top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Gizem Sucu- Lahana Sarması

Titizdi eskiden Dilşen Hanım, suyu suyla yıkayanlardan. Şimdiyse bir pantolon cebinde unutulmuş mendiller gibi kirli. Üstelik dağınık da. Meryem’e de, “Gelme,” demişti geçen hafta. Ne zaman gelse sadece evi değil hatıraları da süpürüyordu Meryem. Dilşen Hanım, günlerdir yıkanmamış balkonunun sehpasına örgüsünü bıraktı. Çoktandır serdiği ancak toplamadığı askıdaki çamaşırlara aldırmadan mutfağa geçti. Tezgâhtaki sabah bulaşıkları kurumuş, etrafa keskin bir koku yayılmıştı. İstifini bozmadan ani bir kararla buzdolabına yöneldi. Rafta poşet içinde bir lahanayla göz göze geldi.

“Tamam,” dedi içinden, “bugün Cemil’in en sevdiği yemeği yapacağım.”

Tezgâhın kenarına bir yer açtı. Derin bir tencereye su doldurup ocağı yaktı. Su kaynarken iç harcı hazırlamalıydı. Soğan, kıyma, pirinç, yağ ve Antep’ten gelen salça. Baharatlarla da lezzetlendirip kenara aldı. Sıra lahanaya geldiğinde keskin bir bıçakla lahanayı ortadan ikiye böldü, sertleşmiş iç kısımlarını attı. Sararmış, pörsümüş dış kabuklarını da ayırdı. İşe yaramayan bir kısım daha... En içteki taze lahana yaprağını dikkatle ayırdı.

Dilşen’in Kız Enstitüsünden yeni mezunu olduğu yıllar... Cemil’in annesi üst komşuya geldiğinde beğeniyor müstakbel gelinini. İyi bir ailenin, eli yüzü düzgün kızını -ortak komşularından müşfik, maharetli olduğunu da öğrenince- oğluna yakıştırıyor. Cemil, üsteğmen o zamanlar. Bu nasibi geri çevirmek istemeyen Dilşen, Cemil’le bir pastanede randevulaşıyor. Kibar, anlayışlı ve de üniformalı ideal eş adayıyla, hayırlı olacağına inandığı bir beraberliğe adım atıyor.

Bir sonraki lahana yaprağını da usulca kopardı Dilşen Hanım.

“İmkânları kimselerde yok,” denilen subayların acı gerçeğiyle ilkin Hakkari’de yüzleşiyor Dilşen. Taşra yaşamı ne ki? Oğluna hamileyken patlama seslerine bile alışıyor bir süre sonra. Cemil’se hep dağlarda. Dilşen’in zorunlu ilk görev yeri olan Hakkari’de zaman; lojmandaki kader arkadaşlarıyla çay saatleri, generalin en az onun kadar rütbeli eşi hanımefendiyle sosyal sorumluluk projeleri, tedirgin bekleyişler ve ast üst ilişkisini kavrama çabalarıyla geçiyor.

Dilşen Hanım diğer yaprağı ayırmak isterken yapışık halde üç beş yaprak geldi eline. Bunlar daha geniş ve de damarlıydı.

Oğulları Kerem ilkokulu dört şehirde tamamlayabiliyor: Çankırı, Bolu, Gaziantep, Aydın. Cemil’in arazi görevleri artık o denli koymuyorsa da Kerem‘i tek başına büyütmek zorluyor Dilşen’i. Bacak kadar çocuğun her istediğini yapan emir eri askerler, düşük maliyetli askeri kamp tatilleri, orduevlerinde hemen her öğün kebap yemek, neredeyse yok paraya tıraş olmak… Hiçbiri eksikliğine çare olamıyor oğlunun. Operasyona giden babasını nizamiye kapısında uğurlarken içine oturan acının büyüklüğünü tarif edemiyor. Farklı şehirlerde yüzünü bir daha göremeyeceği bir dolu arkadaşını ancak Facebooklardan görebilmenin hüznünü yaşıyor. Dilşen ise göçebe hayata, eşinin özlemine, yeniden başlamalara, kısa süren ev sahipliklerine ayak uydurmada epey yol alıyor. Taşrada öğrencileriyle el işleri sergisi açıyor, saç modelini sık sık değiştiriyor, bulunduğu yere göre kimi zaman eski hamamları, dar taş sokakları geziyor, kimi zaman asker eşleriyle göl kenarı pikniklerine gidiyor.

Dilşen Hanım, lahana yapraklarını bin bir dikkatle katmanlarından ayırırken “çıt” diye bir ses çıktı, yaprak ikiye parçalandı. “Sarılmaz artık! Ziyan oldu güzelim yaprak,” diye üzüldü. Belki de haklıydı, sarılamazdı. Üşür gibi oldu. Elinde parçalanmış lahana yaprakları, kendini camdan boş boş dışarı bakarken yakaladı. Çatıdaki bir kedi, sanki lahana sarmasının tadına bakmış gibi yalanmaya başlayınca sarmaya döndü yeniden.

Acıyla, kederle, çaresizlikle geçen Kayseri’yi değil hatırlamak, ömür defterinden koparıp atmak istiyor Dilşen. Çarşı izninde askeri araca pusu kuran canlı bombayı, korkan, kaçışan, koşturan insanları, dört bir yandan gelen tiz çığlıkları, kırılan camları, polis ekiplerinin çakarlarını, ambulansların insanın içini kıyan sirenlerini, Cemil’in en yakın arkadaşının kırmızısı azıcık güneşten solmuş bayrağa sarılı tabutunu, lojmandaki ölüm sessizliğini… Her şeyi unutmak istiyor.

Ocaktaki su kaynamak üzereydi. Son iki yaprak kaldığını fark etti Dilşen Hanım. Yorulmuştu. Bir tabure çekti. Son düzlüğü huzurlu bir yorgunlukla, oturarak tamamlamaya karar verdi.

Başarılı bir mesleki sicilin ödülü İstanbul’da, Cemil’in ellinci yaş doğum gününde geliyor. Omuzlarındaki üç yıldız ve sembolle Cemil, artık albay. Eş durumundan rütbesi yükselen Dilşen, nihayet yirmi beş yıllık yalnızlığının, kaygılı bekleyişlerinin bedelinin bu şerefli terfiyle artık o kadar da ağır olmadığını düşünüyor.

Tüm lahana yaprakları birbirlerinden ayrıldığına göre artık ocağa geçebilirdi Dilşen Hanım. Lahanayı sıcak suda nazikçe haşladı. Yumuşattı ama parçalanmasına izin vermedi, kararında olmalıydı. Süzgece aldığı yaprakları dolduracaktı şimdi. Lahana sarması, kolay bir yemek değildi, bu emekti onu lezzetli yapan. Yıkanmış doğranmış ıspanağı, haşlanmış konserve nohutları, kostikli hazır turşuları market raflarında bulan ev kadınları bilemezdi bu zahmeti. Ne zaman şişe domates, tarhana yapsa yazın biber, patlıcan kurutsa Keremlere de verirdi Dilşen Hanım. Kerem’in eşi, kayınvalidesine kuru bir teşekkür eder, “Ne gerek var anne, niye yoruyorsun kendini?” samimiyetsizliğine girerdi. Aslında o da severmiş, organik besin tüketmekten yanaymış da çok yoğunmuş, trafikte işkence çekiyormuş, çocuk da küçükmüş... Hoş, Kerem eşinin uyduruk yemeklerine bile övgüler yağdırırdı. Zaten çoğunlukla dışardan söylüyorlardı, bilmiyordu sanki Dilşen Hanım.

Özenle dizdiği incecik lahana sarmalarının kokusu bütün evi sardı. Ona göre, bir kadının değeri, yaptığı yemekle belli ederdi kendini. Cemil, kafası dolu gelirdi şimdi. Ayakları geri geri giden değil de koştur koştur geldiği bir ev arardı birçok erkek gibi. Hayat arkadaşına, “Daha kapı önündeyken burnuma mis gibi kokular geldi hayatım, ” der, “yemekte ne var Dilşen?” diye sorardı.

Öte yandan, gün boyu telefonla annesini arayıp ulaşamayan Kerem, işten çıktığı gibi Dilşen Hanım’ın evine doğru yola koyuldu. “Bir türlü ikna edemedim annemi yakınımızda bir yerlere taşınmaya,” diye homurdandı.

“Edebilseydim içim rahat olacaktı şimdi… Kopamadın bu evden bir türlü, ne inat kadınsın be anne!”

Apartman girişinde arabayı durdurdu, evin kapısına doğru yöneldi. Kapıda merdivenleri silen Halil’le karşılaştı.

“Kerem abi, hoş geldin.”

Telaştan duymadı Kerem.

“Annem nasıl Halil, gördün mü yakın zamanda? Telefonları açmıyor, meraklandım,” diyerek hemen konuya girdi.

“Dün gördüm Kerem abi. Askeer, diye seslendi yine. Ses etmedim tabi durumu bildiğimden. Geçen gün de, lahana al gel hemen, dedi. Sarmalık olsun, diye de tembihledi. Meryem her gün yokluyor aslında. İhtiyaç halinde seslenirim, demiş annen. Bugün yan apartmanda temizlikte. İşi bittiği gibi çalar yine Dilşen Hanım’ın kapısını.”

Kerem yukarı çıktı. En azından dün alışveriş, yemekle ilgilenecek kadar kendindeymiş, diye düşündü. Evdeki yemek kokusu kapıdan duyuluyordu. Anahtarla kapıyı açtı. Dilşen Hanım, mutfaktan çıkıp gülümsedi. Görevini huzurla ve gururla tamamlayan bir ses tonuyla sitem etti.

“Ah Cemil, neden zili çalmadın ki? Ben açardım sana kapıyı. Bak, bugün en sevdiğin yemeği yaptım. Lahana sarması.”


Gizem Sucu

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commentaires


bottom of page