşıyor depremin öncesindeki o kıpkızıl renge. Üzgün fakat vakur bir tonda, “İşte,” diyor, “Lenin öldü gözlerimin önünde.”

Sonra müzeleri yıkmaktan söz eden Mayakovski’yi anlatmaya başlatıyor. Anlatıyor, o anlattıkça zaman uzuyor, uzuyor, Asya’dan Akdeniz’e doğru… Bir devi andırıyor Rüstem ya da bir devi gözlerinde canlandırıyor. “Bir sarışın kurt,” diyor, “işte bu. Türklerin büyük atası. O yendi yedi büyük devleti ve Hector’un intikamını aldık, kurtardıktan sonra Anadolu’yu.” Oryantalist Fütüristler hayal meyal hatırlıyorlar bu isimleri. Habib Burgiba’yı dolaştıktan sonra Çin’e uzanıyor Rüstem. “Ve karşınızda çekik gözlü çocuklardan Mao.” Anlatıyor, Rüstem, kurtuluş uzun bir yürüyüştür. Yıldızlı gecelerdir, lotus çiçeğinin açacağı günü görme hayali. Uzun bir yürüyüştür durduğun yerden başlayan.

Anlatıyor, anlatıyor hepsini. Daha fazla anlatmak istiyor. Fakat Fütüristler bu kadar geçmişi ne yapsın. Anlıyor duyguları bir değil. Aslında yollar ayrı, yalnızca şimdilik kesişiyor. Şifahen birlikteler. Buna da katlanacak Rüstem.

Buğular, buğular, gözlerim bir kapıdan başka kapıya giriyor sanki. Karşımda Ferhat ile Şirin temsilleri. Ceylan göz ve büyü. Yan yanalar. Rüstem onlardan uzak. Sağ omzu vurulduğunu hatırlatıyor arada. Dönüp bakıyor, sevap yazan meleklerin yuvasına. Öyle inanılırmış eskiden.

Şirin, “A” harfini, öküzü filan geçiyor. Nuh’un gemisini gösteriyor katılanlara, sonra kutsal kitaplar sesler karıncaya dönüyor. Şirin anlatıyor coşkunluğuyla, sahnede bir tek o var, ışık onun üstünde. Yürürken gözü değiyor. Kim o? Yanındakiler sarmış etrafını. Çemberin ortasında, gözleri firar etmenin çarelerini arıyor.

Binlerce yıl halıya işlenen ceylan motifini anlatıyor Şirin. Ceylan, ürkeklik, ceylan; göz, bakış. Bakışın buğulandığı yer bir nehir. Ceylan, aşk. Adı Fırat da olabilir veya Ren veya Sarı Irmak. Aşk. İsmini taşıyor Şirin. Acıyla mutluluğun karıştığı o tuhaflık, gururu ve alçaklığı, ateşin her halini, bilinen bilinmeyen yolları taşıyor. Şirin, diğer ziyaretçilerin ortasında heyecanla anlatıyor bütün bunları.

“Irmakla akan bir düştür aşk”

Uzaktan uzağa izliyor Şirin’i Rüstem. Bu halleri çok iyi bilir. Gerçi o insanın her halini bilir. Şirin sırrını zor saklıyor kalbinde. Uçacak, kalbinden kanatlanan güvercinlerle. Şu gece bitse sağ salim. Şirin uçacak, yükselecek, kim bilir belki aşacak bile gökyüzünü. Yoldan bahsediyor Şirin. Sonsuz bir yoldan. “İster denizler altında ister gökyüzünde ister çölde,” diyor, “yol senin gördüğün o ufuk çizgisi.” Aşkın bir yol olduğundan söz ediyor. Yolun ilahi bir döngü olduğundan. Yediler, kırklar...

Elif ve güzel he'den söz ediyor Şirin. Arapçadaki bu iki harfin hikâyesinden. Güya güzel he, Elif'e kavuşamadığından kanlı bir gözyaşı dökmüş de bu sebepten bu harfin üzerinden bir çizgi tıpkı gözyaşı gibi geçmiş. Yalan tabii. En çok yalanı sever bu kültür milleti. Biliyor Şirin, aşkın bir kandırmaca olduğunu. Şehrazat'tan biliyor. Ölmemek için anlatmalı, daha çok anlatmalı ve anlattıklarına inandırmalı. İnsanlığın kaderi onun anlatmasına bağlı.

Şimdi bir çeşmenin yanında. Roma veya Bizans işi değil bu. Adına selsebîl diyorlar. Anlatıyor Şirin artık yok olan bu sebîli. Biraz bilgisini kanıtlamak için üslubunu değiştiriyor birden. “Çeşitli kaynaklara göre Bahçesaray Çeşmesi 1763 yılında, Kırım Giray tarafından genç yaşta ölen eşi Dilara Bikeç için yaptırılmıştır. Puşkin’in eserinde ise bu genç kadının Leh asıllı Mariya Potoçka olduğu söz edilse de Puşkin yazdığı efsanenin uydurma olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Muravyov-Apostol’un 1820 Yılında Tavrida’ya Seyahat eserinde de Mariya Potoçka’dan değil Dilara Bikeç’ten söz edilmektedir. Prof. Dr. İvanoviç Kuleşov’a göre Polonyalı Graf. G. Oluzar’ın anıları söz konusu Mariya’nın Puşkin’in âşık olduğu Mariya Rayevski olduğunu belgeler. 1786-1787 yılları arasında Hansaray’ın başka bir köşesine yerleştirilir. Puşkin 1824 yılında Delvig’e gönderdiği mektupta çeşmeden şöyle bahseder.”

“Bahçesaray’a vardığımda hastaydım. Âşık Han’ın diktirdiği tuhaf anıtı daha önce işitmiştim. Saraya girdim, harap haldeki çeşmeyi gördüm; paslı borudan su damla damla akıyordu. Sarayı, içinde çürümeye terk edildiği metrukiyetten ve bazı odalarının yarı Avrupai tarzda yeniden düzenlenmiş olmasından duyduğum büyük bir hayal kırıklığıyla dolaştım.

Gözyaşı Çeşmesi birçok sembolü içinde barındırır. Gözyaşlarını ifade eden kalp gözü keder ve hüzünle doludur. Çeşme’nin üst kısmından gözyaşları akarak ilk kurnayı kederle doldurur. Buradan taşan damlalar çift küçük kurnaya akmaya başlar. Çift kurnalar dolunca taşar ve bu kez tekrar ortadaki büyük kurnayı doldurmaya başlar. Buradan taşan su en alttaki delikten çıkar ve zemindeki spiralin (çark-ı felek) üzerinden geçerek yer altında kaybolur.’

Fütüristler, Puşkin’i ilk kez duyuyor ve hayrete düşüyor. Onlar için epey uzak bir tarih. Şirin biraz da Puşkin’den söz ediyor. Anlatıyor Nataşa’nın bitmeyen ve yürekleri yakan dansını.


III

Elsar içinde bir his, kimseye çaktırmadan dışarı çıkıyor. Tam kapıya uzanacakken bir el yakalıyor bileğini. Kim bu? Görünüşü bir İngiliz'i andırıyor. Soğuk, ciddi ve yaşlı. Gümüş kokuyor bir de. Gümüş bir balık. Elsar kurtarmaya çalışıyor bileğini ama boşa, İngiliz ısrarcı belli ki.

“Kimsin?” diyor Elsar, “kimsin?”

“Daha zamanımız var, elbet tanıyacaksın beni. Ama şimdi gitmeliyiz. Buradakilerin hayatı sana bağlı,” diye cevap veriyor İngiliz. Gidiyorlar duvardan geçip, ne olduğu bir türlü anlaşılamıyor.

O sırada salonda kül kedileri birer prenses gibi. O sırada Çoban Yıldızı görkemli. Görkemli olmasına görkemli ama ortada Elsar yok. Ve Elsar ne zaman kaybolsa Zarema'nın yüreğine kurt sürüleri dalar. Kesin bir terslik var. Hissediyor. Yoksa götürdüler mi Elsar'ı, bilim düşmanlığı suçundan? Ne olursa olsun, belli etmemesi lazımdı. Bugün düzene ayak uyduracaklardı. Kapital demek sıfır hata demekti. Sorun varsa da yoksa da her şey yolunda demekti.

Buğular…

Kayboldular. Elsar nerede? Zarema gözleriyle geziyor bütün salonu. Kelimeler, sergiler, insanlar, yüzler, anlamlar... Böyle haber vermeden yok olduysa bir şey var demektir. Yarı yolda bırakıp gidecek değil ya? Gülümsüyor bir yandan ama bu gülümsemenin gerçek olduğu çok belli. Rüstem'i bulup soruyor. “Gördün mü Elsar'ı?” Kulaktan kulağa yayılıyor bu. Gizli ama şimdi herkes, yani bütün Prometheusluların işkence sırasında açık edecek bir sırları var.

“Sırra kadem bastı Elsar. O bir haindi. Belki,” diyor içlerinden bir tanesi.

“O bir haindi.” Tekrarlıyor gözlerine bakıp Rüstem’in. Neşeye hüzün, hüzne öfke karışıyor.


IV

Bir bodrum katında buluyor Elsar kendini. En son teknolojiyle donatılmış bir yeraltı karargâhı gibi burası. Ne arasan var. Duvarlar ekranlarla kaplı. Duvarların önünde lazerler. Saydam bir kapı karşısında. Robotik bir ses konuşuyor.

“Burası senin orijinin,” diyor İngiliz ve devam ediyor, “Artık buradasın. Bu işin ne kadar süreceği sana bağlı. Gerçekten ölümsüzlüğü istemiyor musun? Bunları düşünmeni istiyorum. Ayrıca şunu bilmeni isterim. Burada zorla tutulmuyorsun. Buradaki ekranlardan herhangi birine ‘ölümsüzlüğü istemiyorum’ demen yeterli. Bunu dedikten sonra geldiğin ana geri döneceksin ve her şey kaldığı yerden devam edecek. Şu an herhangi bir zamanda değilsin ve elbette belirli, bilinen bir mekânda da değilsin. Burası senin orijinin. Beyninin merkezi.” Ve kayboldu İngiliz.

Elsar kendiyleydi şimdi. Ya da öyle sanıyordu. Bu ekranların ardında kimler vardı? Eğer buradan çıkamayacaksa ölmeliydi. Ama diz çökmek asla yoktu. Elsar zavallı mıydı? Ne demekti, her şeye kaldığın yerden devam edeceksin? Hani zamana hükmedemiyorlardı henüz? Öyle dememiş miydi üstat Feng? Feng öyle demişti demesine ama diğerleri de onaylamıştı. Bir Politbüro tespitiydi bu. Ne oluyordu? Denemeye karar verdi Elsar. Ekrana seslendi.

“Hey, adın her neyse, mümkün mü zamanda yolculuk? İspatlayabilir misin bunu?”

Ekran değil, İngiliz konuştu.

“Bunu yaparsam bu işe son verecek misin?”

“Elbette hayır.”

“Öyleyse kendi cevabını kendin bul.”

Sinirlendi Elsar. Sormamalıydı işte. Niye hâlâ parolayı söylemiyordu? Merak, insanın başına gelen. En büyük bela.


V

Elsar dört dönüyor. Çıldıracak. Kim bu adam?

“Ben senim,” diyor İngiliz, “ben senim ve sen de bensin. Anlayacaksın bunu. Biz tekiz ve yaratıldık mucizeyle.”

Anlam veremiyor Elsar. Devam ediyor İngiliz, “Cennetten yere düşen iki elma. Belki de tekti ve bölündü ikiye. Tıpkı dünyanın iki manyetik kutbu gibi. İngiliz konuya hakimdi. Biz insanlar neden cezalandırıldık? Bilginin sonsuz bir güç olduğunu anladığımız için ve bu sonsuzluğa ulaşabileceğimizi bildiğimiz için. İşte fırsat Elsar. İyi değerlendir bunu. Cizvitlik bir devrimciye yakışmaz.”

Buğular, buğular, nörolink….

“Kabul et teknolojinin hükmünü.”

“Venomlarda birleşelim, hep çok iyi anlaşalım.”

“Kalksın sınıflar, bitsin anlaşmazlıklar! Şu yılan dilden kurtulalım.”


VI

Müzede işler yolunda. Zarema’nın ortalığı birbirine katmasına çeyrek var. Konuklar, özellikle de İzciler Sendikası’nın güzide kadınları ona kül kedisi gözüyle bakıyorlar. Pek önemi yok, zaten Zarema da aldırmıyor onların bu tavrına. Biliyor, kir pas içindeler ve arınmak istiyorlar. Biliyor ki Zarema’nın onları değiştirmekten, kazanmaktan başka çaresi yok. Külkedisi, desinler ne önemi var? İşte buradalar. Külkedisinin ayağına geldiler. Evet gerçeğin bir kısmı da bu. Ama diğer kısmı bu konukların, gerçekten dinlemeye değer bir hikâye var mı yok mu diye geldikleridir. Bir tür oryantalist merak yani.

Şirin köşede anlatmaya devam ediyor, zavallı kızcağızı düşünüyor Zarema. Çaresizliği en iyi o biliyor. Kendisinden daha iyi biliyor. İlk defa Zarema birisini kendisinden yukarıya koyuyor. Şirin’in heyecanı dindi. Büyük bir yük kalktı üzerinden. “Umarım,” diyordu içinden, “konuklar da beğenmiştir.” Bu heyecanlı anlatı bittikten sonra konuklar devam etti dolaşmaya. Zarema da kapıya doğru yönelmişti ki görevlilerden biri çarptı ona. Göğsündeki gül koptu. Binlerce kez özür diledi görevli. Bu gülün taşıdığı anlamı bilmiyordu. Anlatacak hali yoktu Zarema’nın şimdi. “Tamam, tamam,” dedi, “dert değil.”

Dışarda rüzgâr, ağaçlar, yapraklar ve onlara karışan sessizlik. Boşluğun tınısı. İçine çekiyor hepsini Zarema. Yanıyor sigarasından. “Nerede Elsar? Ne olacak bütün bu işler?”

Elsar hiç böyle yapmazdı değil. Onun durup durup kayboluşlarını iyi biliyor Zarema. Geceleri yanından kalkıp attığı sonsuz voltaları. Kör sokaklarda sızdığı zamanları iyi biliyor. Elsar hiç böyle yapmazdı değil. Ama ona dair hiçbir izin, kokunun ve sesin olmaması… Endişe veren bu.


VII

Orijin, Orijin, Orijin… Geçmiyor kulağındaki uğultu Elsar’ın, derin bir uykudan uyanmış gibi. Bu karanlık odada kimseler yok. Ne o İngiliz ne saydam ekranlar, hiçbir şey. Yalnız kendisi var. Elsar şaşkın, şaşkın doğruluyor. Duvarları yokluyor elleriyle, bir ses duyar gibi oluyor. Elsar nerede? Yoksa kaçırdılar mı onu? Bilmiyor. Bir çıkış arıyor karanlıkta ve bağırıyor “Kimse yok mu? Heey!”

Yine kulağında aynı uğultu, “Ben senim, sen de ben, biz tekiz.” Kafayı yiyecek Elsar, başını duvarlara vursa. Kurtulsa. Buğular, renkler, o uzay yolculuğu, dönüyor başı…

Uzaktan sesler duyuyor Zarema, umutlanıyor birden, “Acaba o mu? Lütfen o olsun. Elsar olsun. Lütfen, bu geceyi sağlam atlatalım. Lütfen!”

Kime yalvarıyordu Zarema, yok olduğunu düşündüğü tanrıya mı? Öyleyse tanrı onu kurtaramazdı. Nihayet bir yüz göründü karanlığın içinden. Elsar’dı bu. Onu görür görmez boynuna atılmak yerine yüzüne tokadı çarptı Zarema. Ne ona ne örgüte bunu yapmaya hakkı yoktu. En önemli gecede ortadan kaybolmak. Öfkeliydi. Çok öfkeliydi. Boynunu eğdi Elsar, yüzünü astı. Solgundu. Yorgun hissediyordu. Bütün bu olanları Zarema’ya anlatamazdı. Anlatsa anlamazdı, inanmazdı ona.

“Ben böyleyim işte,” dedi Elsar. Eğdi boynunu, alnından öpsün diye Zarema ince dudaklarıyla.

“Akrep akrepliğinden vazgeçmiyor.”


VIII

Konukların rehberli döngüsü devam ederken sıra Elpis’e gelmişti. Elpis Sandıkçı. İsmi bile Fütüristleri etkilemeye yetiyor. Yalnızca anlamını açıklasa yeter. Çünkü Fütüristler Antik Yunan’daki Pandora efsanesini bilmiyorlar ya da unuttular. Onlar için tarih “son filozof” Fukuyama ile bitiyor. Ve onlar tarihin gerçekten bittiğini sanıp sahneyi erkenden terk ediyor.

Elpis, tam Pandora efsanesini anlatacaktı ki müzede elektrikler kesildi, kısa süren şaşkınlığın ardından uğultular bir karmaşa bulutu halini aldı. Herkes telefonlarına sarıldı sarılmasına ama o da kâr etmiyordu. Korkunun alevleri giderek bütün müzeyi kuşatıyordu. Derken bir mucize. Enheduanna heykeli parlamaya başladı birden. Bu kaynağı belirsiz ışık, herkesi şaşkına çevirdi. Çıt yoktu. Heykelin önünde Elsar’la Zarema yan yanaydılar. Elsar’ın bir elinde elma ve diğer elinde bir asa vardı. Bağırdı.

“Ey insanlar! İşte bu bizim mucizemiz! Yürürseniz bizimle Birer venom olmak yerine kaderin dizginlerini elinize alabilirsiniz. Mucizeyi gösteren geleceğin sahibidir. İnanın bize! Başkaldırıyoruz işte!”

Derken bir ses… Önce dağılan sonra kalbe doğru fırlatılmış bir okun ucunda birleşen bir ses… Sonra ikinci kez…. Islık on ikiden tam isabet! Her şeyin başladığı yerde yeni bir hiçlik doğuyordu.

Buğular, buğular, geçiyor yıldızları, katmanlar, daha derine…

Kara deliği görünce kapanıyordu gözlerim.


Gözen Esmer

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Комментарии


bottom of page