Alarm mı çalmıştı? Yok, hayır. Peki, niye uyanmıştı? Saate baktı. Saat daha yedi bile değildi. Uyumak için kendini zorladı. Yastıkta kafasının izinin çıktığı tarafla kalın tarafının yerini değiştirdi. Üzerine pikeyi örttü. Gözlerini tekrar yumdu. Tuvaleti mi vardı? Olabilir. Hem ne diyorlardı alengirli alengirli “Bedenini dinle!” O da öyle yaptı, tuvaletin yolunu tuttu. Evet, bak çişi gelmişmiş. Bedenini dinlediği için yanaklarından bir makas almayı ihmal etmedi. “Aferin kız sana.” Eee, kendini ödüllendirmek önemliydi.
Yatağına dönüp uygun uyku pozisyonunu yokladı. Sağa döndü, kolunu yastığının altına geçirdi, cenin pozisyonuna yakın kıvrıldı. Hayal kurmaya başladı. Tecrübesiyle sabitti, hayalleri uyku diyarının köprüsüydü artık. Hayallere, hayal kurmaya veda etmişti yıllar öncesinde. Ta ki o eğitime katılıncaya kadar. Endişelerini yönetmek için katılmıştı o atölyeye. Geride ise niyesini, nasılını bilmediği şekilde kurduğu hayal salıncağı kalmıştı. O günden beri salıncağına biner, farklı diyarlarda olan çiçeklerini sulardı. Uyumuş muydu? Rüya mıydı yoksa hayalleri miydi, bilemediği bir sırada kapı çaldı. Zil kuşu birkaç kere kesik kesik öttü. Kendini yatağın sarıp sarmalayan kollarından güçlükle ayırdı. Bedeni kapıya doğru çoktan yol alırken ruhu hâlâ yatakta, ayılmaya çalışıyordu. Kapıya vardığında ruhu da yetişmişti. Saçına, başına kapının yanındaki ahşap çerçeveli yer yer paslanmış aynada şekil verip kapıyı açtı. Kimse yoktu. Sadece apartman boşluğunda yankılanan ve gittikçe uzaklaşan ayak sesleri vardı.
“Kimdi ki o?” Merakını da yanına alıp yatağına döndü. Kafasında ise gelenin kim olabileceğine dair ihtimalleri döndürdü durdu. “Kim, kim olabilirdi ki?” Düşündü, düşündü, düşündü… Sahi en son ne zaman kapısı çalınmıştı? Yaklaşık iki ay önce Ramazan Bayramı’ydı. Karşı komşunun bayram mübareği kapı şaşırmıştı. O vesileyle gelenleri kapıdan kolonya ve çikolata ile karşı komşuya uğurlamış, bu ziyaretten nasiplenmişti. Bir hüzün kapladı içini. Rakıdaki buz gibiydi ama farklıydı. O hep buzluktaki haliydi buzun. Kaynaşmıyor, karışmıyordu. Bu düşüncelerle birkaç defa sağa, birkaç defa sola döndükten sonra pes etti, yataktan kalktı.
Bir masa, bir sandalye sığdırdığı mutfağına geldi. Çaydanlığa su koydu, çayın sıcaklığı ile belki ısınırdı. Dolaptan peynir, zeytin, domates, salatalık çıkardı. Çayı demlerken bir salatalık dilimini yuvarladı ağzına. Ne zamandır peynirli yumurta yapmadığını hatırladı. Tavada biraz tereyağı eritti. Peyniri göbek atan tereyağına ufalayacaktı ki burnuna gelen koku ile tarihine bakmak aklına geldi. Bingo! Evet, iki gün öncesini yazıyordu son tüketim tarihi. Yüzü düştü. Bir ses. “Hayat sana limon veriyorsa limonata yap,” yankılandı kafasının içinde. Düzeltti yüzünü, dolaptan salçayı çıkarttı. Hem salçalı yumurtayı da çok severdi. Çiçekli çay fincanına çayını koyup pencereyi açtı. Sokaktaki çocuk sesleri mutfağa dolarken ılık bir bahar havası gezindi mutfağında. İki adım geri çekilip hazırladığı kahvaltı masasına baktı. Zira üç adımdı özgürlüğü. Tam da istediği gibi bir sofra olduğuna kanaat getirdikten sonra afiyetle yedi hepsini. Hatta o meşhur tava sıyırma sesini bile yapmıştı. Keyfi yerine gelmişti. Hatırından da çıkarmıştı yetişemediği ayak seslerini. Çaydanlığı yokladı, bir fincan da sofra kalıntılarının şerefine içti. Masayı toplayıp bulaşıkları hızlıca yıkadı. Bir türlü dolduramadığı bulaşık makinesini kullanmaktan uzun zaman önce vazgeçmişti. Çayın altını kapattı, cezveyi çıkarttı. Mademki felekten bir gün çalacaktı kahvesi de eksik olmamalıydı. Bol köpüklü kahve yapmayı rahmetli teyzesi öğretmişti. Garibim gelen dünürlere, damat adaylarına kahve yapıp durmaktan ustalaşmış. O zamanlar kahve de az bulunurmuş hatta nohuttan kahve yapıp içermiş tiryakileri. O ise gelen görücülere hakiki kahve yaparmış. Yapmış da ne olmuş dedesi rahmetli her gelene bir kulp takıp her birinde en az bir kusur bulur güzeller güzeli kızını vermezmiş. Annesi “Deden yalnız kalmaktan, sefil olmaktan korkardı da vermezdi teyzeni,” derdi. “Ne bencillik ama,” diye düşünmeden edemedi. Evlenmeden kırkında dedesini de ardında bırakıp fani dünyadan göçen teyzesini; onun ardından dertlenen, derdinden ölen dedesini hatırladı. Yine de Allah rahmet eylesindi hepsine.
Kahvenin kokusu, tıkırdayan cezvenin sesiyle ana döndü. Kardeşinin asker dönüşü Kıbrıs’tan getirdiği beyaz fincana itina ile köpükleri aldı, ardından kahveyi doldurup salona geçti. Kahvenin kokusu ondan önce gelmiş, oturmuştu bile salona. Kahvenin sıcaklığının, tadının dudaklarından midesine doğru yolculuğu hissederek höpürdete höpürdete birkaç yudum aldı. Masanın üstünde duran gazeteye yöneldi. Birkaç gün önceki gazeteydi. Olsun maksat gazete okumak değil mi? Ha bugünden ha dünden ne fark ederdi ki? Yarının gazetesi olsa çok şey değişirdi de dünden olan sadece malumun ilanı oluyordu. Böyle düşüne düşüne gazeteyi açtı. Ayağının dibine bir şey düştü. Gazeteler bu aralar o kadar çok ek veriyordu ki “Bulmaca ekiyse,” deyip eğildi, aldı. Bu saman kâğıt, orta boy bir zarftı. Daha önce niye görmemişti? Gazetenin arasında nasıl kaybolmuştu bu zarf? Merak ve itina ile zarfı yanından yırttı. İçindeki kâğıdı çıkardı. Aylar öncesinden başvurduğu iş görüşmesinin gerçekleşmeyen buluşması ağzındaki keyif yudumunu pas tadında yaydı tüm vücuduna. Satırlar arasında düştüğü girdapta savrula savrula, zarfı masada yarım kalan kahve fincanının yanına bıraktı. Geride bıraktığı bir zarf, bir fincan değildi sadece. Yeşertmek istediği umutların ayak sesi olduğunu bilseydi boşlukta uzaklaşan seslerin düşmez miydi peşine? Nasip işte veya nasipsizlik mi demeliydi? Bir külçe gibi bıraktı kendini yatağa. Umudun uzaklaşan ayak seslerini duya duya uyuttu kendini.
Gülümser Aksu
Comments