Etimden bir lokma daha ısırdım.
Eskiden beri açık havada iştahım açılır. O yüzden buraya gelmek çok hoşuma gidiyor. Ama bir dezavantajı var. Güzel havayı gören orta sınıf anne babalar ağlak çocuklarını kaptıkları gibi soluğu burada alıyorlar. Hafta içi üst üste metrolara binip aktarmalar yapan, gittikleri marketlerdeki fiyatları kıyaslamak için tek tek ezberleyen insanlar, zihinleri biraz açılsın diye midir nedir buraya doluşuyorlar. Bak işte, orada bir çift var. Erkek, çocukların birini elinden tutmuş sürüklemeye çalışırken, kadın bebek arabasını bir basamağa çıkarmaya çalışmakla meşgul. Kadın çok paspal. Kuru saçlarını bir lastik toka ile toplamış. (Ortaokulda Ezgi’nin de vardı böyle bir tokası.) Yanlardan perçemler çıkmış sarkıyor. (Ezgi’ninse perçemlerinden ziyade…) Büyük cepli, bileği lastikli, eşofmanımsı bir pantolon giymiş. Vücut hatları belli oluyor. Olduğuna değse bari. (Ezgi’nin değerdi.) V yaka kırmızı bluzunda mama lekeleri var. Onu biraz olsun güzel yapan tek şey bu kırmızı olsa gerek. Üç masa kadar ötede bir çift daha var. Bu defa biraz daha süslü püslü bir kadın, kocasıyla karşılıklı oturmuş. Arada bir, güya gizemli bir fısıltıyla öne doğru eğilip eşine bir şeyler söylüyor. Saçlarının altından mor çiçekli küpeleri sallanıyor. Dudaklarına küpeleriyle alakasız bordo bir ruj sürmüş. Ayağında, kim bilir kaçıncı dereceden bir akrabasının düğününde giymek için aldığı, belki de bütün önemli günlerde giydiği, yüksek topuklu bir ayakkabı. Çocuk, az öncekilerden biraz daha büyük. Anne babasından bağımsız, kamyonuyla oynuyor. Tuhaf bir oyun tutturmuş. Önündeki küçük topları kamyona yüklüyor. Kamyona masanın etrafında bir tur attırıp, gideceği yere gelmiş gibi yapıp topları boşaltıyor. Sonra, saçılan topları, çeşitli masaların altından, kadın topuklarının dibinden toplayıp aynı oyunu yeniden kuruyor.
Burada eti çok güzel yapıyorlar. Az pişmiş, biraz kanlı. Yumuşacık… Yoksa buraya bakımsız kadınları görmeye, çocuk uğultusu dinlemeye gelmezdim. Manzaralar pek yardımcı olmasa da iştahım açılıyor. Garson yanımdan geçiyor. Toplar yuvarlanmaya devam ediyor. Kırmızı bir topa gözüm takılıyor. Top, beyaz bağcıklı, 37 numara kadar olan, taklit bir spor ayakkabının arkasında duruyor. Gözlerimle yukarı çıkıyorum. Siyah saçları yanlardan örgülü, pembe yanaklı, iri yeşil gözlü, beyaz gömleğinin bir düğmesi…
“Bakar mısınız?”
“Hemen geliyorum efendim.”
Genç kadın soluk soluğa geliyor. Yanakları hafif bir koşturmada bile kızarıvermiş. Beceriksiz bir şeye benziyor. İyi bir eğitim almış olsa, bizim holdingde mesela… Eli kalem tutar mı acaba? Bilgisayardan ne kadar anlar ki? İşe alsam…
“Az önce yediğimin aynısından istiyorum. İçecek de aynı. Yalnız bu sefer ekmek biraz bol gelsin, yemeği de soğutmadan getirirseniz...”
“Başüstüne efendim.”
Aklında tutabileceğine dair şüphelerim var. Bizim kulüpteki kızlar olsa… Her biri profesyonel… Deri etekli… Bir süre buraya gelmeyeyim. Sonbahar gelince şimdiki kadar revaçta olmaz burası. Bizim çocuklara da kızıyorum. Bana biraz daha iyi bir masa ayırtamamışlar. Diğer konuyu hallettiler mi acaba? Bu aklıma gelince tadım kaçıyor. Bu alt sınıf her şeyden şikayetçi oluyor. Olmayan olaylar sanki bunlar. Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz? Geri kafalı… Fırsatı tepti… O da bu kız gibi salağın teki işte. Ben hiç bulaşmamalıyım buna. İyilik olsun diye işe alırsın, yarın o da başına böyle işler açar. Mahkemeydi davaydı uğraşırsın. Korktuğumdan değil elbet. Ama iş mahkemeye kalmasa daha iyi. Öyle ya, haber siteleri her şeyi abartır. Sosyal medyaya düşersin. Üç gün sonra unutulur elbet. Ama ben yine de mahkemeye gitmeden halletmek istiyorum. Aklıma da bu konu girdi bir kere, benim asistana telefon ediyorum.
“Alo. Ne yaptınız görüştünüz mü kızla?”
“Evet, evet. Ailesi de sorundu. Babayla görüşebildiniz mi?”
“Hahaha! Yeşilçam filmi mi bu? Ne demek kabul etmediler?”
“Canımı sıkmayın. Halledin şunu.”
“Bilmem. Sence?”
“Sizin yapacağınız işin ben… Bir şey olursa haber ver.”
Yok yapamayacaklar. Beceremeyecekler. Kızınızı göndermeyin o zaman… Madem sonu böyle olacak. Tadım iyice kaçıyor. İki eğlenmek suç oluyor. Kızları da kız olsa bari. Yemeğim de mahvoldu. Sakinleşmek, rahatlamak istiyorum. Gözlerim beyaz gömlekli garson kızı arıyor. Ararken, ayağıma bir şeyin değdiğini hissedip yere bakıyorum. Ufak, kırmızı bir top. Topun önünde beyaz tombul bir el. Kamyoncu çocuk, topunu biraz uzağa kaçırmış olsa gerek. Yerde, vücudunun yarısı masamın altında, neredeyse emekler vaziyette, topu almaya çalışıyor. Hırsımı ondan çıkarasım var.
“Ne yapıyorsun orada sen bakayım?”
“Topumu alıyorum.”
“Senin topun benim ayağımın önünde ne yapıyor?”
“Oynarken kaçtı.”
“Başkalarının ayağına da kaçıyor mu?”
“Bazen kaçtığı oluyor.”
“Korkmuyor musun peki?”
“…”
“Korkmuyor musun diyorum.”
“Neyden? “
Sesimi yükseltiyorum.
“Topunu olmaması gereken yerlerine kaçırdığın insanlar sana bir şey yapar diye korkmuyor musun?”
Ezelden beri inandığı bir şeyi yeni keşfetmiş gibi bir ifadeyle yüzüme bakıyor. Sanki görülme ve işitilme doğru orantılı şeylermişçesine, sesini mümkün olduğu kadar kısarak cevap veriyor.
“Ben görünmezim!”
Bunu demesiyle beraber, aksinin ispatlanmasına vakit kalmamasını istercesine, gözlerimin önünden kayboluyor. Gözlerimin önünden, yalnız çocuk değil, toplar ve kamyon da kayboluyor. Gözlerimin önünden, masalar sandalyeler, orta sınıf çiftler, masaların arasında dolanan garsonlar, garsonların ayakları altındaki çimenler hep kayboluyor. Çocuğu, yetişkinliğe akan zamanda bırakıp kendi çocukluğuma dönüyorum.
Masaların altında dolanıyorum. Bazen yan odalardan, bazen hemen o masanın olduğu odadan sesler geliyor. Kızgın sesler.
“O yumurcak” diyorlar. “Yine ortalığı birbirine katmış.”
“Artan yemekleri birbirine karıştırmış.”
“Babaannesinin ayakkabısına toprak doldurmuş.”
“Ablasının…”
“Ablasının çorabını kesmiş.”
“Nerede o?” diyorlar sonra.
“Yine nerede saklanıyor?”
Masanın altında gururla mırıldanıyorum.
“Ben görünmezim,” diyorum, “ben görünmezim.”
Görünmezliğime güvenip ortaya çıkıyorum. Açık mavi şortum, çizgi film karakterli beyaz kolsuz tişörtüm, kırmızı bisiklet şapkamla çıkıyorum. Yaptıklarım yok oluyor bu kılıkta çıkınca. Teyzeler, ablalar hayran hayran bana bakıp beni affediyorlar. Çok masum görünüyorum. Sonra ortaokula gidiyorum. Ezgi’den en ufak bir ilgi görmek için çırpındığım günlere. Derslere pek kafası çalışmayan güzel Ezgi’den… Sosyal Bilgiler dersinden zayıf alıyor. Zayıf alanlar bir proje yapıp notunu yükseltecek. Yanına gidip bir şey teklif ediyorum. Bir yardım. O akşam odamda hınçla yediğim tırnaklarım geliyor gözümün önüne. Lime lime, parça parça. Bir hafta sonra Türkiye’nin hangi ilinde hangi yiyeceğin meşhur olduğunu gösteren bir haritayı da tırnaklarım gibi parça parça ediyorum. Bir teneffüs sonra, Ezgi’nin gözleri her şeyi anlar bir bakış atıyor. Beni şikâyet etsene Ezgi. “Öğretmenim, o yaptı,” desene. İspatlamaya da çalış hatta. En yakın arkadaşın olan ama senin için ödev bile hazırlamayan o çalışkan kızla birlikte öğretmenler odasına git. Sen kapıyı tıkla. Önden o girsin. Tüm içtenliğinizle anlatın hadi. Ben masum masum oturuyorum. Bembeyaz gömleğimin yakasındaki lacivert kravatımın düğümünü boğazıma kadar çektim. Sonra şirkette oluyorum. O aptal kız da orada. Asansör bekliyoruz. Biniyoruz. O, zemin katta bembeyaz bir yüzle iniyor. Ben asansör aynasına hayran hayran bakıyorum. Haddini aşıp güvenliğe bir şeyler anlatmaya kalktığında, ucuz kotuyla birlikte dışarı çıkarılırken, aynada Kiros marka takımımı izlemeye devam ediyorum.
Güven dolu hissettiğim bu anıların içinde, düşüncelerimi bastırmış ve huzur bulmuşken, garson kızın sesiyle gerçek zamana geri dönüyorum. “Buyurun efendim,” demesiyle benim irkilmem ve kızın tepsiyi tuttuğu koluna çarpmam bir oluyor. Dengesini bozan kız, tabaktan bir parça etin salçasıyla birlikte gömleğime dökülmesine sebep oluyor. Beyaz koton gömleğim mahvoluyor. Lacivert yün takımıma da özenle uydurmuştum. Oysa şimdi üzerinde, koyu kırmızı salça lekeleri var. Silip mahvetmek istemiyorum. Bu şekilde dolaşma fikri ise bir çıplaklık düşü kadar rahatsız edici. Öğlenin bitmesine de az zaman kaldığından hem üstümü değiştirip hem yemeği bitirmeye vaktim yok. Hesabı masaya istiyor, yemeğimi paket yaptırıp kalkıyorum.
İlk karşılaşacağım kişi şoförüm. Beni, onun bile böyle görmesini istemiyorum. Yanına yaklaşırken elimle kravatımı düzeltir gibi yapıyorum ki leke kapansın. Çakal herif yine de fark ediyor. Islak mendil, kolonya gibi şeyler vermeye çalışıyor.
“İstemez!” diyorum net bir şekilde. “Sence ben bunları akıl edemedim mi?”
Özür dilerim falan filan deyip koltuğuna geçiyor ama suratında bir memnuniyetsizlik var. Yol boyunca ikimiz de gerginiz. Ben gergin olursam o yanar. O yüzden kimse uzatmasa iyi olur. Neyse, şirkete geliyoruz. Şirkete mi geliyoruz?
“Üstümü değiştirmeye eve gideceğimi söylemedim mi ben sana?”
“Hayır, siz bir şey demeyince ben de…”
“Tamam uzatma,” derken biraz daha sakinim. Ahmet Efendi beni daha önce olmadığım bir hâlimle görmüş gibi geliyor. Şimdi diğerleri de görecek. Araçtan inip çaresizce sağa sola bakınırken elim göğsümde. Hayır mı dedi o? Efendim demedi mi? Hayır efendim demeliydi. Öyle yapmalılar.
“Hayır efendim, evet efendim, buyurun efendim, imzanız lazım efendim.” demeliler. Bu şekilde içeri girmemeliyim. Şirketten çıkıp elim yakamda ortalıkta dolanıyorum. Cadde yine kalabalık olduğundan bu halim göze batmaz. Simit satanlar, su satanlar, müşteri arayan taksiciler… Yürüyüp daha da uzaklaşıyorum. Ayakkabı boyayanlar, mendil satanlar… Tezgâhlarda tespihler, yüzükler, futbol takımlarının renklerinde çakmaklar ve broşlar… Tam sokaktan çıkacakken geri dönüyorum. Alışverişim bittiğinde, elimde bayraklı bir broş var. Şimdi ise yakamda. Şimdi de şirkete giriyorum. Güvenlik görevlisi hoş geldiniz diyor. Sekreter kızlar gülümserken beyaz dişleri görünüyor, gözleri gülüyor. Yardımcım selam veriyor. Efendim diyorlar, efendim…
Deri ayakkabılarımla yere sağlamca basa basa içeri giriyorum. İçimde ılık bir duygu oluşturan, zihnimde güzel anıları canlandıran asansöre doğru yürüyorum. Başım dik, gözlerim tam karşıda. Zemin katta olduğuna başından beri bir şekilde emin olduğum asansörde beni neyin beklediğini biliyorum. Ben yanına varınca kapısı açılıyor. İçeriden beyaz giysili bir temizlik görevlisi çıkıyor. Her şey öyle denk geliyor ki, bir film sahnesindeymişim gibi, adımlarımı hızlandırmama veya yavaşlatmama gerek kalmadan içeri giriyorum. İçeride kim var, ya da birileri var mı bilmiyorum. Ancak beklediğim o şey var. Hayran olduğum, mükemmel görüntüm. Kiros takım elbisem o kadar şık ki aynada lekeler varsa da onları görmüyorum. Ceketimin kollarından muntazam bir şekilde taşan manşetlerime bakıyorum. Hiç gerek olmadığı hâlde kollarımı düzeltiyorum. Bunu yaparken gümüş kol düğmelerime elim değiyor, bu dokunuştan tatlı bir haz duyuyorum. Ve tabii ki ipek kravatım tüm ihtişamıyla karşımda parlıyor. Göğsümdeki kırmızı leke ise çerçiden aldığım bayraklı broşla iyi anlaşmış. Görünmüyor.
Gülnur Özdemir
留言