Ayla zilin sesine uyandığında yine yatağın kendi tarafında, hâlâ tedirgin, huzursuz yatıyordu. Erhan’ın yastığı, geçen yüz yetmiş iki sabahta olduğu gibi kabartılmış haldeydi. Bazanın altına sıkışan terlikleri ayağına geçirip, eprimiş gri sabahlığını giyene kadar zil iki kere daha çaldı. Sürüklediği adımları ile geldiği kapının önünde durup delikten baktı. Postacının eli dördüncüyü çalmak için uzanırken kapıyı araladı, başını dışarıya doğru uzattı. “Kusura bakmayın, imza almam gerektiği için kutuya bırakamadım,” diyerek önce elindeki kalemi uzattı postacı, imzayı aldıktan sonra da sarı zarfı…
Kapıyı kapatırken, bakışları titreyen ellerinin arasındaki zarfa asılı kalmıştı. Salona doğru yürürken, kapatıldığı yerden açmaya yeltendi, vazgeçti, ‘Aşk mektuplarının heyecanına benzemiyormuş,’ diyerek duvara yaslı piyanonun üstüne bıraktı. Möblesindeki tozda parmağıyla boydan boya bir kanal açtı. Toz tüm renkleri yutmuştu evde. Küllükte yığılmış izmaritlerin kokusu midesini bulandırınca, perdenin kanatlarını iki yana ayırıp pencereyi açtı. İçeri giren kuvvetli rüzgâr biriken külleri savurup etrafa yaydı. Yanmış tütün artıkları sehpanın, koltukların, halının üzerine inince; akşamdan kalan boş pizza kutusunu ve dibi çamur görünümlü kahve fincanını mutfağa taşıyıp, örtüyü makineye atmak için kaldırdı. Yüz yetmiş iki gündür orada duran alyansı yere düştü. Bir süre boş gözlerle baktı… “… / solgun kadın o altın halkaya baktı / parlak işlemelerinde gördü ki / kocasından vefa görmek umuduyla nice günler heder olup gitmiştir, / heder olup gitmiştir” Fakültedeyken en sevdiği şair olan Füruğ Ferruhzad’ın şiiri gelmişti aklına.
Yüzüğü sabahlığının cebine koydu. Salondaki tüm örtüleri toplayıp makineye attı. ‘Çok deterjan koyuyormuşum… Siktirsin!’ Yarım ölçek daha ilave edip çalıştırdı makineyi. Süpürgeyi alıp döndü salona. Fişi takarken kulaklarında çınlayan elektrik faturası söylemlerini savuşturup parkelerden başladı temizliğe. Eğilip parmağını ahşabın üzerindeki derin, pütürlü çiziklerin üzerinde gezdirdi. ‘Cevizle ovmak da işe yaramaz… Zaten yemişe onca parayı bunun için vermiyorduk değil mi? Geri zekalı!’ Tanışmalarının üzerinden bir ay geçmiş geçmemişti ki Erhan’ın, grubun davulcusuna sinirlenip fırlattığı masa saatinin yerde açtığı deliği hatırladı. İngiltere’de yaşıyorlardı o zamanlar. Sevgilisini haklı bulmuş, saatin kırılmasına üzülmüştü.
Ahşap zemini tozdan, tüyden, saç yumaklarından, örümcek ağlarından arındırdığına kanaat getirdikten sonra camın önündeki üçlü kanepeyi kaydırarak halıyı ortaya çıkardı. Sırtında parçalanan vazonun parçası duruyordu yerde. Alırken eline batan yerden hafiften kan sızdı. Tükürüğü ile temizleyip hızla halıyı süpürmeye başladı. Lekesi çıkmayan mutlu gün şaraplarının yanında, yere düşen sigaraların yanık izleri de vardı. Halının tersini çevirdi. Kalkan tozdan öksürmeye başlayınca bahçeye çıktı. Yağan yağmur yüzüne vuruyor, yanaklarından sicim gibi akıyordu. Tutup çekemesin diye aylar önce kısacık kestirdiği, şimdilerde yeniden kulak altına inen kıvırcık saçlarından sular süzülmeye başlayınca derin bir nefes alıp içeri girdi. Halının tersini tüm gücüyle süpürmeye başladı. Kenarındaki kan lekesini görünce şakaklarına ağrı girdi, burnu sızladı. ‘Altına da geçmiş…’ Kurumuş, katılaşmış, solmuş kan lekeli halıyı hızla rulo yaptı. Kapıya doğru çekiştirirken gözü sarı zarfa değdi. Hışımla; ‘Ceset gibi de ağırsın... Sürüklenmekten rahatsız mı oldun? Haklısın, yakar. Şükret ki bahçe katı, küt küt merdivenlere vurmak da çok can acıtır. Ne o, kapıya mı sıkıştın? Dur dur az kaldı…’ Önce konteynırın kenarına dayadı yükünü. Sonra altından tutup bir güç kaldırdı ve içine doğru itti. Soluklandı. Cebindeki alyansı da çıkarıp attı üst üste yığılmış çöp torbalarına doğru.
Ter içinde kalmıştı. Bir sigara yakıp kaldırımın kenarına oturdu. Yağmur durmuş, bulutlar yükselmişti.
İçeri girince oyalanmadan sehpaların, masanın, sandalyelerin, sandığın, kaloriferlerin, kütüphanenin, çerçevelerin tozunu aldı. ‘Fotoğraflar çöpe… Rengarenk örtüler sermek lazım. Çiçeklere de su… Nasıl da kurumuş, çatlamış toprakları. Yapraklarında can kalmamış gariplerin.’ Piyanonun başına geldiğinde, sarı zarfı yerinden oynatmadan möblesinin üzerindeki tozdan kabuğu temizledi. Su da bez de koyu gri renk alınca yenisini hazırladı. Tek tek tuşlarını temizlemeye başladı; bir beyaz, bir siyah, iki beyaz, bir siyah… ‘Beraber çalar, söylerdik ilk zamanlar…’ Bir siyah, bir beyaz, bir siyah, iki beyaz. Neredeyse gülümseyecekti ki parmaklarında bir sızı hissetti. Yavaşça kapattı piyanonun kapağını.
Duvarların da tozunu aldıktan sonra hep sıkı sıkı kapalı olan yeşil keten perdeleri ve tülleri indirip küvete bastı. Bir kova su hazırlayıp bahçeye çıktı. Yağmurun yollar açtığı çamurlu camları sabunlu suyla ovmaya başladı. Puslu camın ardında; bir zamanlar dans eden, şarkılar söyleyen, birbirine sarılıp film izleyen çifti gördü zihninde. Kovayı gidere boşaltıp, camları hortumla duruladı. Sabunlu su süzülüp, görüntü netleştikçe; ekranı patlamış televizyonu, fırlatılmış sandalyeleri, devrilmiş abajuru, sağ şakağından, burnundan, ağzından kanlar akan Ayla’yı, yüzünün tüm damarları sinirden fırlamış Erhan’ı, yardıma gelen komşuları gördü. Ayla titreyerek telefonla konuşuyor, komşular durmadan bağıran Erhan’ı çekiştirerek dışarı çıkarmaya çalışıyordu. Islak camı, görüntüleri silercesine kuruladı ve içeri girdi.
Kovayı, bezleri ve kendini de yıkadıktan sonra mutfağa geçip bulaşıklıktan cezveyi aldı. Bir fincan su, bir kaşık kahve koyup ateşe oturttu. Salondaki piyanonun üzerinden sarı zarfı alıp ocağın başına döndü. Kahve tıkırdamaya başlamıştı. Malboro paketinden bir dal çekip dudaklarına yerleştirdi. Başını eğerek ocakta yaktı. Doğrulup bir nefes çekti, başını kaldırarak dumanı uzaklara doğru üfledi ve sarı zarfı açtı. ‘Sonunda protokolü imzalamış… Bitti!’ Kahve fokurdayarak kabarınca masadaki fincana boşaltıp, sandalyeyi çekip oturdu. Cama vuran yağmur damlalarının güz güneşiyle sarı sarı parlayışını seyretti.
Gizem Ardıç
Commentaires