top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Gözen Esmer- Yürüyen Leylek Uçan İnsan

Akdeniz’in üzerinden gamlı bir leylek geçiyor. Dünyanın her rengini görmüş, kulağının duyabildiği bütün sesleri duymuş, iyi ya da kötü biçimde hemen hemen bütün canlılarla tanışmış kıdemli bir leylekti bu. Fakat onun hayat tecrübesini dışarıdan anlayabilmek mümkün değildi. Dışarıdan bakıldığında ancak yaşlı olup olmadığı tahmin edilebiliyordu. Yani bu dünyadaki bulunuş süresi tahmin edilebilir.

Oysa tecrübe ne yaptığınla, niteliğinle ilgilidir. Leylek en çok Akdeniz’i, kızıl toprakları, sıcak havaları severdi. Rüzgâra karşı durmadan kanat çırpmanın bir sonucuydu. O rüzgâr yok muydu o rüzgâr bıçak gibi keserdi yüzünü.

Leylek aynı göç yollarından gitmekten, hep aynı gün çiftleşmekten, hep aynı nehirde durup su içmekten, aynı avcılardan kaçmaktan kısacası bütün bu döngüden çok yılmıştı. Ona verilen rolü oynamaktan sıkılmıştı. Hiç değilse biçimini değiştirebilseydi. Bir süre yalnız gezdi ama olmadı. Bir süre tersine göç etti ki bunlardan birinde fırtınaya tutulmuştu ve az kalsın ölüyordu. Sonra bir gün avcılardan kaçmadı. Vurulup yere düştüğünde daha önce duyduğu ama hiç tatmadığı o hissi bir arada tattı. Çakılmak ve vurulmak. Kanının aktığını ilk o zaman gördü, kalbinin attığını o zaman fark etti. Yaşıyordu.

Düştüğünde bir verici taktılar. Artık izleniyordu. Ah şu insanlar yok muydu? Doğayı tamamen kontrol altına alabileceklerini sanıyorlardı. Kendilerini kutsal yaratıcılarıyla nasıl da bir görüyorlardı. Yollarda kalanın kibir olduğunu unutarak. Leylek hiçbir şeye anlam veremiyordu. Doğanın döngüsünden bıkmış ama insanların şeytani dürtülerinden de korkmuştu. Samimiyetsiz ilgileri, yalan sevgi gösterileri, o gözleri kör eden ışıklı aletler… Madem çok seviyorlardı onu öyleyse neden vurmuşlardı? Gerçi bunu kendisi de istemişti. Hızla yere çakıldığı o anda yaşadığı heyecan… Yine olsa yine yapardı.

Leylek şimdi yine Akdeniz’in üzerinde ilerliyor, kâh alçalıyor, kâh yükseliyordu. Bu alçalış ve yükselişi denizdeki dalgaların hareketine uydurmaya çalışıyordu. Ne olurdu gölde dans eden bir kuğu olsaydı da adına şarkılar bestelenseydi? Ya da şairlerin ilham aldıkları o pullu, gümüş balıklardan biri olsaydı. Daha biçimli, daha renkli…

Leylek’in varlık sorunları bitmiyordu. Göç yolları değişse keşke diyordu. Kendi kendine iç geçiriyor, “Biz de insanlar gibi yeniyi arayabilsek,” diyordu. Bu iradesizlik canına tak etmişti. Trakya üzerine geldiğinde Tekirdağ adında bir yere indi. Meydandaki kalabalık, insanların sere serpe yayılışı ve bitmeyen karışma hali, bu hız bu kalabalık onu şaşkına çevirmişti. Bütün gözler onun üzerinde sanıyor, aceleyle koşuşturan insanların peşine takılıyordu.

Leylek o gün karar verdi. Artık göçlere katlanmayacak, avcılarla uğraşmayacak, yüzünü rüzgâra kestirmeyecekti. Burada güvercinlerin yanında ona da bir yer açılırdı. Hiçbir şüpheye yer yoktu. İnsanların arasında kalacaktı. Bu kararı bir leylek hastanesi kurulduğunu öğrendiğinde kesin olarak vermişti. Güvenmeye başlamıştı insanlara. Hem hiç değilse onların bu koşuşturmasında yeni bir rol alabilirdi. Çocukları kanadına bindirir, çöpleri toplar, gaklayıp bebekleri güldürebilirdi. İnsanların hayatında küçük, küçücük bir yer istiyordu. Artık uçmayacağına ve haliyle göçmeyeceğine göre ömrü tükenene kadar burada kalabilirdi. Yerleşik hayat. Hiçbir zaman gitmek zorunda kalmayacak belki de ömürlük bir aşkı burada bulacaktı.

İlk günler Yürüyen Leylek’e çok büyük bir ilgi vardı. Sonra yavaş yavaş alaylar, şemsiyeyle kovalamalar, taşlamalar başladı. Bütün günahların sebebi, çirkin eğlencelerin öznesiydi. Kullanılıyordu.

Üzgün üzgün şehir meydanında dolaşırken Yalnız Gezer adında bir zavallıya denk geldi. Bu zavallı adamın boyu kısa, eni geniş ve yüzü biçimsizdi. Ortadaki dişlerinden biri çürüktü. O siyahlık insanı tiksindiriyordu. Ona bu adı kim ne zaman nerede vermişti bilinmiyordu. Çirkinliğine, garibanlığına herkes acırdı. O da bu acınmaya minnetle karşılık verirdi. Gözleri hiç gökyüzünü göremedi. İnsanlar arasında ona bir yer yoktu. Mesela büfede bir tabure, kahvede bir sandalye. Okeyde dördüncülük, hatta yancılık. Fabrikada asgari ücretli bir iş. Bunların hiçbirinde ona yer yoktu. Durumu sokak köpeğinden halliceydi.

Bütün bu vaziyetine rağmen hayata bağlıydı. Yalnız Gezer, kâğıt toplar, ayakkabı boyar, kömür zamanında baca temizler, eşya kaldırır, ezcümle hiç boş durmazdı. Yine de kazandığı üç beş lira daha oh demeden, alnındaki ter kurumadan buhar olur giderdi. Bu tuhaf adamın tek bir hayali vardı. Ne zenginlik, ne huzur, ne ölmek ne de evlenmek. Hiçbiri. O yalnızca bir anlığına uçmak istiyordu. Bu mucizeyi göstermek, bir anlığına hayat sahnesinde parlamak istiyordu. Belki böylece adam yerine koyarlardı onu.

Bu fikre nereden kapıldı, tahmin etmek çok zor. Ancak bir iki kez Hezarfen’den söz ettiği duyulmuş idi. Bir mucize, kanatları olsa da uçsa…Leylek onun bu hayalini sanki duymuş gibi Yalnız Gezer’in yanına gitti. Bir süre peşine takıldı. Yalnız Gezer biraz kuşkulu sordu Leylek’e:

“Söylesene. Uçmak varken ne yaparsın bizim aramızda? Çekip gitsene.”

Güldü Leylek, “Sandığın gibi değil” dedi, “Sen uçmayı özgürlüğün bir timsali olarak görüyorsun. Böyle değil. Aksine esarettir uçmak. Yerine getirilmesi gereken bir sürü şart var ve bunlar ne yazık ki iradeyle aşılmıyor. Her aşmaya çalıştığımda ölümle burun burunaydım. Bilmezsin. Oysa siz insanlar uçmadan özgürsünüz. Bilinçle geçiyorsunuz zamanı. Rüzgâra yüzünüzü kestirmenize, avcılarla uğraşmanıza gerek yok. Bir şeyi yapmak istemeniz onu yapmanıza yetiyor. Siz insanlar, geleceğe sahipsiniz.”

O kadar zavallıydı ki Yalnız Gezer anlamadı. Bir leylek bile ondan daha çok şey biliyordu. Leylek Yalnız Gezer’den daha çok insandı. Kafası attı birden Gezer’in. Oradan bir hastır çekti ve kovalamaya başladı leyleği. Böylece dostluk başlamadan bitti. Aradan epey zaman geçti. Yalnız Gezer rüyasında uçtuğunu gördü. Ömründe gördüğü beşinci rüyaydı bu. Önceki dördü Zahide’yle ilgiliydi.

Yalnız Gezer, Hezarfen ve Leylek dünyayı kırk gün boyunca bir uçtan bir uca dolaşıyorlardı. Hezarfen ona gülümsüyor, Leylek ise alay ediyordu.

“Bak işte istediğin oldu. Başın göğe erdi mi?”

Artık dostlardı. Hiç ayrılmayacaklardı.

Gerçekten mutlu muydu peki? Yalnız Gezer, kırk gün boyunca bütün göç rotalarını, nehirleri, avcıları, fırtınayı ve kanat çırpmanın yorgunluğunu yaşadı. Uçmasına uçuyordu ama uçmaktan başka hiçbir şey yapmıyordu.

Uyandı birden rüyasından. Adem amcanın bağrışlarını duydu. Koynunda bir şişe şarapla sandalda geçirmişti geceyi. Az daha donacaktı. Sağına baktı gülümsedi. Leylek oradaydı. Güneşin ardında Hezarfen’in silueti beliriyordu.

Güldü, “Tamam,” dedi

“Tamam Adem amca, gidiyorum.”


Gözen Esmer

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page